Fantastik Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değil” – Bülent Ayyıldız

Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değil

Yazar: Bülent Ayyıldız
Sayfa Sayısı : 136
İthaki Yayınları – 2020

Hayat, başkalaşmayı, beden değiştirmeyi ve kabuk bağlamayı öğrendiğimiz bir yol. O, kanlı ayaklara, çürükle dolu bileklere aşina. Onda büyüler, boyutlar, savaşlar ve en çok da ölüm var. Girdaplarla ve labirentlerle dolu, hem bugüne hem de acımasız tarihî olaylara uzanan zekâ dolu bir roman.

Bülent Ayyıldız 2019 GİO Roman Başarı Ödülü’ne layık görülen romanı Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değil ile bizi bir yola davet ediyor. Onunla tamamlanıp onunla eksilmemiz için.

“Zamanı düz bir çizgi gibi düşünmeyi bırakmalısın. Hayır, o ilerlemiyor. Tam tersine, bizi hapseden bir zindandan ibaret. Geçmiş, gelecek ve şimdi aynı anda buradalar. Vakit, bir kavanozdaki balığın içinde dönüp durduğu sudan ibaret. Balık istediği yöne doğru gidebilir: İlerlediğini zanneder, sonsuzlukta kaybolmaktan korkar; fakat görebileceği en son nokta kavanozun cam duvarlarıdır. Bir görünmezliğe toslar kendini. Zamanı anlamak istiyorsan, kavanozun dışında nefes almayı öğrenmelisin.”

Ön Okuma

1
Tırnova’ya Doğru

Şimdiden pişman olmuştum yoldan saptığıma. Zifiri karanlık bir yolda ilerliyorduk. Arabanın farları, dolunay ve birkaç yıldız dışında hiçbir aydınlatma yoktu. Yolun iki tarafı da kalın bir bitki örtüsüyle kaplanmıştı. Balkanlar’ın o eşsiz yeşilliği başıma bela olmuştu. Yolun tek şeritli ve aşırı virajlı olması da epey yormuştu beni. Farların aydınlattığı yol çizgisini pürdikkat takip etmek başımı ağrıtmıştı.

Birden, ağaçların arasında hareket eden bir şey gördüm. Yolda kalmış biri otostop çekiyor gibi geldi ama kaşla göz arasında kayboldu. Dikiz aynasından baktığımda bir şey göremedim. İyice yorulduğumun işaretiydi bu. Kaç saattir yoldaydık. Gül’e vermeyi düşündüm direksiyonu. Biraz da o sürsün, bunca zahmete onun için katlanıyorum. Neymiş, Türkiye’de hep benim akrabalarımı ziyaret etmişiz, madem Bulgaristan’dan geçiyormuşuz, onun halasını da görmeliymişiz. Ana yoldan 170 km uzaktaki bir köyde oturan ve yıllardır hiç gitmediği halası sırf inadına aklına gelmişti. Edirne’den beri suratını asıp kös kös oturdu. Sürtüşmeseydik gelmezdim ya neyse, gönlü olsun dedim. Sağa çekip yer değiştirmek istiyordum; ama tedirgindim. Tekin bir yere benzemiyordu burası. Göz kapaklarım da ağırlaşıyordu.

“Gül!” diye seslendim. Cevap gelmedi. “Gül!” dedim tekrar. Kıpırdandı.

“Gül, gözlerim kapanıyor. arabayı sürmek ister misin?” Yine cevap vermedi. Zaten bu tekinsiz yolda uyku mahmuru bir kadına aracı teslim etmek de pek akıl kârı değildi.

“Bari sohbet et. uyuyakalacağım şimdi.” Havada bir şeyler vardı. Arabanın teybinden gelen müzik içimi hoş etmişti. “At Martini Debreli Hasan, dağlar dinlesin..”

Virajlı yol bir ara düzleşti. Tüfek ateşlense kurşun nasıl gider diye düşündüm. Bir mermi havada büyüdü, balon balığına dönüşüp kendini şişirdi, dikenleri tehditkâr bir hâl aldı. Balık sert bakışlarıyla “Uyan!” der gibiydi sanki. Gözlerimi açtım. Gördüğüm şey karşısında içimden fırlayan panik, durumu kurtarmama yardımcı oldu. Az kalsın yoldan çıkıyordum. Aracın ön tamponu yol kenarındaki ağaçtan sarkan dallara sürtünüp geçti. Uyku falan kalmamıştı. Kendime geldim. Dikiz aynasından, az önce kazayı ucuz atlattığım viraja baktım. Karanlıktan pek bir şey seçilmiyordu. Birini görür gibi oldum yine. Arkası dönük. Koşuyor ya da sağa sola sallanıyordu. Rüzgâr sarkan dalları sallıyordur diye düşündüm. Gül yine uyanmamıştı.

Normalde her tıkırtıya gözlerini açan kadın kıpırdamıyordu bile. Artık sinirleniyordum. Camları indirdim. Mevsim yaz da olsa, buz gibi Balkan havası suratımı tokatladı. Camın ayarını yapayım derken çalıların arasında kırmızı şapkalı bir karartı gördüm yine. Kafasındaki şey fese benziyordu. Gül ayılmaya başlamıştı sonunda. Uykulu uykulu kendi tarafındaki camı kapadı.

“Gül, uyan artık! Bir bak navigasyonuna gelmedik mi daha Tırnova’ya?” Gözlerini açmadan cevap verdi:

“Babanların köyünü geçtik mi?”

“Ne diyorsun yahu! Babamların köy güneyde kaldı. Kırcaali tarafında. Uyan! Orası Yunanistan’a giderken. Biz kuzeye gidiyoruz. Varna’ya gider gibi. Unuttun mu?”

“Noldu, gitmeyeceğimizi söylemiştin?” Telefonunu aramaya başladı.

“Öyle de suratına bakılmıyor ki!”

“Aa, tüh’”

“Noldu?”

“Ee ülke değiştirdik. Burada internet çekmiyor ki”

“Benimkinden bak. İnternet varken rotayı yazmıştım. Kayda almıştır” Uzattım telefonu.

“Kayda almış da internet olmadan sapıtıyor. Mesela şimdi yolun üzerinden değil de ormanın içinden geçiyormuşuz gibi gösteriyor”

“Öyle gösteriyor da idare eder yine. Mavi çizgiyi takip et bakalım ne kadar var daha?”

“Tam anlaşılmıyor ama bir yarım saat daha gideceğiz gibi” Uzakta ışıkları yanan büyük bir bina göründü. Gül atıldı:

“Aa bak, işte orası Voneşta Voda, annem hep anlatırdı. 30 km falan kalmış Tırnova’ya demek ki. Halamın köyü içeride değil zaten, gelmeden.”

“Annen neyi anlatırdı? Ne o Voneşta Voda dediğin?”

“Soykırım zamanında polisler baskın yapacak korkusu varmış. İsim değiştirmeye zorluyorlarmış. Sizin köyde de olmuştur?”

“Bizde olmadı. Bizim tarafın köyleri direkt abluka altındaymış. Giriş çıkışlar polis denetiminde. O köyden olmayan giremezmiş. E hâliyle kaçacak yer yok. Sonra?”

“Sonrası, isimlerimiz değişmesin diye babam bu dağın tepesinde bir eve getirmiş bizi. Birkaç gece burada konaklamışız. Bizi derken annemin bana hamile olduğu zamanlarmış. Bak şu otel o zamanlar yokmuş. Kaplıca oteli bu. Zaten Voneşta Voda’nın anlamı da kokmuş su. Çürük yumurta kokarmış sıcak sular.”

“O kadar Bulgarca biliyoruz.”

“Hadi be atma, benzin istasyonunda niye İngilizce konuştun o zaman.”

“Ya ne gerek var şimdi adamların dilini konuşmaya.”

“Tabii tabii yedim.”

Uykum açılsın diye konuşmaya çalışıyordum ama faydası yoktu. Neyse ki az kalmıştı. Biraz daha sıkarım dişimi dedim; ama hiç mutlu değildim. Yol gözümde büyüyordu. Daha yirmi saatlik yol vardı Köln’e. Boşuna girdik buralara.

“Anlamadım?”

“Ne? Yok bir şey.”

“Var var, şikâyet ettin sanırım. Ben ağzımı açtım mı yetmiş yedi kapı dolaşırken?”

“Ya kırk yılın başı gidiyoruz. Şimdi birine uğrayıp, öbürünü geçmek olmuyor ki”

“Bir daha gitmem ben Bursa’ya sana söyleyeyim. Direkt uçakla Bodrum. Gez gez bitmedi akrabaların.”

“Başlama istersen.”

“Ben mi başlıyorum?”

“N’apalım şimdi senin akrabaların Kanada’ya gitti diye gezmeyelim mi? Madem göç var, Türkiye’ye gelselerdi. Al gör işte halanı.”

“Aa ne çabuk geldik, şu ağaçlıkların bittiği yerdeki köy işte.”

“Bir yanlışlık olmasın?”

“Yok yok, bak burada çeşme var. Geldik”

Zamanlama harikaydı. Akraba davası iki saat daha giderdi. Köyün içine giriş yaptık. Ağustos böceklerinin cırlamasından başka bir ses duyulmuyordu. Gecenin ilerlemiş saatlerinde bu sakinlik normal, Hiç ışık da yoktu zaten. Gül de tedirgin oldu sanki, “neredeydi bu halamın evi ya” diye bakınıp duruyor. Yanından geçtiğimiz evlere baktım. Bazılarının çatısı çökmüş, bazılarının avlu duvarı.

“Burası terk edilmiş Türk köylerinden,” dedim.

Gül hata yaptığını kabullenmek istemedi. Dilimden kurtulamayacağını biliyordu. “Bak ama” dedi; “Orada ışık yanıyor”

“Kızım hasta mısın? Bana ne oradaki ışıktan? Çingeneler yerleşiyor eski Türk köylerine, onlardandır belki. Sen ışığı bırak da halanın evi hangisi onu söyle?” İstediğimden daha sert çıkmıştı sesim.

Kırgın bir ses tonuyla, “Haklısın,” dedi, “yanlış galiba.” İçimden küfürler savururken köyden çıkmak için bir U dönüşü yaptım. “Şey” dedi sıkılarak, “benim tuvaletim geldi”

“Hay Allah’ım ya. Azıcık tut. Az kaldı demedin mi?”

“Öyle de son durakladığımız yerde zaten vardı. Aceleden yapamadım. Dayanabilecek gibi olsam söyler miyim?”

Aracı kenara çektim. Gül arabadan inip, uygun bir yer var mı diye sağa sola bakındı.

“Yahu hadisene kim görecek?”

“Olmaz. Utanıyorum. Şu avlu duvarının arkasına gideceğim. Bir kontrol etsene bir şey var mı?”

“Benden mi utanıyorsun?” diye söylenerek tahtalardan yapılmış derme çatma avlu kapısını açtım. Telefonun ışığını tutup duvar dibine göz attım.

“Yok bir şey, hadi gel.” Gül sıkıştığı için olduğu yerde tepiniyordu.

“Ama avlunun öte yanından ışık tut tamam mı? Korkarım ben. Bir de konuş”

“Tamamı tamam? deyip öbür tarafa gittim. Ben de çok sıkışmıştım. Daha doğrusu inince aniden bastırdı, durduğumuzu anlar gibi, Bir elimle ışığı tutarken bir taraftan da işemeye çalışıyordum. Etrafa bakındım. Sadece uzakta bir evin ışığı yanıyordu. Bedavaya yerleştiler mallarımızın üstüne diye söylenirken Gül çığlığı bastı. Olduğum yerde irkilince ayakkabılarıma sıçrattım.

“Ne bağırıyorsun be, üstümü batırdım” Gül yanıma gelmişti bile. “Kapıda,” dedi bana sarılarak. “Kapıda biri var.”

Olabilir miydi? Hiç dikkat etmemiştik ki avluya girerken. Ya birinin eviyse? Ama çatısı çökmüştü. Ev neredeyse viraneydi. Telefonun ışığını tutarak kapıya doğru ilerledim. Ağır ağır hareket ediyordum. Bir ara ellerimin titrediğini fark ettim. Aklımdan bir sürü düşünce geçiyordu. Ne olacaktı ki? Altı üstü işemiştik. Çok aksi biri değilse mazur görürdü; ama ya hırsız falan sandıysa?

Derken eşikte parıldayan o soğuk şeyi gördüm. “Yılan,’ diye bir nefes verip geriye sıçradım.

Gül arkamdan dürtükleyip, “Yılan değil” dedi. Biraz daha dikkat kesildim. Metalik gri bir şeydi. Yine birkaç adım atınca namluya benzediğini fark ettim.

“Komşu evde misin?” diye bağırdım. “Komşu mu?” diye arkamdan tekrar dürttü Gül.

“Biz bir şey yapmıyoruz, yanlış anlama” Kemerime yapışmıştı Gül. “Ya hayalet falan varsa?” diye sordu.

“Saçmalama.”  dedim.

“Yemin ederim birini gördüm.”

“Allah aşkına bir dur, daha da germe ortamı.”

İçeriden bir ses gelmemişti. Bulgarca selam verdim. Yine çıt yoktu. Bir adım attım eşiğe doğru. Bir gürültü geldi evin arka tarafından. Uzakta olduğunu düşünerek namluyu kaptım hemen yerden. Gül gürültüyü duyunca tepeme sıçramıştı, Ben de panikledim. Namlu elimde, Gül sırtımda arabaya doğru koştum. Araca binip elimdekini arka koltuğa fırlattığımda bunun bir tüfek olduğunu fark ettim. Gül de yan koltuğa geçivermişti. Arabayı ateşledim.

“N’apıyorsun?” dedi panikle.

“Neyi n’apıyorum?”

“Tüfek, tüfeği niye alıyoruz?”

“Bilmem, elimde kaldı. Geri mi götüreyim?”

“Yok, olmaz olmaz.”

“Bence de.”

“Gazla gidelim.”

Patinaj çekerek çıkmıştım yola. Köyde uyuyan kim varsa, hepsi uyanmıştır. “Boşu boşuna girdiğimiz işlere bak” derken derin bir oh çektim. Gül’ ün elleri şakaklarındaydı. Gerilince böyle yapardı. Bir süre sessizce gittik. İlk Gül konuştu.

“N’apıcaz?”

“N’apalım, halana gidiyoruz işte.”

“Tüfeği diyorum.

“He, onu atalım ya. Versene şunu arkadan.”

Uzanıp aldı. Daha iyi bakayım diye yavaşlattım aracı. Benim yılan zannettiğim parlak süngüsüydü. Ahşap bir kabzası vardı. Hiç kullanılmamış gibi yeni görünüyordu.

“Burada bir çizim var.” dedi. Şaşırdım.

“Önüme yaklaştır bakayım.”

Tüfeğin sağ tarafında bir çizim vardı gerçekten de. Biraz daha yakından baktım. “Bu bir tuğra.”

“Nasıl ya antika bir şey mi?”

“Sanmam., baksana çok yeni duruyor.”

“Kimin tuğrası peki?”

Karanlık yolu takip ederken bir yandan da okumak zor oluyordu. “Kıpırdatmadan tutsana şunu” diye çıkıştım. Biraz daha inceleyince çözdüm.

“Abdülaziz’in tuğrası.”

“Gerçekten de o dönemden kalma değildir herhalde?”

“Değildir canım.”

“Eğer öylevse para eder değil mi?”

“Bakıyorum hayaleti çabuk unuttun?” Gül aniden irkildi.

“Niye hatırlattın ki şimdi? Ya sahibi peşimize düşerse?”

“Olabilir, en iyisi atalım gitsin.” Gül yüzünü ekşitti.

“Ya antikaysa?”

“Antika değildir.”

“Koskoca Alman üniversitelerinde tarih dersi veriyorsun, antika olup olmadığını anlamadın mı?”

“Germe beni istersen. Karbon testi mi yapıyoruz biz üniversitede? Ayrıca ben derslere girmiyorum.”

“Konumuz o mu şimdi?”

“Telefonun ışığını tutarak yaklaştır bakayım” Tüfeği burnumun dibine sokarken merakla sokuldu.

“Aslında çok güzel bir işçilik var. Bak altında da rakam yazıyor eski Türkçe.” Birden aklım başıma gelivermişti. Peobody-Martini-Henry idi bu tüfek. “Tabii ya!” dedim. “Bizim Aynalı Martini bu. 93 Harbi’nde kullanıldı. Plevne’de falan. Vay be bire bir kopyasını yapmışlar. Bu Çinlilerin yapmayacağı şey yok.”

“Antika değil diyorsun yani?”

“Yahu değil, at şunu gitsin. Sınırda başımıza bela alacağız.” Camını açtım sinirli sinirli. Karşıda bir aydınlanma sezdim. Beyaz veya sarı değil. Kırmızı-mavi.

“Şimdi ayvayı yedik.”

“Ne, noldu?”

“Görmüyor musun yahu, polis çevirme yapıyor.”

“Ya tüfeği görürlerse?”

“Atarsan görürler. Yavaşlıyorum, koltuğun altına falan sok.” Gül koltuğun üstünde dönmeye çalışıyordu. Arka tarafa yöneldi. Tüfek lap diye elinden düştü.

“Durma” dedi.

“Manyak mısın sen? Kaç para ceza keserler biliyor musun?”

“Durma, bu saatte trafik polisi mi olur? Hadi diyelim trafik çevirmesi. Silahı bulacaklar. Ya evdeki gürültüyü çıkaran adam bizi ihbar ettiyse?” Haklı olabilirdi. Hatta muhtemelen haklıydı. Ne yapacağıma karar veremedim. Gittikçe yavaşlıyordum.

“Murat durma gözünü seveyim. Korkuyorum.”

Güzel diyorsun da kaçarsam paçayı kurtarma şansımız ne ki? Bilmediğim yollar. Hemen enselerler. Mantığım böyle söylerken, bir yandan da Gül’ü dinlemek istiyordum. İyice yaklaşmıştık. Polisin biri bize bakıyordu.

“Ya, soyguncularsa? Ya tecavüz ederlerse bana?” Bir an için komik geldi söylediği şey. “Hah” diye kısa bir gülme sesi çıktı benden; ama anında içime korkuyu düşürmüştü. Bu ıssızda polis de olsalar her şeyi yapabilirlerdi. Tam durmaya yakın kökledim gazı. Arkama bakmıyordum bile. Terler boşanıyordu sırtımdan. O sesi duyarsam kontrolü kaybedecektim. Nolur açmasınlar, nolur nolur. Siren sesini duyarsam biterdim.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

  • “Obur okuma “yazınızı okudum az önce .Hem de tam da tarif ettiğiniz şekilde öylesine ,bir anda tesadüfen…öyle güzeldi ki bir an yüzümdeki gülümseme nedenim oldunuz .Bülent Bey lütfen siz biz oburlar için hep yazın olur mu…