Bilimkurgu Röportaj

Sinan İpek ile Röportaj

Pınar: Merhaba sevgili Sinan İpek, bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için öncelikle teşekkür ederim. Sizi daha yakından tanımak isteyen okuyucularımız için kendinizden biraz bahseder misiniz? Sinan İpek kimdir?

Sinan İpek: Kendimden bahsetmeyi sevmediğimi söylesem yalan olur, her insan kendinden bahsetmeyi sever. Ama ben bir insanın kendini işi, yaşı, cinsiyeti, memleketi, dini, milliyeti, ailesi vs. gibi niteliklerle tanımlamasını adaletsiz bir şey olarak görüyorum. Çünkü bunlar toplum içindeki konumun insana sağladığı avantajlardır. Düşünsenize Cem Yılmaz kendini şöyle tanımlasa ne kadar itici olurdu. “İsmim Cem Yılmaz, yaşım 52, çok zekiyim, herkesi güldürebilirim ve epey para kazanabilirim.” Kendisi gösterilerinde bunu dalga geçmek için yapıyor. Kuru otobiyografi sadece mizah olarak kullanıldığında ilginç olabilir. Bir kimseden bunları duyduğumuzda o kişiye olan ilgimizi kaybediyoruz. Şöyle şeyler söylediği zaman daha ilginç oluyor: “Ben sanata çok düşkünüm, tablo koleksiyonu yapıyorum. Ayrıca, bildiğiniz gibi kendim de karikatüristim, tablolarım da var. Benim için toplum devasa bir espri üretme makinesi gibidir. Çocukluğumdan beri bu makinenin nasıl işlediğini anlamaya çalışıyorum, galiba biraz anlamaya başladım, çünkü artık insanları güldürebiliyorum.”

Bu anlamda kendimi nasıl tanımlayacağımı bilemiyorum ama küçüklüğümden beri beynimin içinde paralel bir evrenle yaşadığımı biliyorum. Toplumun normları yüzünden çok sıkıldığımı ve üzüldüğümü biliyorum. Zor bir çocukluk yaşadım. Parasızlık hayal gücümü geliştirdi. Maddi ve manevi sıkıntılar çektim ama bu da insanları daha çok tanımamı sağladı. Anlatsam arabesk bir kişi olduğumu düşünürsünüz, fantastik derecede zor bir çocukluğum olmuştur. Biraz “400 Darbe,” biraz “Parasız Yatılı,” biraz “Baba Evi,” biraz “Sevgili Arsız Ölüm,” biraz “Marguerite Duras,” biraz “Şeker Portakalı,” biraz “Pather Panchali” ve biraz da “Oliver Twist” karışımıydı. Bu yüzden de bu eserleri çok etkilenerek okudum, onlarda kendimi buldum. Daha fazla da söyleyecek bir şeyim yok. Yani aslında var da uzun hikâye…

Pınar: Matematikten resme, edebiyattan fiziğe kadar geniş bir ilgi alanınız var. Böyle çok yönlü olmak yazar kimliğiniz üzerinde de oldukça etkilidir yanılıyor muyum?

Sinan İpek

Sinan İpek: Çok yönlülük başa beladır, gerçekten zordur. Neden derseniz, günümüzde öyle muazzam bir bilgi yığılması var ki nereden başlayacağını bilmiyor insan. Ama ben her şeyi basitleştirmeye çalışırım, matematik insanı buna alıştırıyor. Her zaman temel olanı görmeye çalışıyorum. Bu muazzam bilgi yığınına rağmen temel sorulara doyurucu yanıtlar bulabilmiş de değiliz ama kafamız bilgiyle dolu. Bu anlamda bizden daha az bilen Sokrates, bizden çok daha bilgiliydi. Çünkü bilgeydi. Günümüzde bilgelik ortadan kalktı, yerine uzmanlar, siyasetçiler, kanaat önderleri, ‘influencer’ler falan geldi. Sokrates, bilgelik üzerine kafa yormuş bir kişiydi. “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” diyordu. Cahil olduğunu itiraf eden bir insan tabi ki bilgedir.

Pınar: ‘Etkili Kısa Öykü Yazma Teknikleri’ makalenizi beğenerek okumuştum. Bu bağlamda roman mı kısa öykü mü sizi daha çok heyecanlandırır? Hangisi daha meydan okuyucudur?

Sinan İpek: İkisinin de kendi zorlukları ve kolaylıkları vardır. Ama genelde şu bir kuraldır ki bir anlatım ne kadar kısaysa, onu yazmak o derece zordur. Duygu ve yüreğinizi işin içine daha çok katmak zorunda kalırsınız. Bir romancı bir sözcük üzerinde günlerce düşünmez, ama bir şair bir sözcük üzerine yıllarca düşünebilir. Orhan Pamuk “Kara Kitap” gibi olağanüstü bir eser yazdı ama hiç fıkra uydurmadı. İnsanları kahkahadan yere yatıran fıkraları uyduran adamlara da Nobel verilmelidir. Yine de bana roman yazmak daha zor gelmişti. Çünkü kısa öyküyle başlamıştım yazmaya. Sonradan öyküler uzadı. Ama yine de çok uzun olamıyor, daha önce de söylediğim gibi matematik insanı özlü düşünmeye itiyor. Sözü neden uzatmam gerektiğini anlayamadığım bir dönem oldu.

“Ali o kıza aşıktı,” demek yeterli değil mi? Neden bir karakterin an be an düşüncelerini, hissettiklerini anlatacaktım ki? Ama sonra Serçe’nin yazarı Mary Doria Russell ile internet üzerinden yazıştım. Mary bana –mış gibi yapmaktan korkmamamı söyledi, bir çocuk gibi… Ne yazık ki oyun oynama ve –mış gibi yapma yeteneğimizi büyüdüğümüz zaman kaybediyoruz. Oysa sanatın ve empatinin temelinde bu yetenek yatıyor. Aynı şeyi “Saf ve Düşünceli Romancı” kitabında Orhan Pamuk da söylemişti. Karakterlerin derisinin içine girip olayları onların gözlerinden yaşamadan hiçbir şey yazılmıyor. Yazar olmak isteyen kişinin bu konu üzerinde çalışması lazım.

Pınar: Başka türlerde de yazıyor musunuz?

Sinan İpek: Birkaç şiir denemesini saymazsak, sadece bilimkurgu türünde yazdım.

Pınar: Peki neden bilimkurgu?

Sinan İpek: Bende şöyle bir şey var. Bu bir hastalık falan mı bilmiyorum ama geçmişte yaşayan insanların öyküleri bende acayip bir nostalji duygusu uyandırıyor. Onlar da yaşadı, onlar da sevdi, umut etti, sonra yok olup gittiler diye düşünmeye dayanamıyorum. Bazı filmleri izledikten sonra hakkında düşününce içim sıkılıyor, kalbim daralıyor. Bazı filmleri hiç izleyemiyorum bile, hemen kapatıp, derin nefes alıyorum. İnsanların hayatlarının sanki hiç yaşanmamış gibi geçip gitmesi çok acı bir şey. Bu nedenle hep gelecekle ilgili şeyler yazmak istiyorum. Sebebi bu olabilir.

Pınar: Okumaya erken yaşta mı başladınız?

Sinan İpek

Sinan İpek: Evet. Zor çocukluk dönemimde beni en çok mutlu eden iki şey vardı: sinema ve çizgi romanlar… Bu ikisi hayatta kalmamı sağladılar. Hala da onlara karşı derin bir sevgi besliyorum. Ne yazık, şimdi çocuklar sadece bilgisayar oyunları oynuyor. Ama manga okuyan çocuklar da yok değil. Mesela büyük kızım Elif, mangacı oldu. Bu da beni mutlu ediyor. Çizgi romanların özgür ruhlu, kalpleri adalet duygusuyla dolu kahramanları kalmadı piyasada ama muadilleri var. Çok güzel şeyler yaratılıyor. Okullarda çizgi roman bulundurulmalı, öğretmenler çizgi roman okuyup öğrencilerle paylaşmalı. Asla ve asla bir çocuğun çizgi roman okuması engellenmemelidir. Bilgisayar oyunları da eğlenceli tabi, onlar da farklı dünyalara götürüyor insanı, ama öyle çok görev yaptırıyorlar ki etrafı gezmeye ve düşünmeye vakit bulamıyorsunuz. Yani bir şeye odaklanıp (mesela düşman öldürme, ya da bir görevi tamamlama gibi), başka şey düşünemez hale geliyorsunuz. Yaratılan harika dünyaların tadını çıkaramıyorsunuz. Bence oyunlar daha az aksiyonlu, daha çok öykülü ve daha özgür ruhlu olmalı. Belki de son zamanlarda böyle bir trend vardır, bilmiyorum. Açık dünya oyunları falan… Ama artık oyun oynamadığım için fazla bir şey söyleyemem.

Pınar: Yazarlık üzerine en çok gururlandığınız başarınız nedir?

Sinan İpek: Türkiye Bilişim Derneği Öykü yarışmasında iki kez birinci olmam en gurur duyduğum şeydir. Nedense, onlar bu durumdan pek hoşlanmadılar ve yarışma şartnamesine birincilerinin ikinci kez yarışmaya katılmasını önleyen bir koşul eklediler. Şaka yapıyorum tabi ki… Türk bilimkurgusuna belki de en önemli katkıyı TBD yapmıştır.

Pınar: Etkilendiğiniz yazarlar kimler? Keşke onu ben yazmış olsaydım dediğiniz bir kitap var mı?

Sinan İpek: Olmaz mı… Isaac Asimov, Stanislaw Lem, Ursula K. LeGuin, George Orwell, Kurt Vonnegut, Robert Silverberg, William Golding, Jack London ilk aklıma gelenler. Solaris’i yazmayı çok isterdim. Solaris’e aşık olmuştum, üzerinde çok kafa yormuşumdur. Bir insan nasıl bu denli mükemmel bir eser ortaya koyabilir anlamış değilim. Gerçekten epik bir yapıttır. Ama küçücük bir yapıttır. Günümüzde üçlemeler, beşlemeler, yedilemeler yazmak marifet olarak görülüyor. Ama Solaris küçücük bir kitaptır ve çoktan kanon içinde yerini almıştır. Ayrıca Jack London’un “Adem’den Öncesi” ile Asimov’un “İşte Tanrılar!”ını yazmayı çok isterdim. Genel olarak Jack London gibi yazabilmeyi çok isterdim. Elime ciddi miktarda para geçse “Solaris”i ve “Adem’den Önce”yi sinemaya uyarlardım. (Adem’den Önce’nin bir benzeri vardır: “Ateş Savaş/Quest For Fire” adlı film.) Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı da beni çok etkilemiş, hatta derinden sarsmıştı.

Pınar: Düzenli olarak yazanlardan mısınız? Oturtabildiğiniz bir sisteminiz, rutininiz var mı?

Sinan İpek: Maalesef yok. Keşke olsaydı. Son iki yıldır günlük tutuyorum ama bazen iki sayfa arasında bir ay geçiyor. Kurgu dışında düzenli olarak yazıyorum diyebilirim. Popüler bilim yazıları yazıyorum, çeviriler yapıyorum. Bunun dışında üzerinde çalıştığım romanlarım var. Çok fazla not alırım, aldığım notların çoğu da bir süre sonra gözüme saçma görünür.

Pınar: Aynen ben de not alma tutkunuyum. En az 20 yıldır benimle dolaşan not defterlerim var. Peki kitabınıza gelecek olursak; Beyin Kırıcı, Pangea serisinin beşinci kitabı olarak okuyucuyla buluştu. Kitabınızı isim yapmış bir yayınevinden çıkarabilme aşamasına gelene kadar zorluklarla karşılaştınız mı?

Sinan İpek: Evet, belli bir seviyede yazabilmek için çok emek sarf ettim ve çok zaman harcadım. Hala da çalışmaya devam ediyorum. Roman kuramları üzerine kafa patlattım. Cümle kuruluşu üzerine düşündüm. Noktalama işaretlerini analiz ettim. Söz Sanatlarını inceledim. Edebiyat tarihini öğrenmeye çalıştım. Bunun gibi şeyler…

Benim şöyle bir şiirim var: “Yakalamak isterken şiiri/anlıyorum ki boş satır/en güzel dizeymiş.”

Pınar: Kitabınızda birinci tekil şahıstan anlatımı tercih etmişsiniz ve kitap boyunca ana karakterin adını öğrenemiyoruz. Böyle bir karanlık nokta bırakmaktaki amacınız neydi? Karakterin adını şimdi açıklamak isteyebilirsiniz belki 🙂

Sinan İpek: Anlatıcı karakterin bir adının olmadığını ben de kitabı yazarken fark ettim. Kimse ona adını sormamıştı, bu yüzden de söylemesi gerekmemişti. Adını söylemesini gerektirecek bir sahne yazabilirdim tabi… Mesela onu yeni biriyle tanıştırır ve adını sordururdum. Ama bunu yapmak istemedim. Kahramanın adını söylememek benim için bir çeşit deney haline geldi. Dudak değmez yarışması gibi… “B-P-M” harflerini kullanmadan karşılıklı şiir söylüyor, yarışıyorlar ya… Adı söylenmeyen bir kahraman yaratmanın ilginç olabileceğini düşündüm. İşin tuhafı “kahramanın adı ne” diye soran da olmadı. Hatta editörüm bile sormadı. Kahramanlar, ancak bir ihtiyaç ortaya çıktığı zaman bir şey yaparlar, bir şey olurlar. Öykünün ilerlemesi için kahramanın bir adının olması gerekmiyordu. Ama sonradan bir lakabı oldu: “Elçi.” Bazı yerlerde bu lakabı adı yerine kullandım. Sanatta bu tür deneyler hiç yapılmamış değildir. Mesela Kim Ki Duk filmlerinde başroldeki karakterler hiç konuşmazlar ve siz onların konuşmadıklarını fark etmezsiniz bile. Çünkü konuşmalarına gerek yoktur, anlatılan kalplerin öyküsüdür. Kalbin konuşma yeteneği yoktur, hissetme yeteneği vardır. Bir insan hissettiklerini anlatmaya çalışırken dudaklarından anlamsız ve boş sözlerin çıkması acı vericidir. Bu yüzden genellikle en iyisi susmaktır.

Benim şöyle bir şiirim var: “Yakalamak isterken şiiri/anlıyorum ki boş satır/en güzel dizeymiş.” Kim Ki Duk’un “Boş Ev” filminde başkahraman âşık olduğu kadına sadece bir tek söz söylüyor: “Seni seviyorum.” Başka bir şey yok. Çünkü söylenmeye değer tek söz budur. Başka bir örnek vermek istiyorum. Moby Dick’te anlatıcının adı sadece bir kez geçer, o da ilk cümlede: “Call me Ishmael./Bana Ismail deyin.” Onun dışında anlatıcının adını bir daha duymayız. Düşünün 736 sayfalık bir romanda anlatıcının adı sadece ilk cümlede geçiyor. Merville ilk cümlede adamın adını söylüyor ki sonradan kimse “bu adamın adı ne?” diye sormasın. Franz Kafka’nın kahramanı Joseph K.’nın soyadını da kimse bilmiyor. Dostoyevski “Suç ve Ceza” romanında sokak adlarını vermiyor, üç nokta bırakıyor. Klasik romanlar arasında da anlatıcının adının verilmediği örnekler olabilir, araştırmak lazım. Ama tabi karaktere isim vermemek, romancı açısından bir dezavantaj oluyor. İnsanlar o karakteri unutabilirler. Bu riski ortadan kaldırmak için romandaki kahramanın adını açıklıyorum: Musa’ydı.

Pınar: Fikirlerinizin ilk kıvılcımı oluştuktan sonra nasıl bir süreç geçiriyorsunuz?

Sinan İpek: Süreç gayet basit. Kıvılcımı çaktıran koşullar öykünün kendisi haline gelir. Yani diyelim fikrimiz A kişisinin başına B olayının gelmesi olsun. Bunun gerçekleşmesi için A’nın C ile tanışması gerekiyorsa, C kendiliğinden doğar. Gereken koşullar D şehrinde bulunsun. O halde A’nın D’ye gitmesi zorunlu hale gelir. Olaylar domino taşları gibi birbiri ardına dizilir, karakterler kendiliklerinden doğarlar. Çünkü her şey en baştaki amaca hizmet eder. Yazarken zorlanabilirsiniz. Zorlanarak yazılan eserler okuyucuyu sıkar. Okuyucu bilinçaltına hitap edilmesinden hoşlanır. Yani yazarken kendinizi zorlamayın. Bırakın kaleminiz oynasın. Merak etmeyin, parmaklarınız ne yazacağını bilir. Eğer belli bir bilgi birikiminiz yoksa, bilinçaltınız zıvanadan çıkabilir.

Philip K. Dick’te hep böyle oluyor. Asimov derin bilgiye sahip olduğu için bilinçaltı zıvanadan çıkmıyor. Belki de onun biraz Philip K. Dick gibi olmaya ihtiyacı vardır. Philip K. Dick’in de biraz Asimov gibi olmaya… Bugün 4 yaşında bir kızla konuştum. Elinde bir pipetle oynuyordu. “Bu ne?” diye sordum. “Pipet,” dedi. Ben de onu kızdırmak için: “Hayır, o sihirli asa,” dedim. “Hiç de değil” dedi. “Sen yanlış biliyorsun,” dedim. Elindeki pipeti salladı: “Bak işte sihir mihir olmuyor, gördün mü?” dedi. “Sihirli sözleri söylemedin de ondan,”dedim. Bunu büyük bir ciddiyetle söylediğim için kendinden şüphelenir gibi oldu. O ara gitmeleri gerekti. Çocuk babasının omzundan kara boncuk gözleriyle bana bakıp gülüyordu. Elinde tuttuğu şeyin alelade bir pipet değil de sihirli bir asa olması fikri hoşuna gitmişti. Öykü de böyle yazılır. Elinizdekinin kalem değil de sihirli bir asa olduğunu düşünün. Onunla her şeyi gerçekleştirebilirsiniz.

Pınar: Karakterleri yaratırken nelerden besleniyorsunuz? Tamamen kurmaca olmasına dikkat ediyor musunuz yoksa gerçek hayatta tanıdıklarınızdan izler olması sorun değil mi?

Eğer öyküde bir araba varsa şoför kendiliğinden gelir. Bir uzay gemisi varsa pilot kendiliğinden ortaya çıkar. Karakterler bulut gibi atmosferden yoğunlaşırlar.
Sinan İpek: Bir önceki soruya verdiğim cevaptaki gibi… Karakterleri siz yaratmazsınız, onlar kendi kendilerini yaratırlar. Eğer öyküde bir araba varsa şoför kendiliğinden gelir. Bir uzay gemisi varsa pilot kendiliğinden ortaya çıkar. Karakterler bulut gibi atmosferden yoğunlaşırlar. Siz adlarını söyler söylemez hop diye belirirler. (Hatta adını söylemeseniz bile yine de belirirler.) Sanmayın ki karakterleri siz kontrol ediyorsunuz. Tersine, onlar kendi keyiflerine göre hareket ederler. “Şuraya git” deyince gitmezler. Siz bir karakteri öldürmeye çalışın, istemezse kesinlikle ölmeyecektir, her defasında elinizden kurtulacaktır. Öğretmenliğim sırasında bir kasabada Fen Bilgisi derslerine giriyordum. O ara aklıma bir botanik havuzu yapma fikri geldi. Belediyeyle görüşüp okul bahçesinde bir çukur kazdırdım ve dibine naylon serip içine su doldurdum. Ortasına da bir taş koydum. Kurbağalar kendiliğinden geldi. Terliksi hayvanlar, sinekler ve hatta bir de ne olduğunu anlayamadığımız bir sürüngen… Sadece yaşayabilecekleri bir ortam oluşturduk. Karakterler de böyledir. Ortaya çıkmaları gerektiği zaman çıkarlar. Ve geldikleri zaman da tanıdığınız kişilerin bir mozaiği olarak gelirler. A kişisinden bir özellik, B kişisinden bir bakış, C’den bir gülümseme, D’den inatçılık alırlar. İşte böylece ortaya çıkmış olurlar.

Pınar: Aslında bu soruyu aklıma getiren sevgili Selim Erdoğan’ın kitabınız hakkındaki bir incelemesi oldu. ‘Sinan İpek’in geniş ilgi alanının üniversite öğrencisi bir karakterin bilgi dağarcığına yansımasında ölçü biraz kaçmış gibi olsa da’ demiş. Ben de kitabı okurken acaba neden ana karakter olarak tam bir yetişkin yerine bir öğrenciyi seçti yazar acaba sorusu kafama takılmıştı. Telepat olduğunu keşfetmenin verdiği çalkantı ve depresyonu ve hatta bazı mantıksız çıkarımları genç bir zihinden yansıtmak daha kolay ve etkili miydi?

Sinan İpek: Bu yorumu tam anlayamıyorum, çünkü ben ömrümde, üniversite ve öğretmenlik hayatımda çok cevher gençler gördüm. Benim anlamakta zorlandığım bir dersi güle oynaya dinleyen bir kız vardı. Bizim bölümden değildi. Meğer çift anadal yapıyormuş. Yani aynı zamanda hem ODTÜ Matematik hem de Bilgisayar Mühendisliği bölümünde okuyormuş. Üstelik okulu 3 senede bitiriyor. Aynı zamanda çok iyi saz ve gitar çalıyor, basketbol oynuyor falan… Var böyle çocuklar.
 
Pınar: Haklı olduğunuz noktalar var evet. Peki siz de insanların düşüncelerini okuyabilmeyi ister miydiniz? Kendi adıma o yeteneği isteyecek kadar cesur muyum bilemiyorum 🙂

Yunus Emre’nin bahsettiği ‘can kafesi’nin dışına çıkmayı kim istemez! Bu nedenle insanların hislerini algılamak güzel olurdu. Bunu gerçekten isterdim.
Sinan İpek: İnsanların düşüncelerini zaten okuyabiliyoruz, buna “zihin kuramı” deniyor. Hatta sadece insanlar değil, maymunlar da yapabiliyor bunu. Başka türlü toplum içinde yaşayamazdık. Ancak insanların düşüncelerinin çoğu, tıpkı Schrodinger’in kedisi gibi kutunun kapağını açmadığınız sürece belirsizdir. Bir olasılık bulutu halinde orada duruyordur. Ne zaman ki sözler dudaktan çıkıp eyleme dönüşür, o zaman somutlaşır ve gerçeklik kazanırlar. Beyinde durdukları sürece anlamsız belirsizliklerdir. Bence insan beyninin mahremiyetinin bozulması büyük bir felaket olurdu. İnsanların beyinlerinde dolanan düşünceler dokunulmaz olarak kalmalıdır. Umarım kimse beyin okuma makinesi falan yapmaz. İstemem yani bunu.

Öte yandan, bazı açılardan ilginç de olabilirdi. Ben insanların ne düşündüğünden çok ne hissettiğini anlamak isterdim. Onlarla empati kurmak için değil, yanlış anlamayın. Bir başkası olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmek için… Mesela bir konser anında Freddie Mercury olmanın nasıl bir şey olduğunu hissetmek isterdim. Böyle bir şey olsaydı birbirimizi daha çok anlar, daha çok sever, daha az kıskanırdık. Öz benliğimizin dışına çıkıp başka benlikler kazanırdık. Yunus Emre’nin bahsettiği ‘can kafesi’nin dışına çıkmayı kim istemez! Bu nedenle insanların hislerini algılamak güzel olurdu. Bunu gerçekten isterdim. Bu düşüncelerimi Yeryüzü Müzesi adlı derlemede yer alan “Bin Yılın Buluşu Cingöz” adlı hikâyemde anlattım.

Pınar: Üzerinde çalıştığınız yeni kitap var mı şu aralar?

Sinan İpek: Evet, var. Ama tam çalışmak denemez buna. Ara sıra yazıyorum ama çoğunlukla silip değiştirmekle uğraşıyorum. Yazılmış kısa romanlarım var. Üzerlerinde biraz daha çalışıp genişletmek istiyorum onları. Kafamda yazılmayı bekleyen fikirler var. En büyük dileğim, taslaklarımı bitirebilmek, fikirlerimi romanlaştırabilmek ve bütün bunları yayınlatabilmek. Umarım ki bunlar da gerçekleşir.

Pınar: Kitabınız ve yer aldığınız derlemeler dışında okuyucularla buluştuğunuz diğer platformlar neler?

Sinan İpek: Çeşitli internet sitelerinde, bazen de dergilerde yazıyorum. (Matematiksel ve Bilimkurgu Kulübü.) Birkaç kez de imza günüm oldu.

Pınar: Kısıtlamalar son günlerde gevşese de bu günler sizi ye yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Sinan İpek: Çok iyi etkiledi. Bayıldım. Hayallerim gerçekleşiyor adeta. (Tabi işin hastalık kısmını ayrı tutuyorum.) Evde çok zaman geçiriyorum, daha fazla okuyorum, daha fazla araştırıyorum, resim çiziyorum. Ayrıca insanlara sarılıp öpmeyi falan çok seven biri değilim, bu yüzden de sosyal mesafe olayı tam benlik. Kimse ölmesin ama insanlar biraz daha karantinada yaşasın. Hem çevreye de daha az zarar verilir böylece. Bir de okulların kapanması tam bir ütopya. Okul zaten çoğu öğrencinin pek hoşlanmadığı bir yer maalesef, üzülerek söylüyorum bunu. Haklılar da. Zeki çocukların okula bayıldığını sanmayın. (Hepsi değil tabi ki.) Uzaktan eğitim fikri hiç de fena bir fikir değilmiş. Doğru düzgün yapılırsa şahane olacağını düşünüyorum. Büyük kızım eve kapanınca gerçekten çalışmaya başladı. Kendi kendine konuları çözdü. Okuldaki şımarık tiplere katlan, dershaneye git, tıklım tıklım otobüslere bin, hava kararınca eve yorgun argın dön, oynamaya, kitap okumaya fırsat bulama… Zaman kaybından başka bir şey değil gerçekten.

Sinan İpek-01.06.20

Pınar: Türkiye’de yerli bilimkurgu üretimi ve kalitesi ile ilgili düşünceleriniz neler?

Sinan İpek: Daha tam olmadık. Ama büyük ilerlemeler kaydettik. Bence bilimkurgu yazarlarımızın temel olarak iki sorunu var. (Kendimi ayırmıyorum, aynı sorunlar bende de vardır mutlaka.) 1. Bilimsel alt yapıları yetersiz kalıyor, 2. Çok fazla ABD kültürü etkisi altındayız. Özellikle ikinci madde bizi mahvediyor. Çeviri dilinden bir an önce kurtulmamız lazım. Birçok genç bilimkurgu ya da fantastik hikâyeler yazıyor, ama kahramanın adını Elizabeth koyuyor. Adı Elizabeth olacağına hiç olmasın daha iyi. Ayşe, Fatma, Mehmet de evrenin gizemini çözmeye çalışabilir. Özümüze dönmeliyiz. Aslında bir başka kültürün etkisi altına girmek, bir nevi kendi gerçeklerinden kaçmak demektir. Gençler bu toplumun sorunlarını bir kenara bırakıp, ABD’deki siyah-beyaz çatışmasına falan üzülüyor. Neden azat edildikten sonra sonra ailenin bir parçası olduğu için yanımızdan ayrılmayan arap bacılarla övünmüyoruz?

Pınar: Karantina, sosyal mesafe gibi kavramlar yüzünden e-kitaplara karşı eğilim arttı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ekrandan okumayı sevenlerden misiniz? Ya da sesli kitaplara ilginiz var mı?

Sinan İpek: Hayır, ekrandan kitap okumayı hiç sevmem. Bazı makale ve haberleri okurum ama roman okumam. Bende bir ara Kindle vardı, o bile olmuyordu. İlla basılı kitap olacak. Sesli kitap konusuna gelince… Ben sesli kitabı pür edebiyat olarak görmüyorum. Sesli kitap bir tür piyestir. Okuyanın ses tonu, ses efektleri, diksiyonu söz konusudur. Bu da tiyatronun alanına girer. Ben edebiyatın tamamen sessiz bir şey olduğuna inanıyorum. Daha doğrusu edebiyat, iç sestir. İç ses ise sessizliktir. Beynin Broka Alanı’na hitap eder. Seslendirildiği anda edebiyat olmaktan çıkıp tiyatro, sinema, müzik olur. (Elbette tiyatro da edebiyatın bir dalıdır diyeceksiniz ama bence bir oyun sahnelendiği zaman gösteri sanatına dönüşür.) Shakespeare ya da Beckett’i okumak, izlemekten daha çok zevk veriyor. Hatta bir ara asla sahnelenemeyecek, sadece okunabilecek bir oyun yazmayı bile düşünmüştüm. Tarihin ilk dönemlerinde bütün sanatlar bir aradaydı. Tiyatro, şiir, edebiyat, müzik… Hatta felsefe, tarih, hepsi birleşikti. Ama sonradan ayrıldılar. Artık yeniden birleşmeleri mümkün değildir. Edebiyat saf iç sestir.

Pınar: Ayırdığınız vakit ve cevaplarınız için çok teşekkür ederim. Sizin Kayıp Dünya’lılara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sinan İpek: Bana bu değerli fırsatı verdiğiniz için ben size teşekkür ederim. Kayıp Dünya’lı okurlara söylemek istediğim tek bir şey var: Lütfen Türk bilimkurgusunu destekleyin. Size ihtiyacımız var. Hepinize teşekkür ediyor, mutlu okumalar diliyorum.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Pınar KARACA

Tam zamanlı okur, yarı zamanlı yazar.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da