Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Çıldırtan Kitap” – Levent Şenyürek

Çıldırtan Kitap

Yazar: Levent Şenyürek
Sayfa Sayısı : 151
Çitlembik Yayınları – 2007

“Gece uyuyamadım, aklımın sol tarafını gördüm birden. Gördüm ve korktum. Nefes nefese kalmıştı ve onun, kendimin farkında değilmişim ben, çırpınışımı göremiyormuşum, görmüyormuşum. Onu gördüğümde aklım ölmek üzereydi. Can çekişen bir et parçasıydı.”

Hayaletlerin ve uzaylıların dünyamızda, bizim aramızda dolaşabildiğine inanıyor musunuz? Bu kitaptaki on bir hikâyeyi okurken neye inandığınızı bilmek faydalı olacak, çünkü bu inançlarınız, hikâyelerden çıkardığınız sonuçları etkileyecek. Tam tersi de olabilir elbette: Çıkardığınız sonuçlar inançlarınızı değiştirebilir.

Düşünen bilim kurgu okurlarına hitaben yazılmış bu kitap, yaradılıştan, kıyamete; sıradanlıktan zırdeliliğe doğru koşarken, kelimelerden çıkan ateş fikirlerin yanmasına sebep olabilir.

“Kendini kaybetmeyen anlayamaz ya da anlayan kendini kaybeder,” diyor Bünyamin. Bizden söylemesi…

Ön Okuma

Cesaret verenlere,
sevinç duyanlara.

İÇİNDEKİLER

KARLARIN ALTINDAKİ SIR
VİRÜS
SEN OLMASAYDIN
ÇILDIRTAN KİTAP
RÜZGARIN FISILTISI
YARATILIŞ
DANYEL İLE DARYAVUŞ
ZEKA TESTİ
SON SAVAŞ
İYİ SAATTE OLSUNLAR

KARLARIN ALTINDAKİ SIR

Bir gün, Roma İmparatoru Sezar’a
“En iyi ölüm hangisidir?” diye sormuşlar.
O da, “En beklenmedik zamanda gelen,
ansızın yakalayan, en çabuk ölümdür.” demiş.
Cervantes — Don Kişot

I

Köyün donmuş çamur yolları karla kaplanmaya başlamıştı. Sergey sessizliğini bozmasa da, arabaya hakim olmakta güçlük çektiği belli oluyordu.

“Çabuk olmalıyız!” dedi yan koltukta oturan Boris, “Burada kalırsak hiç iyi olmayacak!”

Görünürde kimse yoktu, ancak steplerde bu tür manzaralarla karşılaşmak onları şaşırtmıyordu artık. Açlık ve hastalık yüzünden köylerde nüfus iyice seyrekleşmişti. Geride kalanlar ise İçişleri Bakanlığının arabasını görünce evlerine çekilmiş olmalıydılar.

Sergey ahşap evlerden birinin önünde aracı durdurduktan sonra, “Burası,” diye mırıldandı.

Arabanın ön kapılarını aynı anda açarak dışarı çıktılar. Hava çok soğuktu, ama saatlerdir oturduktan sonra ayağa kalkmak ikisine de iyi gelmişti. Parti disiplinine uygun şekilde kabanlarını ve kasketlerini düzelttikten sonra, evi çevreleyen derme çatma çitlerin arasındaki bir boşluktan bahçeye girdiler. Köye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Yürürken deri kemerlerinin, tabanca kabzalarının ve çizmelerinin çıkardığı gıcırtıları duyabiliyorlardı.

Evin girişine vardıklarında, Boris sağ elini yumruk yaparak tahta kapıya üç kez vurdu ve “Yoldaş Vernadski!” diye seslendi, “Yoldaş Anatoli Vernadski! İçeride misiniz?”

Bu sırada Sergey kapıdan biraz uzaklaşarak etrafı kolaçan etmeye başlamıştı. Boris ilk seslenişine cevap alamayınca sesini daha da yükselterek,

“Halk Komiserliğinden geliyoruz!” diye bağırdı. “Sizi tutuklamaya gelmedik! Doğrudan Yoldaş Stalin tarafından verilmiş özel bir görev gereği buradayız! Partinin şu anda size şiddetle ihtiyacı var!”

Yeniden, bir cevap alabilmek umuduyla sessizliği dinlediler. Bir yandan da elbiselerinde biriken karları temizliyor ve üşüyen ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyorlardı. Boris kapıya bir kez daha vurmak üzereydi ki, evden, yaşlı bir adamın “Silahlarınızı bırakın!” diye seslendiğini duydular.

Boris “O zaman çevredeki öfkeli yoldaşlarımızdan bizi kim koruyacak?” diye cevap verdi hemen.

“Silahlı değiller! Bütün silahları toplamadınız mı?”

“Ya bıçaklar? Oraklar, tırmıklar? Biz sadece iki kişiyiz burada! Bu da iyi niyetimizin göstergesi değil mi zaten?”

Yaşlı adam cevap vermedi.

“Yine de içeri zorla girebiliriz, biliyorsunuz,” diye üsteledi Boris. “Sayıca azız, ama buradaki herkese yetecek kadar mermimiz var!”

“Biriniz silahını bıraksın ve içeri gelsin! Diğeri kapıda beklesin!”

“Anlaştık Yoldaş Vernadski,” dedi Boris. Bu işi uzatmaya niyeti yoktu. Tabancasını kabzasıyla beraber kemerinden sökerek yere bıraktı ve deri kasketini çıkardı. O sırada yaşlı adam da kapıyı açmıştı.

“Dikkatli ol Yoldaş!” diye fısıldadı Sergey. Boris başını sallayarak yavaşça içeri girdi.

Anatoli Vernadski kapının arkasında bekliyordu. Genç memur içeri girer girmez, kapıyı kapatıp sürgüledi ve Boris’e dönerek “Ne var?” diye sordu, “Ne istiyorsunuz benden?”

Civardaki diğer köylüler gibi o da iyice zayıflamıştı. Uzun, kıvırcık sakal ve bıyıkları, çökmüş avurtlarını gizleyemiyordu. Kolları ve bacakları, yamalı gömleğinin ve şalvarının altında incecikti. Boris yüzüne mümkün olduğunca sevecen bir ifade yerleştirerek yaşlı adama doğru yaklaştı ve elini uzattı.

“Ben Boris Veraşagin, kapıda bekleyen arkadaşım da Yoldaş Sergey Yesenin.”

Aslında parti üyelerinin söze kendilerini tanıtarak başlamaları uygun bir davranış sayılmazdı, ancak Boris bunun yaşlı adamı etkileyeceğini düşünmüştü. Gerçekten de, Anatoli Vernadski kendisine uzatılan eli -istemeye istemeye de olsa— sıktıktan sonra,

“Hoş geldiniz!” diye geveledi. “Ortalık dağınık, Misafir beklemiyordum.”

Ev, ortadaki masa ile sobanın dışında neredeyse bomboştu. Yerlere, çatıdan akan kar sularını tutsun diye teneke kova ve tencereler yerleştirilmiş; diğer eşyalar duvarlara çakılan tahta raflara istiflenmişti. Arka tarafta, Boris’in yatak odası olduğunu tahmin ettiği bir oda daha vardı. Kapıdan veya pencerelerden sızan esinti, kirli perdeleri ve tahta döşemedeki toz parçacıklarını uçuşturuyordu. Bunun dışında herhangi bir hareket yoktu.

“Yalnız mı yaşıyorsunuz Yoldaş?” diye sordu Boris.

“Evet! Buraya kadar bunu öğrenmeye mi geldiniz?”

“Hastaları burada kabul ediyorsunuz herhalde?”

Yaşlı adam şaşırmıştı. “Hastaları mı?” diye geveledi.

Boris “Merak etmeyin,” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı, “Her şeyi biliyoruz, ancak bunu size karşı kullanmaya niyetimiz yok.”

Anatoli Vernadski cevap vermeden diğer odaya geçerek elinde bir sandalye ile geri geldi ve Boris’e yaklaştı. Genç memur, bir an, yaşlı adamın üzerine saldıracağını sanmıştı. Ancak Anatoli Vernadski sandalyeyi döşemeye çakarcasına Boris’in önüne yerleştirdikten sonra,

“Size yer göstermedim,” diye homurdandı, “Oturun! Paltonuzu almıyorum, çünkü içerisi soğuk, ama kasketi alabilirim.”

Boris onun zaman kazanmaya çalıştığının farkındaydı. Kasketini uzatarak, “Köylülere güven olmaz Yoldaş!” dedi. Adamın kafasını iyice karıştırmak istiyordu. “Bugün çocuklarını iyileştirirsiniz, yarın sizi ihbar ederler. Ama unutmayın ki, bir suç işlendiğini görüp de suçluları ele vermeyenler de suçlu sayılır. Hafiyelik vatandaşlık görevimizdir.”

Bu sözler Anatoli Vernadski’yi kızdırmıştı. Memurun kasketini fırlatırcasına masaya bıraktıktan sonra, “Ne suçundan bahsediyorsunuz?” diye söylendi. “İnsanları iyileştirmek mi suç? Buraya aylardır tıbbi malzeme gelmiyor! Bırakın tıbbi malzemeyi, yetiştirdiğimiz ürünleri bile elimizden alıyorsunuz. Hiç yoktan açlık yarattınız! Kedileri köpekleri yemek zorunda kaldık! Tifüs, dizanteri salgın halinde, çocuklar öldü ve siz karşıma geçmiş hâlâ beni yargılamaya mı kalkıyorsunuz?”

Boris istifini bozmadan “Sakin olun Yoldaş!” dedi, “İnsanları iyileştirmek elbette suç değil. Ben bunu yaparken kullandığınız yöntemlerden bahsediyorum.”

Kısa bir süre ikisi de sessiz kaldı. Genç memur şimdilik adamı daha fazla sıkıştırmak istemiyordu. “Merak ediyorum; gerçekten kaç kişiyi iyileştirebildiniz?” diye sordu.

“Sayısını bilmiyorum.”

“Ama herhalde her zaman başarılı olamıyorsunuz?”

“Bunları neden soruyorsunuz?”

“Sizi sınıyorum diyelim.”

“Neden?”

“Çünkü gerçekten üstün güçleriniz olup olmadığı konusunda ikna olmam gerek.”

Bu cevap yaşlı şifacıyı şaşırtmıştı. Parti memurlarından beklenmeyecek bir şüphecilik içeriyordu çünkü. Masanın kenarında duran taburelerden birini çekerek oturdu ve “Neden?” diye sordu, “Yoldaş Stalin’in bu konulara merakı olduğunu bilmiyordum.”

“Meraktan değil,” dedi Boris, “Aslını sorarsanız ben size inanmıyorum, ama verilen emirleri yerine getirmek zorundayım.”

“Ne emriymiş bu?”

“Rusya’da doğaüstü güçleri olan herkesi toplamamız emredildi.”

Yaşlı adam güldü. “Neden? Toplama kamplarına mı göndereceksiniz? Rahiplerden sonra sıra bize mi geldi?”

“Şimdiye kadar bilimötesi kavramlar parti politikasının dışındaydı, ama karşı karşıya kaldığımız güç bunu da denemek zorunda bırakıyor bizi.”

Şifacı gülümsemesini bozmadan, “Almanya bu kadar güçlendi demek?” diye söylendi.

“Almanya yeterince güçlü, ama bizim düşmanımız bu dünyadan değil!” Son cümlenin ardından, genç memur, söylediklerinin etkisini artırabilmek için bir süre sustu.

“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu yaşlı adam. “Bir şaka mı bu?”

Boris, cevap vermek yerine, sağ elini paltosunun iç cebine sokarak metal bir sigaralık ve bir fotoğraf çıkarttı, Sonra ayağa kalkıp fotoğrafı masanın üzerine, şifacının önüne koydu ve metal kutuyu açarak yaşlı adama doğru uzattı.

“Sigara içer misiniz?”

Fotoğrafta gördüğü şey, Anatoli Vernadski’yi büyük bir şaşkınlığa uğratmıştı. İtiraz edemeden bir sigara alıp ağzına götürdü. Ardından, farkında olmadan, genç memurun uzattığı çakmağa doğru eğilerek sigarasını yaktı.

“Bu da ne böyle?” diye söylendi.

“Ortak düşmanımız!” diyerek cevapladı onu Boris. Bir sigara da o yakmıştı. Kapının sol tarafında kalan pencereye doğru yürüdü ve dışarıdaki kar manzarasını izleyerek yeniden konuşmaya başladı.

“Karlar…” dedi, “Karlar, biliyorsunuz, çok şeyi gizleyebilir. Gizlediği gibi korur da! Sibirya’da yaşayan göçebe geyik çobanlarını bilir misiniz? Bu adamlar mamut dişi ticareti yaparlar. Bazen karların altında, bütün halinde korunmuş bir mamut cesedi buldukları bile olur. Sovyet Bilimler Akademisi bu tür şeyler için iyi para ödüyor.”

Genç memur, geriye dönüp pencerenin kenarına oturduktan sonra sigarasıyla masanın üzerindeki fotoğrafı işaret etti.

“Bu adamlardan biri 1926 yılında çok garip bir şeyle karşılaştı. Daha önce hiç kimsenin görmediği, ne efsanelerde, ne de korku öykülerinde benzerine rastlanan bir yaratığın donmuş cesedini bulmuştu. Bu keşiften sonra hayatta kalabildiği için çok şanslıymış. Aslında bu hepimiz için büyük bir şans. Neyse! Çoban, vakit kaybetmeden Bilimler Akademisi’yle bağlantı kurmuş. Ceset bilim adamlarını şaşkına çevirmiş tabii. Bunun bir uzaylıya ait olabileceği ileri sürülmüş. Bu iddianın ardından, bölgedeki diğer gizemli olaylar yeniden ele alınmaya başlandı. Hava Kuvvetleri generallerinden biri bölgedeki bütün ilginç raporları inceleyecek bir komiteye başkan olarak atandı. Bir soruşturma komisyonu kuruldu.”

Boris sigarasından derin bir nefes daha çekip bırakarak kendini iyice dumanlara gizledikten sonra konuşmasını sürdürdü.

“Elde edilen bütün ipuçları 1908 yılındaki Tunguska olayını işaret ediyordu. Tunguska’ya o yıl gökyüzünden dev bir ateş topunun düştüğünü duymuşsunuzdur. Patlama yüzlerce kilometre uzaktan bile hissedilmişti, ama görgü tanıklarının ifadelerinin toplanmasına ancak 1921 yılında, Sovyet Bilimler Akademisi’nden Profesör Lenoid Kulik’in önayak olmasıyla başlanabilmişti, Profesör, çarpışma bölgesine yapılacak bir araştırma gezisi için para toplamaya çalışıyordu. 1926’da bulunan ceset bu incelemenin hükümet tarafından desteklenmesini sağladı. Tabii tüm bunlar gizlilik içinde yürütülüyor, dışarıya hiçbir bilgi sızdırılmıyordu.

1927’de Tunguska’ya varan bilim adamları dev bir göktaşının yarattığı kraterle karşılaşacaklarını sanmışlardı. Ancak oraya ulaştıklarında yanıldıklarını anladılar. Ortada krater falan yoktu. Yalnız, merkezin çevresinde, 60 kilometre yarıçapındaki bir daire içinde kalan bütün ağaçlar hasara uğramıştı. İç kısımlardaki ağaçlar telgraf direkleri gibi yontulmuş ve bir patlamayı işaret edercesine dışarı doğru devrilmişlerdi. Ancak krater olmadığına göre, patlama yüzeyden yukarıda gerçekleşmiş olmalıydı. Bataklık toprakta türlü boylarda delikler vardı. Yine de, dünya ötesi şüphelere yol açabilecek hiçbir iz yoktu. Ancak iki yıl sonra, yani geçen sene, araştırma alanı genişletildiğinde, patlamanın merkezinden on kilometre kadar ötede karların altında yatan asıl enkazı bulduk. Koca bir uzay gemisiydi bu.”

Şifacı, sözünü kesmeden genç memuru dinliyordu. Hava kararmak üzereydi. Boris saatine baktı ve daha hızlı konuşmaya başladı.

“Tabii onu orada öylece, başıboş bir halde bulmadık. Patlamadan sonra bölgenin kendi haline bırakıldığı yirmi yıl boyunca, uzaydan gelen konuklarımız burada barınmış ve enkazın kalıntılarını toplayarak araçlarını yeniden çalıştırmaya uğraşmışlardı. Bu sırada da gizlice, Sibirya’nın ortasındaki geniş bir alana yayılmışlardı. Keşfedilmek hiç hoşlarına gitmedi tabii. İlk temasın ardından anlaşma sağlanamayınca çatışmalar başladı.”

Yaşlı adam cebinden çıkardığı bir kibritle masanın üzerinde duran mumu yaktı. Giderek yoğunlaşmaya başlayan karanlığı dağıtmak istemişti. Sonra “Bizimle neden savaşsınlar ki?” diye sordu. “Açıkçası, ilk saldıranın kim olduğu konusunda şüphelerim var.”

Boris, yaşlı adama yaklaştı ve hafifçe eğilerek ellerini masanın üzerine koydu. “Söylediğiniz şey çok saçma! Bizim onlara saldırdığımızı mı iddia ediyorsunuz? Bunu neden yapalım?”

“Korkudan! Birileri, bu yüzden saldırgan davranarak kan davası başlatmış olabilir. Ayrıca Stalin eline geçirdiği bu kozu en iyi şekilde kullanmak istiyor olmalı.”

“Yani?”

“Uzaylıların teknolojisini ele geçirip kendi ülküleriniz için kullanabilir, hatta bu teknolojiyi bolşevizmin zaferi olarak gösterebilirsiniz. Ne olursa olsun, başkalarının bilmediği bir şeyi bilmek iyidir ve Stalin böyle bir fırsatı kaçırmaz.”

Yaşlı adamın hayal gücü ve akıl yürütme biçimi Boris’i şaşırtmıştı.

“Haklı olduğunuzu varsaysak bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez,” diye karşılık verdi. “İlk sıcak temasın ardından, dediğiniz gibi kan davasını andıran korkunç bir savaşa bulaşmış durumdayız. Kızıl Ordu, uzaylıları kuşatmak amacıyla Sibirya’nın ortasında binlerce dönümlük alanı istimlak etti. Bu bölgedeki halk tahliye ediliyor ve giriş yasaklanıyor. Bir hastalık gibi ülkeyi için için kemiren, gizli bir iç cephe söz konusu.”

Şifacı, “Tüm bunlar çok garip!” diyerek genç adamın sözünü kesti, “Uzaydan gelen bir güce karşı nasıl direnebiliyoruz, söyler misiniz?”

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın