Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

DÜŞEN ADAM

Daha kimsenin hakkında birşey bilmediği, kimilerinin Arz, kimilerinin Necrim dediği muazzam gezegenin tepelerin gelişigüzel dağıldığı çok küçük bir bölümünde, küçük bir figür tepelerin birinden aşağıya düşe kalka koşuyordu. Sırtındaki her bir adımında hoplayan dev sırt çantasının altında ezile ezile, uçurumun kenarındaki koca insan kalabalığına doğru gidiyordu figür. Havanın sıcaklığı ve harcadığı çaba yüzünden sırılsıklam terlemişti. Geç kalmadığını umuyordu. Kahrolasıca yol devriyesinin tam da belgelerini kontrol edesi tutmuştu. Kahrolasıcalar… diye düşündü. Eğer geç kaldıysam…

Kalabalığa yaklaştıkça biraz yavaşladı. Gerçekten de çok kalabalıktı. Nereden baksan bin kadar insan vardı kenarda. Kadını, çocuğu, yaşlısı, genci, bir sürü insan kenarda öylece ayakta duruyordu. Etrafta insanların kıpırdanmalarından oluşan hışırtılardan başka ses yoktu. Daha önce böyle bir kalabalığın böyle sessiz durmasını sadece ünlü korsan Bora’nın idam edilişinde görmüştü. Havadaki bekleyişin neredeyse kokusu alınıyordu. İçini bir rahatlama sardı. Demek ki daha başlamamıştı.

Aslında bu sessiz bekleyişe şaşırmamak lazımdı.. Sonuçta bu namı değer Düşen Adam’dı ve sadece iki haftada bir görülüyordu. Düşünmek bile onu heyecanlandırıyordu.

Ne de olsa insan böyle bir şeyi her gün göremezdi…

Kalabalığın yanına vardığı an hiç durmadan aralarına daldı. İte kaka en ön taraflara kadar geldi. Tabii bu başarısında o yürüdükçe oraya buraya tehditkâr bir biçimde sallanan çantasının da büyük katkısı vardı –Hey, dikkat etsene!-. Havadaki sessizlik ona edilen küfürlerle biraz bozuldu –Ne yaptığını sanıyorsun domuz herif!- fakat kısa süre sonra başkalarının da katkısıyla –Sussana seni kahır bela!- sessizlik yine sağlanmıştı.

Kendine tam kenarda şöyle güzel, uçurumu rahatlıkla görebileceği bir yer buldu. Bu arada atılgan çantası neredeyse bir kadını uçurumdan aşağı yuvarlıyordu –Dikkat etsene lanet olası!-. Bir öbek küfür ve birkaç özürle olayı kapattıktan sonra cebinden bir mendil çıkartıp yüzündeki teri sildi. Diğerleri gibi sessizce beklemeye başladı. Bir yandan da etrafına bakınıyordu.

Çeşit çeşit insan çeşit çeşit şekillerde durmuş, Düşen Adamı bekliyorlardı. Kimileri bacaklarını kenardan aşağı sarkıtmış oturuyordu, kimileri ayakta, kimileri bağdaş kurmuştu… Yer yer babalarının sırtına çıkmış çocuklar görülüyordu. Bunca insan, kıtanın dört bir yanından buraya Düşen Adam için gelmişti. Havada, yanlarında içine abur cubur ve daha nice şeylerin sokuşturulduğu sepetler taşıyan işportacıların sattığı patlamış mısırların kokusu vardı. Hafifçe esen rüzgar insanın ürpermesine yol açıyordu. Çantasından, yoldaki satıcıların birinden izlerken yemek için aldığı çikolata parçasını ve içi su dolu bir matarayı çıkardı. Önce sudan birkaç yudum, sonra çikolatadan küçük bir ısırık aldı. Hafif acı gibiydi; ama yine de güzeldi.

Parlak güneş, patlamış mısır kokusu, hafif serin rüzgâr, acı-tatlı çikolata… Kulakları dışında bütün duyu organları sonuna kadar tatmin ediliyordu; havada neredeyse bir ton çeken bir sessizlik vardı.

Düşen adam… Onu görmek için ta Yeşilhendek’den beri iki aydır ayak üstü yolculuk ediyordu. Bu gezi için güzelim dükkânını karısına bırakmak zorunda kalmıştı. Karısının pek de becerikli olmadığı göz önünde bulundurulursa, döndüğünde dükkanı yerinde bulursa kendini şanslı sayacaktı. Kimsenin onun neden ve nasıl bu hale geldiği hakkında bir fikri yoktu. Kimileri onun yaptığı saygısızlıklar nedeniyle tanrılar tarafından cezalandırıldığını söylüyordu. E madem amaç ceza idi, bunun için cehennemler varken neden bu şekil bir ceza? Başkaları onun kudretli bir büyücünün beceriksiz çırağı olduğunu ve bir büyü yaparken eline yüzüne bulaştırdığını söylüyorlardı. Ama bunların hepsi tahminden ibaretti…

Düşen adam… Onu görenler buna değdiğini söylüyorlardı. Onun şehrinden bir adam bir keresinde, “Tam 6 kez gördüm, her seferinde ağzım açık kaldı,” demişti. Değip değmeyeceğini az sonra öğrenecekti. Derin bir nefes aldı. Ne zaman gelecek bu?

Cevabın gelmesi pek uzun sürmedi: Kalabalık arasından biri eli kulağında bağırdı, “Hey! Duydunuz mu? Geliyor!!”

Havadaki sessizlik nasıl olduysa daha bir ağırlaştı… Artık sadece insanların heyecanla atan kalplerinin sesleri duyuluyordu. Çocuğun biri “Göremiyorum!” diye bağırdı, ama birkaç “hşşt”tan başka cevap alamadı. Herkes pür dikkat gökyüzüne bakıyordu.

İlk başlarda hiçbir şey yok gibiydi. Ama bir süre sonra sanki millerce uzakta biri inliyormuşçasına, silik ama sürekli bir ses duyulmaya başlandı. Ses gittikçe artıp sanki bir sinek odanın öteki ucunda vızıldıyormuş gibi bir sese dönüştü. Neden sonra gökyüzünde bir noktacık belirdi. Önce sadece silik bir noktaydı, sonra daha belirginleşmeye başladı. Bu arada ses gittikçe belirginleşti. Bu bir çığlıktı, çok uzak bir çığlık. Noktacık gittikçe büyüdü, büyüdü. En sonunda nokta ufacık bir insan figürüne benzedi… Çırpınan bir figür… Çığlık gittikçe belirginleşti. O kadar tiz ve korku yüklü bir çığlıktı ki, insanın aklına hemen en büyük korkuları geliyordu. Çığlık yükseldikçe insanların yüzlerindeki heyecan ifadesi daha bir arttı. Yaklaştıkça ayrıntılar seçilmeye başlandı. Genç ve iri yapılı bir erkek, üstünde kahverengi eski moda bir köylü kıyafeti, yüzü bembeyaz. Bu yüze bakmak bile insanın ürkmesine sebep oluyordu…

Düşen adam çığlık çığlığa önlerinden uçurumun içine doğru dalarken, gözleri bir anda onunkilerle birleşti. Zaman durdu sanki. Gözlerine iyice baktı, sanki sindirdi onları. Kocaman, simsiyah gözbebekleri olan gözlerdi bunlar. İçlerinden korkunun en saf hali okunabiliyordu, bunlar dehşete düşmüş gözlerdi. Onlara baktığında içi ürperdi, sonsuza kadar düşmeye mahkum olmuş, yükseklikten korkan bir adam. Asla korkusundan kurtulamayacak… Sonsuz azap… Ne için? Tanrlar, ne için? Ne yaptı bu adam? Sonsuz işkence…

İbret olsun… Bir ses yankılandı aklının koridorlarında. Emsal olsun… Simge olsun… Yankılar arasında kayboldu sesler.

Neden kimse yardım etmiyor?

Çığlık gittikçe azaldı, ses uzaklaşırken düşen adam karanlıkların içinde kaybolmuştu bile… En sonunda çığlık kesildiğinde, insanların sükûneti bir süre daha devam etti. İnsanlar gördüklerini sindirdiler bir süre. Sonra biri alkışlamaya başladı. Ardından bir başkası. Bir süre sonra uçurum kenarı alkış, tezahürat ve ıslıklarla doldu. İnsanlar korkuyu tatmaktan zevk almış, heyecanlanmışlardı. “Bu panayırdaki korku evinden bile daha iyi!” dedi bir oğlan bir yerlerden. Kimileri iki hafta sonra tekrar geleceklerini söylediler. Harika bir şovdu, kesinlikle bir daha izlemeliydi.

Ama bizimki hiçbir tepkide bulunmadı. Aklında sadece düşen adamın karanlıkta kaybolmadan önce ona attığı bakış vardı. Sadece o bakış; o umutsuzluğun, sonsuz korkunun ve dehşetin bakışı… Burada bir şey yanlış… diye düşündü. İnsanlarda yanlış bir şey var… Böyle olmamalı… Öylece bekledi, durdu. Neden sonra kendine geldiğinde etrafında birkaç insan ve hasılatlarını hesaplayan işportacılar kalmıştı. Herkes göreceğini görmüş, bir sonraki istikametlerine doğru yola koyulmuştu. Herkes tatmin olmuştu. Şov bir harikaydı.

Şov bir harikaydı…

Soğuk bir rüzgar esti.

Uzak bir kahkaha.

Başını silkeledi. Sanki transtan çıkmış gibi etrafına yeni bir gözle baktı. Berrak gökyüzüne çevirdi gözlerini. Şov harikaydı, değil mi? Herkes öyle söylüyordu, demek ki gerçekten öyle idi. Bakarsın daha sonra çocukları da alıp gelirdi. Bu harika gösteriyi mutlaka görmeleri gerekiyordu. Üstelik bu, tek bir sefer izlemekle yetinilmemesi gereken bir şovdu. Evet, ilk fırsatta tekrar gelecekti. Harika şov….

Zihnin köşesinde bir yankı: Neden? Neden böyle olmak zorunda? Neden o adam… sonra o düşünce de yitip gitti. Aman! Muhtemelen başıma güneş geçti, anlamsız düşünceler sayıklıyorum. Sanırım hanımın verdiği o komik görünüşlü şapkayı taksam iyi olacak…

Çantasından garip, kulakları da kapatan bir başlık çıkardı, başına geçirdi. Pılısını pırtısını çabucak toparladı. Artık etrafta eşyalarını yüklenmekte olan satıcılardan başka kimse kalmamıştı. Uçuruma arkasını döndü, tam bir adım atacaktı ki durdu, dönüp uçurumun dibine bir kez daha baktı. Sanki bir çığlık duymuştu… Umutsuz, bir kez daha kaybetmiş olmanın verdiği hayal kırıklığıyla yüklü bir çığlık… Ardından hafif, muzaffer ve şeytani bir kahkaha… Neyse, muhtemelen rüzgârın uğultusundan başka bir şey değildi.

Sonra evine doğru yola koyuldu. O uzaklaştıkça gün yerini yavaş yavaş geceye bırakmaya başladı. Gece meltemi uçurumun kenarında uğaldadı. Yıldızlar tepede parıldamaya başladığında o çoktan ufukta kaybolmuştu.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş

avatar

Misafir Yazar

Henüz Kayıp Dünya'ya üye olmamış yazarların hikaye ve makaleleri "Misafir Yazar" olarak tanımlanmaktadır.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da