Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Beyin Kırıcı” – Sinan İpek

Beyin Kırıcı

Yazar: Sinan İpek
Sayfa Sayısı : 168
İthaki Yayınları – Ekim 2019

Güç, kullanım biçimine göre hem kendini hem de sahibini şekillendirir. Bugüne dek bizlere öğretilen ve bildiğimizi sandığımız her şey bir anda ters yüz olursa dünya nasıl bir yere dönüşür? Peki biz yabancıların her yerde olduğu bu tehditkâr yeni dünyada kendimize yer bulabilir miyiz?

Sinan İpek Beyin Kırıcı’da, telepatik güçleri olduğunu fark eden bir üniversite öğrencisinin birdenbire değişen dünyasını anlatarak başlıyor hikâyesine, akıl çelici anlatımı ve sürükleyici kurgusuyla kabuk değiştiren roman başladığından çok farklı bir yerde esaslı bilimkurgu okurlarını bile şaşırtan bir finalle noktalanıyor.

“Kafalar benim için saydamdı. Bütün bakışların, göz yuvarlamaların, gülüşlerin ne anlama geldiğini biliyordum. Beyin denen organ önümde açık bir kitap gibiydi ama ne yazık ki bu kitabı henüz okuyamıyordum. Kampüs bir gözlem alanı, psikolojik bir laboratuvardı benim için. Çimenlerde güneşlenenlerin, kütüphanede ders çalışanların, kantinde kâğıt oynayanların arasında canlı bir sensör gibi dolaşıyordum. Yaklaştığım zihinler parlaklaşıyordu, gözlerimi yumup o zihnin acılarını ve sevinçlerini içime çekiyordum. Bazen de kendimi ahırda saklanıp, normal insanların hayatını gözetleyen Frankenstein’in canavarı gibi yalnız hissediyordum. Yine de beni teselli eden bir şeyler vardı. İnsanlar birbirlerinden farklı görünseler de aslında iç dünyaları aynıydı. Aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere gülüyorlardı. Taktıkları maskeler bile aynıydı. Gelgelelim, o maskelerin ardında yatan bencil yaratık benden saklanamazdı.”

Ön Okuma

1
Telepat

Rahatsız edici şekilde davranmaya ne zaman başladığımı bilmiyorum ama üniversitenin ilk yılında oldukça normal biriydim. En azından başlarda öyleydim. Sonradan olup bitenler, daha doğrusu o geçiş evresi hakkında pek bir şey hatırlamıyorum. O günleri düşününce görüntüler hızlanıyor, resimler iç içe geçiyor ve sesler incelip, üst üste biniyor. Ne yapıyordum, ne düşünüyordum, neden o kadar öfkeliydim ve neden kendime ve başkalarına karşı bu kadar yabancıydım? Tıpkı uçurumdan atlamış gibi düşüyor, düşüyordum. Sonra birden yere çarptım ve serseme dönmüş bir şekilde ayağa kalktım. Ölmemiştim, ama artık ben eski ben değildim. Sorun sadece zihnimin bulanık olması da değildi, deri değiştiren bir yılan gibi her an sokmaya hazırdım. Sebebi beynimin geçirdiği o büyük değişimdi.

Çektiğim azabın açıklaması neydi? Elbette şimdi yanıtı biliyorum. Beynim değişiyordu. Nöronlarım yeni yollar buluyor, beynimin uzak noktaları birbirine bağlanıyordu. Bütün bunlar olup biterken, ben hâlâ normal davranmaya çalışıyordum. Bilge’yle tanışmam da o günlere rastlar. Benimle aynı bölümdeydi kayıt yaptırmaya annesiyle birlikte gelmişti. Tanışıp kaynaşmamız çok kolay olmuştu. Bazen bir kadını fiziksel özelliklerinin ayırdına varmaksızın güzel buluruz, bana da öyle olmuştu. Onu ilk gördüğümde neye benzediğini pek hatırlamıyorum, aklımda sadece gözleri kalmış. Çok iriydiler. Göz kapakları da Uzakdoğulularınki gibi biraz çekikti. Kıvırcık saçları çok iyi taranmamıştı.

O saçları her sabah taramanın bıktırıcı bir şey olduğu belliydi. Giyim tarzı da biraz savruktu. Çocuk tiyatrosu kostümüne benzeyen kot bir tulum ve kırmızı bir tişört vardı üzerinde. Onun dışında mavi bir kurdele ve boynunda da kolyeye benzer bir şey… Günün sonunda aklımda kalan tek şey, onunla yan yana olmanın bana verdiği belirsiz mutluluktu. Bu duygu bir hâle gibi bedenimi sarmış, içimi ısıtmıştı.

Ellerinde kayıt belgeleri, kampüste yolunu bulmaya çalışan taşralı kız ve oğlanlarla, çoktan üniversite havasına girmiş metal tişörtlü, küpeli gençlerin arasına karışıp, arı kovanına benzeyen rektörlük ve öğrenci işleri koridorlarında bütün gün koşturmaktan yorulduğu için, annesini Fizik bölümünün karşısındaki çimenlere oturtup, kalan işleri kendimiz hallettik.

Okulun ilk günleri çoğunlukla bir kargaşadan ibaretti. Ders seçme, amfi bulma, hocalarla tanışma, kitapları temin etme, yemekhane sırasına girme, kütüphane keşfi, kalabalık dolmuş sırasında manasız beklemeler dışında pek bir şey anımsamıyorum. Başlarda çok hırslıydım. Sabah erkenden kalkıyor, ilk servisle kampüse geliyor, derslere girdikten sonra en az iki saat kütüphanede vakit geçiriyordum. Çok fazla ders çalışıyordum, çünkü işi en baştan sıksı tutmak istiyordum. Üniversite kampüsünün Orta Doğu ve Balkanların en büyük kampüsü olduğu söyleniyordu. İçinde her türlü sosyal tesis mevcuttu. Tiyatro oyunları, konserler, dans gösterileri hiç eksik olmuyordu. Elimden geldiğince bunlara da katılmaya çalışıyordum.

Bilge’yle sık sık karşılaşıyorduk. Bazen yanıma oturuyordu. Edindiğim birkaç arkadaşım Bilge’yi biraz garip bulsalar da benim umurumda değildi. Kızı görmek hoşuma gidiyordu. Böylece birinci vizeler başlayıncaya kadar iki ay boyunca her şey yolunda gitti. Vizelerden çok iyi notlar aldım. Bu arada Ankara’nın soğuğu kendini göstermeye başlamıştı. Kış yaklaşıyordu. İşte o günlerde hayatımı altüst eden sanrılar başladı. Daha kötüsü yaşadığım değişimin farkına bile varmamış olmamdı. Zamanla, epey düşündükten sonra bir şeylerin ters gittiğini anladım. Sanrıların demirden bir gülle gibi beni yere çakmaya hazırlandığını hissediyordum.

Her şey başlarda çok eğlenceliydi. Bir medyum gibi akılların dan geçenleri tahmin ederek herkesi şaşırtıyordum. Birçok gönül ilişkisinin başlamasına aracı oldum. Kimin kimden hoşlandığını büyük bir isabetle tahmin edebiliyor ve belli bir kişiyi etkilemek için ne yapılması gerektiğini de biliyordum. Kâğıt oyunlarında kimse bana blöf yapamıyordu, yalan makinesi gibiydim. Ama bu durum sadece bir ay sürdü. Sonrasında kâbuslar ve halüsinasyonlar başlayınca işin rengi değişti.

İlk olay otobüs durağında başıma geldi. Yanımdaki çocuğun bana seslendiğini sandım ama seslenmemişti. Durakta ikimizden başka kimse yoktu. Çocuğun beyninden bariz bir şekilde sesler ve fısıltılar geliyordu. Belki de bir kamera şakasına maruz kalıyordum. Keşke öyle olsaydı, ama değildi. Hiç kimse kamera ya gülümsememi falan söylemiyordu. Akşam eve döndüğümde annem bende bir gariplik olduğunu hemen fark etti.

“Neyin var senin, yüzün sapsarı?” diye sordu telaşla.

“Bir şeyim yok, yorgunum biraz,” diye geçiştirdim.

Yemekte,“Neden hayalet görmüş gibi bakıyorsun yüzüme?” diye yeniden sordu.

“Kafanın içi çok gürültülü” diyemedim tabii.

Ertesi gün de aynı şey oldu. Bu kez amfide yanımda oturan bir öğrencinin bana seslendiğini sandım. Hatta bundan o kadar emindim ki çocuğa dönerek: “Bir şey mi dediniz?” diye sordum. “Hayır.” cevabını alınca çok şaşırdım. Çocuğun kafasının içi o kadar gürültülüydü ki sanki biri kafatasını tekmeleyerek dışarı çıkmaya çalışıyordu.

Aynı gün, sesleri birkaç kez daha duydum. Önceleri bu durumu aşırı çalışmaya ve strese yoruyordum. Okul açılalı neredeyse iki ay olmuştu, dersler oldukça ağırdı ve ben her zaman çok çalışıyordum. Sonuç olarak sinir krizi falan geçiriyor olmalıydım. Ancak sanrılar giderek sıklaştı ve güçlendi. Karşımdaki kim olursa olsun, eğer dikkatimi bir kişi üzerinde yoğunlaştırırsam kafasından gelen sesleri açık bir şekilde duyabiliyordum. Yaşadıklarımın tanımını yapmak oldukça güçtü. Bir sesi duymak gibi değil de duyduğunu anımsamak gibi olduğunu söyleyebilirim sadece.

Kimi zaman tek başımızayken, bir ses duyduğumuzu sanırız; sanki biri bize seslenmiştir. Ancak, ne kadar kendimizi zorlarsak zorlayalım, o sesi duyduğumuzdan emin olamayız. Bu bir zihin yankısıdır. Ama benimki bundan daha gerçekti. Adeta duyduğum seslerin basıncıyla derimdeki kıllar titreşiyordu. Başlarda ürküyordum ama sonradan alışmıştım bu duyguya. Hatta kimi zaman karşıma çıkan sessiz zihinler beni gürültülü zihinlerden daha çok ürkütüyordu. Anlamlarını çözemesem de sesler oradaydı. İnsanların kafalarının içinden çıkan karmaşık örüntüler beynime doğru akıyordu.

Bu akıntının ancak pek az bir kısmı anlamlı geliyordu bana, gerisi gürültüydü. Aslında anlamsız olmadıklarından emindim. Nehrin içindeki binlerce somondan ancak birkaçını yakalayabilen bir ayı gibiydim. Yavaş ve belki de sadece iri olanları yakalayabilirken binlercesi elimin altından kayıp gidiyordu. Anlamını çözebildiklerim belirgin ve ilkel duygulardı: öfke, nefret, kıskançlık gibi… Ama orada ve insanlardan bana doğru akıyorlardı. Nasıl olduğunu bilmiyordum, hatta gerçek olup olmadığını da… Akıl hastaları hiçbir zaman akıl hastası olduklarını fark etmezler.

İşte bu yüzden başlangıçta duyduğum bu seslerin normal olduğunu, bu durumu herkesin yaşadığını sandım. Tıpkı yirmilik dişlerin çıkması gibi, zamanı gelince herkesin yaşadığı bir şey olduğunu düşündüm bunun. Daha doğrusu kendimi buna inandırmaya çalıştım. Peki, eğer bu olağan bir şeyse, neden kimse bundan söz etmiyordu? Belki de bu o kadar sıradan bir şeydi ki bundan söz etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Belki de gizlenmesi gereken bir şey olduğu için susuyorlardı. Merakımdan psikoloji kitapları okumaya başladım. Bir ruh hastalığına yakalanmış olabileceğimi ancak o zaman fark ettim. Ağır şizofreni ve paranoya vakalarında hastaların gaipten sesler duyduklarını da öğrendim.

Sesler genellikle kişiye acayip ve uygunsuz komutlar veriyorlardı. Söz gelişi bir şizofren sürekli olarak “Kendini öldür!” diyen bir ses duyabiliyordu. Bir başkası uzaylılar ya da hükümet tarafından yönlendirildiği duygusuna kapılıyordu. Oysa benim yaşadığım şeyin bunlarla alakası yoktu. Kimseden emir ya da komut aldığım falan yoktu. Sadece boş bir istasyona ayarlanmış bir radyo kanalı gibi gürültüler ve anlamsız kafa sesleri duyuyordum. Yaşadıklarımın depresyon belirtileriyle de örtüştüğünü yine bu kitaplardan öğrendim. Sesleri duymaya başladıktan sonra ruhsal durumumda ciddi bir kötüleşme olmuştu. Azap ve umutsuzluk yönünden depresiftim, gaipten sesler duyduğum için de şizofrenik… Bu da demek oluyordu ki adamakıllı karmaşık bir psikoloji içindeydim ve durumum giderek kötüleşmekteydi.

O zamanki hâlimi şöyle özetleyebilirim: Kendim dâhil her şeye ve herkese yönelik şiddetli bir yabancılaşma duygusu; nedensiz, sürekli bir hüzün; yalnız kalma isteği ve en önemlisi, genel bir umutsuzluk hâli… Bir süre kendimi zorlayıp gülüp eğleniyormuş gibi görünmeye çalışsam da, zamanla insanlara katlanamaz hâle gelmiştim ve kötüleşmem sadece birkaç ay sürmüştü. Ruhumda sürekli kanayan bir yara vardı sanki. Kapana kısılmış farenin artık çabalamayı bırakması gibi, tükenmiş, bitkin ve amaçsızdım. Bendeki bu değişim yavaş yavaş gerçekleştiği için sorunun ciddiyet boyutunu anlayamamıştım. Ama aslında hiç de yavaş değildi büyük bir hızda ilerliyordu. Yamaçtan aşağı inerken kontrolü kaybetmiştim. Artık ne bastığım yeri görebiliyordum, ne de dengemi koruyabiliyordum. Tek düşündüğüm bir an önce durmaktı. Duvara da çarpsam, yere de yuvarlansam umurumda değildi. Sadece durmak istiyordum.

Bir gün dayanılmaz bir yalnızlık duygusu içinde uyandım. O gün kimin yanına gidersem gideyim huzur bulamadım. Yurtlar bölgesinde spor yapmak, ormana gitmek, buz gibi havada koşmak ve gün boyunca yaptığım buna benzer başka şeyler düzelmemi sağlamadı. Beni her zaman sakinleştiren kitaplar bile fayda etmedi. Kütüphanenin ışıksız koridorları gözüme mezarlık dehlizleri gibi görünüyordu. Durumum gerçekten ağırdı. Hiç kimsenin bu hâlimi görmesini istemediğimden otobüse binmeyip yürüyerek döndüm eve. Kapıyı açar açmaz annem hayalet görmüş gibi gözlerini açarak, “Ne oldu sana?” diye bağırdı. Cevap vermeye bile gücüm yoktu. Ayaklarımı sürüyerek odama güçlükle ulaştım. Bir hafta odamdan hiç çıkmadan sürekli uyudum.

Sonraki günlerde de durumumda bir düzelme olmadı. Kendimi zorlayarak, neredeyse sürüne sürüne okula gidiyor, birinden ders notları alıyor, sınav varsa giriyor, sonra kaçar gibi evin yolunu tutuyordum. Okuldan eve bir tünel olsa, hiç kimseye görünmeden o tünelin içinden geçsem ne iyi olur diye düşünüyordum.

Arkadaşlarımdan giderek koptum. Ancak birkaç kişiyle, o da kendimi zorlayarak konuşabiliyordum. Zaten beni gördüklerinde selam veren iki üç kişi kalmıştı. Bunlardan biri Bilge’ydi. Ders notlarımı da çoğunlukla ondan alıyordum. Bunun dışında insanlarla ilişki kurmak istemiyordum. Zaten istesem de bunu başaramazdım. İnsanlar beni mıknatısın eş kutupları gibi itiyordu. Beyinlerinden gelen keskin ışınlardan rahatsız oluyordum. Bu ışınlar canımı yakıyor, derime batıyordu. Kendimi, bir metrelik dikenleriyle hiçbir yere sığamayan devasa bir kirpi gibi hissediyordum.

Sanrıları saymazsak, durumum majör depresyon belirtilerine uyuyordu. İşin korkunç tarafı, duygusal çöküntünün yıllarca sürebilmesiydi. Depresyon, genellikle bir kaybın ya da yaşamdaki önemli bir değişikliğin ardından gelse de, özel sebepleri olabiliyordu. Benimkini tetikleyen şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Üniversiteye başlamak tek başına yeterli bir neden olabilir miydi? Sanmıyordum. Ama çevremi daha dikkatli incelediğimde öğrenciler arasında birçok depresyon vakası olduğunu fark ettim. Hatta çok iyi idare ediyormuş gibi görünenler arasında bile ilaç kullanacak kadar ağır durumda olanlar vardı.

Birinin depresyonda olduğunu beyninden gelen uyumsuz seslerden hemen anlıyordum. Kara bir müzikti bu, cenaze marşı gibiydi. Her türden, her sınıftan ve cinsiyetten insan onun pençesine düşebiliyordu. Okulun psikoloji bölümüne sık sık uğruyordum. Tedavi olmak için değil —nedense tedavi olmaya henüz cesaret edemiyordum- ama kimlerin geldiğini görmek için…

Başkalarının da olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. İnsan daima,en kötü durumunda bile kendine bir yoldaş arıyordu. İçlerinden bazılarını takip ediyordum. Bunlar genellikle yalnız takılan tiplerdi. İnsanların içinde sıkılan, bunalan, karşı cinsle konuşurken beyni çıldıran tipler… Tabii, işleri yolunda gidiyormuş gibi görünenler arasından da çıkabiliyordu depresifler. Ailesiyle iyi ilişkileri olan ve dışarıdan bakıldığında oldukça başarılı görünen kişilerin bile depresyonun pençesinde kıvrandığını görüyordum. Yaşamın ortasındaki bu kara çizgiyi herkes geçebilirdi. Talihsiz olanlar kendini yer altında bulabilirdi.

Garip olan şuydu ki bu kişiler hasta olduklarının farkında değildi. Pek azı kliniğe başvuruyordu. Çoğunlukla intihar ve ölümü düşündükleri için hemen tanıyordum onları. Dünyayı bir hapishane olarak gördüklerini, buradan çıkışın mümkün olmadığına inandıklarını görebiliyordum. Etraflarındaki yüksek duvarları aşınca karşılarına daha yükseği çıkacak sanıyorlardı. Arenasını kendi inşa ettiğini bilmeyen bir boğa gibi, kıstaktan tek çıkışın ölüm olduğunu düşünüyorlardı. Onların gözünde şafak, gün batımının tersten izlenişiydi. Ufuk bir engelden başka bir şey değildi. Enginlik ise insanı boğarak öldürmenin birçok yolundan biri… Ateşi harladıklarını bilmeksizin, var güçleriyle üflüyorlardı cehennemlerine. Ağızlarında çürümüş bir parça sakız gibi çiğnedikleri acıyı tükürmeye cesaretleri yoktu. Acı çekmedikleri zaman ne yapacaklarını bilmiyor, neşenin gölgesine sığınmayı ise asla düşünemiyorlardı. Bütün bunları beyinlerinden okuyordum.

Ben de onlardan biriydim. Belki de onlara yardım edemeyişim bu yüzdendi. Bir keresinde intihar etmeye karar vermiş birine zihninden geçenleri bildiğimi söyledim. “Düşündüğünü sakın yapma, vakit kaybetmeden bir doktora görün,” diye uyardım. Ama cevap dahi vermedi. Sorunu olan benmişim gibi hızlı hızlı uzaklaştı yanımdan.

Normal insanların beyninin içi de berbattı. Birçoğu depresyonun eşiğindeydi. Aralarında mutlu olan üç beş kişi de yok değildi tabii, ama bunlar az sayıdaydı. Birbirleriyle kurdukları bağlar göstermelikti. Yoğun duygusal alışveriş gerektiren ikili ilişkiler istemiyorlardı. Derin anlam peşinde değillerdi, yüzeysellik yeterince tatmin ediyordu onları.

İlginç bulduğum bir diğer şey de birçok insanın kendini dünyanın merkezi sanmasıydı. Kimse, başkalarının kendinden üstün olmasına katlanamıyordu. Öte yandan birbirlerine karşı düşmanlık duygularını gizlemekte üstlerine yoktu. Eğer duygular görünür olsaydı, midemizin çok fazla bulanacağı kesindi. Aynı şekilde, mikropları görebilseydik normal hayatımızı sürdürebilir miydik?

Kafalar benim için saydamdı. Bütün bakışların, göz yuvarlamaların, gülüşlerin ne anlama geldiğini biliyordum. Beyin denen organ önümde açık bir kitap gibiydi ama ne yazık ki bu kitabı henüz okuyamıyordum. Kampüs bir gözlem alanı, psikolojik bir laboratuvardı benim için. Çimenlerde güneşlenenlerin, kütüphanede ders çalışanların, kantinde kâğıt oynayanların arasında canlı bir sensör gibi dolaşıyordum. Yaklaştığım zihinler parlaklaşıyordu, gözlerimi yumup o zihnin acılarını ve sevinçlerini içime çekiyordum. Bazen de kendimi ahırda saklanıp, normal insanların hayatını gözetleyen Frankenstein’in canavarı gibi yalnız hissediyordum. Yine de beni teselli eden bir şeyler vardı. İnsanlar birbirlerinden farklı görünseler de aslında iç dünyaları aynıydı. Aynı şeylere üzülüyor, aynı şeylere gülüyorlardı. Taktıkları maskeler bile aynıydı. Gelgelelim, o maskelerin ardında yatan bencil yaratık benden saklanamazdı.

Zavallılar, bir sincap gibi ürkek ve tedirgindiler. En büyük kaygıları sosyal ağacın bir dalını ele geçirip aşağıdakilerin tırmanmasına engel olmaktı. Üstelik bunu gönüllü olarak yapıyorlardı. Bütün bunları görmek yıpratıyordu beni. Yaşam bu kadar karmaşık olmamalıydı. Böyle şeylerden haberim olmadığı zamanlara geri dönmek istiyordum. Zihnimin ağlarına başkalarına ait acıların takılmasından bıkıp usanmıştım. Ama her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki olup bitenler hakkında düşünmeye bile fırsatım olmuyordu. Karada nefes almaya çalışan bir balık gibi ağzımı açıp kapıyordum. Öte yandan yeni bir denizi keşfetmeye çalışan, farklı türden bir balık olduğum da söylenebilirdi.

Zamanla bir tür yeteneğe sahip olduğumu düşünmeye başladım. Aslında buna telepati, ya da empati yeteneği demek daha doğru olurdu. Çünkü düşünceleri değil, duyguları hissedebiliyordum. Düşünceleri sadece tahmin edebiliyordum. Ama tahminlerim daima doğru çıkıyordu. Ancak, yine de beyinleri tam olarak okuyabildiğim söylenemezdi. Balina seslerinden anlam çıkarmaya çalışan bir bilim insanı gibiydim. Beyinlerden gelen sesler gerçekten de derinliklerden gelen balina sesleri kadar ürkütücü ve yabanıldı. Milyonlarca yıllık kadim dille yazılmış olan duyguları hissetmek çok daha kolaydı.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın