Yann Souetre
Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Keşif Uzayı” – Alastair Reynolds

Keşif Uzayı Serisi 1. Kitap

Yazar: Alastair Reynolds
Orijinal Adı: Revelation Space
Çevirmen : Yasin Öner, Mert Görkem Önses
Sayfa Sayısı : 684
İndie Kitap – Haziran 2020

“Seni orada neyin beklediğini bilemezsin Dan.”
“Hayır, öğrenebilirim. Amarantin’e ne olduğuna bir cevap bulabilirim. İnsanlığın bu bilgiye sahip olması gerektiğini anlamıyor musun?”

İnsanlığın uzay yolculuklarının ve keşiflerinin artık galaksi sınırlarını aştığı 2500’li yıllarda geçen Keşif Uzayı; büyük keşiflerin, uzaylıların, makinelerin, savaşların, entrikaların, uzay gemilerinin ve farklı gök cisimlerinin etrafında son sürat döndürürken hikâyesini; zenoarkeoloji, transhümanizm, yapay zeka, astronomi, kuantum teorisi, zihin felsefesi ve daha pek alanı açımlayıp onlara gönderme yapmayı da ihmal etmiyor.

“Evrende bizler kadar ya da bizden daha zeki varlıklar varsa; henüz neden birbirimizle iletişime geçemedik?” sorusuna bir yanıt şeklinde gelişen hikâye; zenoarkeolog Sylveste, Sonsuzluk Özlemi gemisinden Volvoya ve Kanyon Şehri’nden profesyonel bir katil olan Ana Khouri’nin yollarını büyük bir gizemin keşfine doğru kesiştiriyor.
Keşif Uzayı, Gallerli bir astronomi profesörü ve aynı zamanda bilimkurgu yazarı Alastair Reynolds’un yine aynı isimli bilimkurgu serisinin ilk kitabı.

Ön Okuma

BİR
Mantell Sektörü, Kuzey Nekhebet, Resurgam, Delta Pavonis Sistemi,
2551

Bir biçerfırtına yaklaşıyordu. Slyveste çukurun etrafında duruyor ve işçilerinin geceden sağ çıkıp çıkamayacağını merak ediyordu. Arkeolojik kazı, saf toprak yığınlarıyla bölünmüş derin kare kuyularda klasik Wheeler kutu ızgara yöntemiyle yürütülüyordu. Kuyular onlarca metre derine iniyor; hiperelmaslarla örülü şeffaf koferdamlarla çevriliyordu. Bir milyon yıllık çok tabakalı jeolojik tarih, levhalara baskı uyguluyordu. Ancak kuyuları neredeyse yüzeye kadar doldurmak için yalnızca iyi bir toz çökmesi –sağlam bir biçerfırtına– yeterliydi.

Büzülmüş ilk paletli vincin üstünden çıkıverdi ve “Onaylıyorum, efendim,” dedi ekibinden biri.

Adamın sesi solunum maskesinin arkasından boğuk geliyordu. “Cuvier, tüm Kuzey Nekhebet kara kütlelerinde sert hava koşullarının geçerli olacağını duyurdu. Tüm yüzey ekiplerine en yakın üsse dönmelerini tavsiye ediyorlar.”

“Pılımızı pırtımızı toplayıp, Mantell’e geri mi sürelim diyorsun yani?”

“Koşullar zorlayıcı olacak efendim.” Adam bir türlü yerinde duramıyordu. Ceketinin yakasını iyice sıktı. “Genel tahliye emrini duyurmamı ister misiniz?”

Sylveste kazı ızgarasına baktı; her bir kuyunun kenarını alanın etrafına dizilmiş projektörler aydınlatıyordu. Pavonis’in bu enlemleri, yeterince aydınlanabilecek kadar yüksekte değildi ve hiçbir zaman da olmamıştı. Ufka doğru alçalan ve toz plakalarıyla top top olmuş Pavonis, şimdi paslı kırmızı bir lekeden sadece biraz daha büyüktü. Gözleri ona doğru düzgünce odaklanamıyordu bile. Yakında toz hortumu gelecek ve fazla sarılmış oyuncak jiroskoplar misali Ptero Bozkırları’nda oradan oraya uçuşacak; çok geçmeden de asıl fırtına taarruzu siyah bir örs gibi yükselecekti.

“Hayır,” dedi. “Ayrılmamıza gerek yok. Burada iyi korunuyoruz. Bilmiyorum fark ettiniz mi fakat bu kayalar üzerinde herhangi bir aşınma belirtisi yok. Fırtına çok şiddetlenirse araçlara sığınırız.”

Adam kayalara baktı ve duyduklarına pek de ikna olmamış gibi başını salladı. “Efendim, Cuvier hava koşullarının bu kadar sert olacağını yalnızca birkaç senede bir bildirir. Karşı karşıya olduğumuz durum daha önce deneyimlediğimiz her şeyin üzerinde.”

Adamla göz göze geldikten sonra istemsizce göz kırptığını fark etti ve mahcup bir halde, “Kendi adına konuş,” dedi Sylveste. “Beni dinle. Bu kazıyı terk etmeyi göze alamayız. Anlıyor musun?”

Adam tekrar ızgaraya baktı. “Bulduklarımızı tabakalama ile koruyabiliriz efendim. Ardından da transponderları gömeriz. Bütün kuyular tozla kaplansa bile mevki tekrar bulabilir ve kaldığımız yere geri dönebiliriz.” Adamın toz gözlüklerinin arkasındaki gözleri vahşi ve kuşatıcıydı. “Döndüğümüzde tüm ızgara sisteminin üzerine bir kubbe yerleştirebiliriz. Ekipmanları riske atmaktansa böylesi daha iyi olmaz mı efendim?”

Sylveste, adama doğru bir adım daha yaklaştı ve onu en yakın ızgara kuyusuna doğru geri adım atmaya zorladı. “Şimdi sana söyleyeceklerimi yapacaksın. Tüm kazı ekiplerine aksi söylenene kadar çalışmalarını ve Mantell’e geri çekilmenin bahsinin bile açılmayacağını söyleyeceksin. Bu sırada da yalnızca en hassas araç gereçlerin vinçlere yüklenmesini istiyorum. Anlaşıldı mı?”

“Peki, insanlar ne olacak efendim?”

“Buraya yapmak için geldikleri şeyi yapacaklar. Yani kazacaklar.”

Sylveste, adamı verdiği emri sorgulamaya davet edermişçesine kınayan bakışlar attı. Adam uzun bir süre tereddüt ettikten sonra birdenbire arkasını döndü ve kirişlerin arasından tecrübesi sayesinde kolaylıkla sıyrılıp, ızgaraların üstünden geçerek hızla uzaklaştı.

Izgaranın etrafına aralıklarla dizilmiş, namlusu aşağı doğru çevrilmiş topları andıran hassas görüntüleme gravimetreleri, rüzgâr etkisini arttırmaya başladığında hafifçe sallandı. Sylveste önce bekledi, ardından benzer bir yol izledi. Kazı merkezinin yakınındaki dört kutu, tek bir düz kenarlı çukura genişletilmişti. Bir taraftan diğerine otuz metre uzunluğunda ve hemen hemen aynı derinlikteydi. Sylveste, çukura inen merdivene adımını attı ve süratle aşağıya doğru inmeye başladı. Son birkaç haftadır merdivenden o kadar çok inip çıkmıştı ki artık başının dönmemesi, başının dönmesinden neredeyse daha rahatsız edici geliyordu. Koferdama doğru ilerlerken jeolojik zaman katmanlarından geçti. Vaka’nın üstünden dokuz yüz bin yıl geçmişti.

Tabakalaşma, Resurgam’ın kutupaltı enlemlerine özgü olarak çoğunlukla permafrost şeklinde gerçekleşmişti. Tabakalar, asla çözülmeyen kalıcı don topraklardan oluşuyordu. Daha derinlerde, –Vaka’ya yakın yerlerde– Vaka’nın sebep olduğu etkilerle ortaya çıkan regolit katmanları vardı. Vaka’nın kendisi tek ve saç teli kadar ince bir çizgiden, yanan ormanların geride bıraktığı küllerden ibaretti.

Çukurun zemini düz değildi. Zemini, yüzeyin altındaki kırk metrelik nihai bir derinliğe inen, daralan basamaklar takip ediyordu. Çukurun kasvetli ortamını aydınlatabilmek için fazladan birçok projektör getirilmişti. Sıkışık alan olağanüstü bir kuvvet bölgesiydi fakat çukurun barınağında rüzgârın esamesi bile okunmuyordu. Kazı ekibi neredeyse çıt çıkarmadan çalışıyordu. Minderlerinin üzerinde diz çökmüşlerdi ve öylesine kusursuz aletlerle çalışıyorlardı ki bu aletler başka bir çağda ameliyatlar için bile kullanılmış olabilirdi.

Çalışan kişiler Resurgam doğumlu, Cuvier’den gelen üç tane öğrenciydi. Bir yardımcı makine, öğrencilerin arkasına sinsice gizlenmişti ve emirlere hazır bir şekilde bekliyordu. Kazının ilk evrelerinde makineleri kullansalar da işi tamamlamak için ellerini taşın altına koymaları gerekiyordu. Ekibin yanında bir kadın, kucağında dengelediği bir kompadla oturuyor ve Amarantin kafataslarının kladistik bir haritasını gösteriyordu. Sylveste sessizce tırmandığı için, kadın onu daha öncesinde fark edememişti. Onu gördükten sonra ayağa kalktı ve elindeki kompadın kapağını kapattı. Üstünde bir palto vardı, siyah saçları alnının ortasından geometrik bir perçemle ayrılıyordu.

“Eh, haklıymışsın,” dedi kadın. “Bu şey her neyse, büyük olduğu kesin. Ayrıca oldukça iyi muhafaza edilmiş görünüyor.”

“Herhangi bir teorin var mı Pascale?”

“Bu konuda devreye sen girmiyor muydun? Ben buraya yalnızca röportaj yapmaya geldim.”

Pascale Dubois, Cuvier şehrinden genç bir gazeteciydi. Kazıya başlanıldığı günden bu yana kazıyla ilgili haberler yapıyor, çoğu zaman gerçek arkeologların işine burnunu sokuyor ve ne kadar ikiyüzlü olduklarını öğreniyordu. “Cesetler ürkütücüdür, öyle değil mi? Uzaylı da olsalar, insan çektikleri acıyı neredeyse hissedebiliyor.”

Çukurun merdivenlerin hemen yanında, iki adet taşla kaplı bir gömüt ortaya çıkarmışlardı. En az dokuz yüz bin yıldır gömülü olmalarına rağmen odalar neredeyse sapasağlamdı. Odanın içindeki kemikler, hâlâ birbirleriyle kaba bir anatomik ilişki içindeydi. Gördükleri şeyler tipik Amarantin iskeletleriydi. Eğitimli bir antropolog olmayan birisi ilk bakışta bunları insan kalıntıları sanabilirdi. Çünkü yaratıklar görünüşte benzer bir kemik yapısına sahipti ve neredeyse insanlarınkiyle aynı boyutta dört uzva ve iki ayağa sahiplerdi.

Kafatası hacmi kıyas götürürdü; duyu, solunum ve iletişim organları ise benzer pozisyonlardaydı. Ancak her iki Amarantin’in kafatası da ince uzundu ve bir kuşu andırıyordu. Devasa göz çukurlarının arasından, gaga benzeri üst çenesinin ucuna kadar uzanan belirgin bir kafatası çıkıntısı vardı. Kemiklerinin üstü tabaklanmış ve kurumuş tek tük doku yumaklarıyla kaplıydı. Bu dokular, bedenlerini bükebilmelerine ve acı çekiyormuş gibi görünmelerine neden olan vücut pozisyonlarına girebilmelerine olanak sağlıyordu. Alışılagelmiş anlamda birer fosil değillerdi çünkü hiçbir cevherleşme gerçekleşmemişti. Ayrıca gömütler, Amarantinlilerin kemikleri ve gömdükleri çok sayıda eski eserler dışında bomboştu.

“Belki de,” dedi Sylveste eğilip, kafataslarından birine dokunduktan sonra, “böyle düşünmemizi istemişlerdir.”

“Hayır,” dedi Pascale. “Doku kurudukça, bedenlerini bozulmaya uğrattı.”

“Tabii böyle gömülmedilerse.”

Dokunsal veriler parmak uçlarına iletildikten sonra kafatasını eldivenlerinde hissedince, Kanyon Şehri’nin üstündeki, duvarlarında metan buzpeyzajı leke baskıları bulunan sarı bir odayı anımsadı. Orada ellerinde şekerlemeler ve likörlerle konuklar arasında hareket eden üniformalı bir hizmetkâr ve tavana gerilmiş rengârenk kumaşlar vardı. Gökyüzü, son moda entoptik simülasyonlarla aydınlanıyordu; serafin melekleri, kerubiler, sinek kuşları ve periler. Konukları hatırladı; çoğu ailesiyle ortak iş yapmıştı. Bu kişileri ya zar zor tanıyor ya da onlardan hoşlanmıyordu. Arkadaş sayısı da bir elin parmaklarını bile geçmezdi.

Babası her zamanki gibi geç kalmıştı; Calvin ortaya çıkmaya tenezzül ettiğinde parti çoktan durulmaya başlamıştı bile. Bu o zamanlar normal geliyordu; Calvin o vakitlerde son ve en büyük projesiyle haşır neşirdi ve projesinin gerçeklik kazanması başlı başına yavaş bir ölüm süreci; projenin zirveye ulaştığı zaman da bir intihar gibiydi. Babasının, yan tarafları dolaşık ribonükleik ipliklerden oluşan kakmalı süslerle çevrili bir kutu ürettiğini hatırladı.

“Aç bakalım,” demişti Calvin.

Kutuyu eline alışını ve onun ne kadar hafif olduğunu hatırladı. Kutunun tepesini koparmış ve bir kuşun ipliksi dolgu malzemeleriyle yaptığı bir yuva ortaya çıkmıştı. İçindeki benekli kahverengi kubbe kutuyla aynı renkteydi. Bu kubbe, bir kafatasının üst kısmıydı; çene kısmı eksikti ve bir insana ait olduğu belli oluyordu. Odayı kaplayan sessizliği hatırladı.

“Hepsi bu mu?” demişti Sylveste. Bunu öylesine sesli söylemişti ki odadaki herkes duymuştu.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın