Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Varoluş Serisi” – Gürhan Öztürk

Varoluş

Yazar: Gürhan Öztürk
Sayfa Sayısı : 258
Cinius Yayınları – Ekim 2013

 

Artık kurulu bir düzen yok, gizemli bir felaketin ardından herkes var olma savaşı veriyor. Bazı insanların ise derdi çok başka. Onlar bir arayış içindeler; belki de bir umut, hiç olmadı bir sığınak, gözlerin kapandığı ve sonsuza kadar açılmadığı huzur dolu bir konak…

Poyraz, gözlerini açtığında ona uzatılan el ile yeniden yaşamak istediğine karar veriyor ve kaybettiği küçük kızının acı dolu hatıralarının yerine koyacağı o sevgi dolu elin sahibi Yeliz ile beraber arayışlarına başlıyorlar. Kendileri de birer kurban mı herkes gibi bu hayatta? Yoksa onlar için arayışların sonu gelecek mi? Bir ev… En azından huzur dolu bir ölüm…

“Sevdiklerimize sıkıca sarılır, sanki elimizden her an uçup gitme ihtimallerini engelleyebileceğimizi sanırız. Onların gözlerinde kendimizi görürüz.O ışıkta var oluruz. Benliğimizi sarıp sarmalarlar ve onlarsız artık kendimizi bir hiç olarak görürüz.

Size anladığım tek bir şeyi söyleyeyim bu hayatta. Bu döngüden kaçış yok ve yapılabilecek tek şey nakaratların arasını güzel anılarla doldurabilmek. Böylece döngünün sonuna geldiğimizde sığınabileceğimiz bir şey olur elimizde ve yüreğimizde sevdiklerimizi saklayabileceğimiz güzel bir köşe ayarlayabiliriz. O köşeyi döneriz ve mutlu anılarla yeni bir döngünün başlangıcını bekleriz.”

Ön Okuma

Başlangıç Notu: Burada Yiğit, Poyraz ve William karakterine ait örnek bölümler yer almaktadır.

YİĞİT

İlk başlarda korktuğunu hatırlıyordu. Sadece gitarını alabilmeyi başarmıştı. Üniversitede konservatuvar bölümünde okuyor ve yurtta kalıyordu. Olaylar başladığında tek düşündüğü şey gitarını alıp çok uzaklara kaçabilmekti. Ailesine hiçbir şekilde ulaşabilme şansı yoktu, çünkü ikisi de yurtdışına çıkmışlardı babasının işi nedeniyle. Babasının tanınmış bir avukat olduğunu az buçuk hatırlıyordu hala, annesi de zamanında terzilikle uğraşmış ama evlendikten sonra kendisini tamamen ev işlerine adamış, sadık bir eş rolüne bürünmüştü. Oğlu onun her şeyiydi, annesiyle ilgili olarak bunu çok net hatırlıyordu mesela.

Ailesine ulaşamayacağını ta işin başında kabullenmişti. Yurdun çevresinde bir araya gelmiş bir topluluğun arasına karışmıştı. Çadırlar kurulmuş, depolar oluşturulmuştu. Burada uzun bir süre hayatta kalmayı başarabilirdi. Ama simsiyah olmaya başlayan gökyüzü işi zorlaştırıyordu. Arada bir başlarına yağan küllerin yağışı da sıklaşmış ve iyice sıkıntı olmaya başlamıştı.

O da elinde gitarı, insanları neşelendirmeyi kendisine görev bilmişti. Başlarda her şey çok iyiydi ama bir süre sonra onun bu neşeli tavrı çevresindekileri rahatsız etmeye başlamıştı. Hele başlarına lider olarak geçen bir din adamının vaazlarını umursamadığını açıkça göstermesiyle işler daha kötü bir hale dönüşmüştü. Din adamının tek bir sözü yetmişti ve çok az bir yiyecek tutuşturarak eline gitarını alıp oradan gitmesi yönünde karar verilmişti. Yiğit de ısrar etmemişti, ne de olsa bu topluluk kendini din adamının sözlerine iyice kaptırmıştı ve Yiğit’e göre artık kayıptılar.

Şehrin içlerine ulaşması fazla vaktini almamıştı. İki günde iyi yol aldığı söylenebilirdi. Kendisini rahatlatmak için sürekli gitarını çalıyor ve unutmak istemediği şarkıları söylüyordu. Sıkı bir rock türünün hayranıydı. Poyraz ile karşılaşmasına yakın Manowar grubunun sevdiği şarkılarından biri olan “Thunder in the Sky’ı” söylüyordu. Tabii tek başına gitar böyle bir müzik türü için yeterli değildi. Normalde gitara bateri ve klavye gibi enstrümanların da eşlik etmesi gerekiyordu.

I will fight the curse

Of the universe that damns me

Am I alive or dead

Among the gods and men

A man beast”

Sözlerin duruma uygun olup olmadığını umursamıyordu, o sadece bunun gibi sevdiği şarkıların sözlerini unutmak istemiyordu.

Poyraz ile tanışmasının ardından hemen yola çıkmışlardı. Adamın acelesi olduğunu biliyordu, o yüzden o önermediği sürece dinlenmenin sözünü bile etmeyecekti. Küçük kızı kurtarma operasyonu yaşamına bir anlam kazandırmıştı. Tanımadığı kızı kurtarmak için elinden geldiğince çaba harcayacaktı.

“Bulundukları yeri buldun diyelim. Nasıl içeri girmeyi düşünüyorsun?” diye sordu en sonunda.

Poyraz’ın kafasında belli bir plan yok gibi görünüyordu. Yine de kararlı duruşundan pek taviz vermiyordu. Katanasını elinden bir an olsun düşürmüyordu ve katanasındaki kan izlerine bakılacak olursa onu kullanmaktan da kaçınmıyordu.

“Japon kültürüne bir ara ben de ilgi duyardım” diye başka bir konu açmaya çalıştı, Poyraz’ın sorduğu soruya yanıt vermeyeceğini anlayınca.

“Ben daha yeni ilgi duymaya başladım, bu kılıcı aldığım gün hatta,” diye karşılık verdi Poyraz.

“Güzel kılıçmış, yeterince keskin görünüyor,” diye yorumda bulundu Yiğit, ne kadar saçma olduğunu bildiği halde. Sonuçta adamın elindeki bir katana idi, elbet keskin olacaktı.

“Gerçekten de keskin olduğunu ispatladı,” diye gizemli bir şekilde konuştu Poyraz, daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi.

“Bak dostum, elbette yapman gerekeni yapmışsındır. Sonuçta bir yağmacı ya da serseri olmadığın belli,” dedi Yiğit, adamın derdinin az buçuk ne olduğunu anlamaya başladıktan sonra. Adam önceki hayatında kimsenin canını yakmamış birine benziyordu. Ama yakın zamanda bir değişim geçirmişti anlaşılan ve kan kokusunu üzerinden atmakta hala zorlanıyordu.

“Haklısın,” diyebildi Poyraz. “Yapmam gereken bir şeydi ve pişmanlık duymuyorum bundan.”

“O zaman niye bu kadar düşüncelisin?”

“Her şeyin boşa olmasını istemiyorum sadece. Yüreğime o kan kokusu sinebilir, onu ölene kadar taşırım ve bunu dert etmem, yeter ki kızı onların elinden kurtarabileyim.”

“Senin için çok değerli biri olduğu anlaşılıyor.”

“Değerli olmaz mı? O benim kızım gibi oldu, en azından kaybettiğim kızım yerine koydum onu.”

“Başın sağ olsun dostum. Bunu bilmiyordum.”

Poyraz’ın bir süre düşüncelere daldığını fark etti. Söylediklerini duyup duymadığına bile emin olamıyordu. Belki de bu konuyu anlatıp anlatmak istemediğine karar veremiyordu. Sonunda “Sağ ol,” dedi sadece ve bu konu hakkında başka bir şey demedi. Yiğit de ısrar etmeyi doğru bulmamıştı.

Arabalardan yapılmış bir bariyere vardıklarında durdular. Poyraz tekerlek izlerinin devam ettiğini görebiliyordu. Birden beyninde tehlike çanları çalmaya başladı ve son anda Yiğit’i kendisiyle beraber yere çekmeyi başardı. Yukarıdaki binalardan birinden ateş etmeye başlamışlardı.

“Sanırım geldik!” dedi Yiğit bunun üzerine hevesle.

 

POYRAZ

Eskiden hayatın ne kadar kolay olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. O koşuşturmanın kıymetini bilememişti o zamanlar, elindekileri ardı ardına kaybetmişti. Herkesi kıskandıracak aşk dolu bir evlilik yapmıştı, melek gibi bir kızları olmuştu, başarılı bir meslek hayatı vardı. Üniversitede tarih hocalığı yapardı, ama şimdi o kadar yılını verdiği tarihle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu, onun yerine bu yenidünyada daha çok işine yarayacak bilgiler gelmişti.

Küçük kızının bedenine sıkıca sarıldığı anı gözlerinin önüne yine o zaman dilimine gitmiş gibi getirebiliyordu. İstese kızının yeni yıkanmış saçının kokusunu bile hatırlayabilirdi, çilek miydi yoksa ahududu mu tam ayırt edemiyordu ikisini zaten koku olarak. Trafiğin ortasında sıkışıp kalmışlardı, eşi aramış ve akşama ne güzel yemekler yaptığını, tatlı olarak da kızının istediğini yapacağını anlatıyordu. Ne olduğunu hala tam olarak oturtamıyordu kafasında. Bağırış sesleri duymuşlar ve herkes gibi onlar da arabadan çıkmışlardı. Baba kız birbirlerinin ellerinden tutmuş ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

O esnada sokakta birbirine giren iki grubu ayırmaya gelen polislerin havaya ateş etmeye başladığını gördüler. Bunun üzerine kavga eden iki gruptan da tabancalarını çıkartanlar olmuş ve polise karşılık vermeye başlamışlardı. O anda küçük kızını uzaklaştırması gerektiğini biliyordu ama donup kalmıştı. O sadece üniversitede öğretim üyesiydi, böyle durumlarda ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Eli ayağı karışmış bir halde arabasına dönmek istediğinde küçük kızının elinin yavaşça elini bıraktığını hissetti ve küçük kızının gözlerinde sönmeye başlayan hayat ışığını gördü.

Kimin ateş ettiğini hiçbir zaman öğrenememişti ama bu önemli değildi. Küçük kızının cansız bedeninin başında buna neden olanın kendi hatası olduğunu kabullenmişti çoktan. Eşine artık çilekli pudingi yapmaması gerektiğini nasıl açıklayacaktı, küçük kızının bir daha en sevdiği tatlıyı yiyemeyeceğini ona nasıl söyleyebilirdi ki?

Arabalardan yapılmış olan bu bariyerler zihnini küçük kızını kaybettiği o sıkışık trafiğin ortasına götürmüştü. Ama hayatta kalma hisleri onu uyarmış ve yeni tanıştığı yoldaşıyla beraber yere eğilip, kurşunlardan kaçabilmelerini sağlamıştı. Ateş edenler körlemesine vurmaya çalışıyorlardı. Belli ki deneyimsiz ve gençlerdi, sadece kendi sınırlarını korumak için aldıkları emirlere uyuyorlardı. Onları suçlayamazdı. Yiğit de aynı şekilde düşünüyor olmalıydı, en azından bakışlarında onlara ateş eden kişilere karşı bir düşmanlık görünmüyordu.

Arabalara iyice yapışarak kendilerini korumaya çalıştılar ve duvar dibine kadar ulaşmayı başardılar. Şehrin içine sızmayı başarırlarsa daha rahat bir şekilde ilerleyeceklerini düşünüyorlardı.

“Küçük kızı nerede tutmuş olabileceklerini biliyor muyuz?” diye sordu Yiğit. Gayet mantıklı bir soruydu ama Poyraz’ın buna bir yanıtı yoktu. Gizlice içeri girip binaları araştırmak dışında bir plan yapamamıştı.

“Kızı kendisine yakın tutmak isteyecektir. Kendisi de herhalde büyük bir binada kalıyordur.”

“Belediye binası gibi mi?”

Yiğit’in gösterdiği binanın etrafında bir koruma çemberi oluşturulmaya başlanmıştı. Diğer binalardan daha dayanıklı görünüyordu, Reis’in orada bulunduğuna şüphe yoktu. Yeliz de oradaydı yüksek ihtimalle.

“Oraya gitmenin bir yolu olmalı. Yoldan direk gidemeyiz. Binaların içlerinde de ne var bilmiyoruz, yakalanabiliriz ya da daha kötüsü ölümcül bir tuzağın içinde bulabiliriz kendimizi.”

Yiğit’in kafasında bir lambanın yandığını görebiliyordu, sırıtışını durduramıyordu ve aklına geleni söylemeye bile gerek duymadan hemen planını uygulamaya başladı. Poyraz’ı kendisinden uzaklaştırdı hızla ve gitarını çıkarttı. Çaldığı şey Poyraz’a tanıdık geliyordu. Bir süre dinlememek için kendini zor tuttu, çünkü kendisinin de sevdiği bir Beatles şarkısıydı. “Run for Your Life” şu ana uygun bir şarkıydı gerçekten de.

“Well I’d rather see you dead, little girl

Than to be with another man

You better keep your head, little girl

Or I won’t know where I am

You better run for your life if you can, little girl

Hide your head in the sand little girl

Catch you with another man

That’s the end’a little girl”

Onlara ateş edenler şarkının geldiği yöne odaklanmışlardı, Yiğit saklandığı yerden gitarını çalıp Beatles şarkısını söylemeye devam ediyor, Poyraz da bu oyalama taktiğinden faydalanarak binalar arasından gizlice yol alıyordu.

Askeri bir yapılanma olmamasının avantajını kullanıyordu, kimi vurmaları gerektiğini de pek bilmeyen adamlarla karşı karşıyaydılar. O yüzden Poyraz, karşısına çıkan kişi kendisine saldırma gafletinde bulunana kadar bir şey yapmayacaktı. Adamlar onu arıyorlardı ama karşılarına çıktığında hızla yanından geçiyorlardı; orta yaşının getirdiği görünüşten yeteri kadar faydalanıyordu. Yaşını belli eden gözler, kırışık alın, çökmeye başlamış elmacık kemikleri onu zayıf gösteriyordu. Belki kel birini aramaları gerektiğinden haberdar olabilirler diye çantasından çıkarttığı kırmızı bir şapkayı takmıştı.

Yiğit’in sesi gelmiyordu artık kulağına, ya adamlar onu bulmuşlardı ya da onlar gelmeden kaçmayı başarmıştı. İkincisi daha olasıydı çünkü bir silah sesi de duymamıştı bayağıdır. Bu şekilde yol alarak belediye binasına ulaşmayı başardı.

İki katlı bir binaydı yaklaşmakta olduğu. Uzaktan daha büyük görünüyordu, yaklaştıkça hayal kırıklığına uğradığını hissediyordu. Reis denilen adam da gözünde gitgide küçülen bir düşman haline geliyordu. Adamları askeri disiplinden yoksundu. Uyduruk bir şekilde arabalardan yapılma bariyerlerle sınırları çizilmiş yıkık bir şehirde hayat mücadelesi veriyorlardı. Kimse kimseyi tam olarak tanımıyordu. Yoksa insanların içinden bu kadar rahat geçemez, yabancı olduğu anlaşılırdı.

Belediye binasına girmek kolay olmayacaktı. En az on adam binanın önünde toplanmıştı ve bunlar Reis’in elit askerleriydi gözlemlediği kadarıyla. Daha disiplinli ve ne için orada olduklarını bilen adamlara benziyorlardı. Buradaki adamların tamamı Reisleri gibi atkuyruğu saç ve özenli keçi sakallarıyla dikkat çekiyordu. Onların görüş sahasına girmeden yan sokaklardan birine saptı ve belediye binasına başka bir taraftan girmek için düşündü bir müddet.

“Hey, oradaki…”

Yutkunma sesi kulaklarında büyük bir gürültü eşliğinde patlamıştı ve katanasını hiç düşünmeden çıkarttı. Arkasına döndüğünde gerginliğin onu kusma noktasına getirdiğini hissedebiliyordu. Buraya kadar gelmişken yakalanmaya niyeti yoktu. Karşısındakine acımayacaktı. Ona sesleneni tanıdığında ise rahatladı ve katanasını indirdi. Gelen kişi Yiğit’ti. Gitarı sırtında sırıtıyordu yaşananlardan pek etkilenmemiş gibi.

WILLIAM

Helikopterin sesine bir türlü alışamamıştı ve alışamayacak gibi görünüyordu bu gidişle. Aslında o daha çok, havada durma hissinden hoşlanmıyordu. Uçakta bu bir derece daha az hissediliyordu ama helikopterde çok bariz bir şekilde havada olduğunuzu anlıyordunuz.

Helikopterin üstünün küllerle dolu olduğunu görebiliyordu, en azından camdan  bakmak imkânsızlaşmıştı. Navigasyonla arası pek iyi değildi, coğrafyası da en zayıf olduğu yöndü zaten eski dünyada. Ama yaklaştıklarını hissediyordu, zaten bir süre sonra da berbat bir aksanı olan Arap tercümanı geldiklerini belirtti.

“Suudi Arabistan’a hoş geldiniz…” dedi tane tane İngilizcesiyle tercüman. Ellerinde  İngilizceden az buçuk anlayan bir kişi vardı, o da Aber’di. İsmi ilginç geldiğinden ona anlamını sorma gafletinde bulunmuştu. Bir saatin ardından Hz. Musa’nın akrabalarından biri olduğunu kısmen anlayabilmişti. Başkası ona Aber ne demek diye sorarsa Hz. Musa’nın torunu diyecekti, yüksek ihtimalle de doğruydu. Ama zaten kimse onu bunu sormayacağından sıkıntı da yoktu.

“Batık bölgeye yaklaştık mı?” diye sordu William tercümana.

“Evet, krater az ileride,” diye yanıt verdi Aber ve daha sonra fısıltıyla: “Kıyamet alameti, bunu herkes bilir,” dedi çok gizli bir bilgiyi veriyormuşçasına. William gülümsemekle yetindi. Arap yarımadasında bir bölgede nedensiz yere çukur oluşacağı, İslam dininde Kıyamet alametlerinin en önemlilerinden biriydi. Bu bilginin yarattığı korkuyu tahmin etmek güç değildi. Kratere yaklaştıkça da bunu açıkça görmeye başladılar. Bu bölgelerde hayatta kalmayı başaran insanların neredeyse tamamı kraterin etrafında toplanmışlardı ve inançlı bir şekilde ölmek için kıyamet hazırlıklarını yapıyorlardı.

“Sen inanma,” dedi darılarak Aber ve dışarıdaki gökyüzünü gösterdi. Sürekli simsiyah bulutlarla kaplıydı. “Duman. O da alamet.”

“O halde ben bir gözümü kopartayım da Deccal’i aramakla fazla zaman kaybetmeyin,” diye alay ederek konuştu William. Bu saçmalıklara zaman ayıramazdı. Aber’in inançlarına saygı duyuyordu ama buraya niçin geldiğini de kendisine hatırlatmak istiyordu.

“Ben bir bilim adamıyım Aber. Kusura bakma ama senin kadar kesin konuşamam. Kanıt bulmam gerekiyor.”

Helikopter yavaşça alçalmaya başlamıştı. William işte bu anı bekliyordu. Aber de arkasında konuşmadan indi.

“Kâfir,” diye içinden söylendiğini William duyabiliyordu, Aber ile arasının artık eskisi gibi olmayacağı belliydi.

Krater kocamandı, oluşan boşluk ise derinlere kadar gidiyordu. Her taraf küçük büyük kaya parçalarıyla doluydu. Dağlar tuzla buz olmuştu sanki burada. Hemen yerden toprak numunesi toplayarak işe başladı, ardından da Aber’e yerde gördüğü taşlardan birkaç tane toplamasını rica etti.

Eline aldığı taşlardan birini incelerken aslında onun ne olduğunu biliyordu: “İridyum.”

Ağır olan taşları toplamasına yardım etmek için Aber’in yanına gitti ve krateri göstererek: “Bu bir kıyamet alameti değil. Sadece devasa bir meteor… Bundan 65 milyon yıl önce dinozorların soyunu yok ettiği düşünülen cinsten hem de.”

Varoluş 2

Yazar: Gürhan Öztürk
Sayfa Sayısı : 336
Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık – 9 Temmuz 2020

 

Umut ne kadar yüce bir kavram gibi geliyor kulağa. Onunla yaşıyoruz ve var olmaya devam ediyoruz. Attığımız her adımda onu hissediyor olsak bile bazen unutuveriyoruz. Oysa aldığımız en ufak bir zaferde ona borçlu olduğumuzu sürekli kendimize hatırlatmamız gerekiyor. Bir zaman gelir, öyle bir kuzey rüzgârına yakalanırsın ki her şeyin elinden uçar gider. Nefes almak bile güçsüzleşir. Yüreğin nefretle dolar ve kendine şu soruyu sormaya başlarsın: “Ben niye yaşıyorum?” Hatta daha da ileri gidersin ve “Ben neden varım?” diye sorarsın. Yanıt bulamazsın ve karanlığa sığınmak zorunda kalırsın.

Seni sürükleyen poyrazın bir parçası olursun. Toprak olsa da umutların seni hayata bağlayan ve yine var olmanı sağlayan şey ailedir. Onunla umutlanırsın ve yaşarsın. Onunla kaybedersin ve yok olursun. Sonunda yine o seni bulur ve tekrardan ayağa kaldırır. Ailen varsa umudun hep seninle beraber olmaya devam eder. Kızım hayatta olsaydı ona vereceğim yegâne öğüt şu olurdu: “Kızım, umut asla kaybedilmez! Onu kaybettiğini düşünüyorsan bakacağın iki yer vardır. Biri kendi yüreğin, diğeri de ailenin…”

Beklenen an geldi… Varoluş mücadelesi kaldığı yerden devam ediyor.. Peş peşe gelen ölümlerin getireceği acılar Poyraz ve grubunu Reis ve Hoca Efendi’den daha güçlü bir düşmanla karşı karşıya getirecek! En son çadır kentte bıraktığımız kahramanlarımız daha zorlu bir macerayla karşı karşıya ve bir yandan da William’ın herkesi uyarmaya çalıştığı “Kış” da gelmek üzere…

Ön Okuma

Onu özlüyordu. Bunu kendisine itiraf edemese de gerçek buydu. İnsanların arkasından konuştuklarını duymamaya alışmıştı, ama birisini özlemenin ne kadar acı verici olabileceğini hiç tahmin etmemişti.

Toplamda kaç ülke olduğunu da bilmezdi, hiçbir zaman coğrafyası iyi olmamıştı. Ama burada ellerinden geldiğince dünyada kurtarabilecekleri tüm ülkelerden insanları getirdiklerini biliyordu. Her ülkenin standart olarak yedi kişiyi getirmesine izin verilmişti. Bu sayıya ülkenin yöneticilerin aileleri dâhil değildi, bu yüzden bir kişinin en azından eşi ve çocuğuyla beraber geldiği hesaplandığında geminin her ülkenin nüfus olarak yirmi civarı insanını barındırdığı söylenebilirdi.

Bir de geminin teknik eleman kadrosu vardı. Bu kadro yetmiş kişiden oluşuyordu ve çok farklı ülkelerden insanları barındırıyordu. Beş kişi ile en çok Çin’den teknik eleman bu kadronun bir parçası olmayı hak kazanmıştı. Bu insanlar sürekli devasa bilgisayarların olduğu kısaca teknik oda denilen yerden hiç ayrılmazlardı. Bilgisayarlarının başında sürekli uyduları takip ederler ve ülkelerin son durumlarını rapor ederlerdi.

Hizmet kısmında ise daha çok elemana ihtiyaç olmuştu tahmin edilebileceği düzeyde, aşçısı, temizlikçisi, çocuk ve yaşlı bakıcısı derken 800 eleman işe alınmıştı, burada para kazanmak tabi asıl kazanç değildi hiç biri için. Tek acı yönü ailelerini getirememeleriydi. Ama şanslı olanlar da yok değildi. Bazıları tüm ailesiyle buraya kabul edilmişti, aile üyelerinden bir kısmı boruları tamir ederken bir kısmı yemeklerle ilgileniyordu. Yani tüm ailenin elinin bir işe yatkın olması hayat kurtaran bir faktöre dönüşmüştü.

Bu geminin bu kadar kişiyi bu kadar zaman içerisinde toplamayı başarması gerçekten de takdire şayan bir olasılığın gerçekleşmesi demekti. William coğrafyadan anlamazdı, ama matematikte çok iyiydi, istatistikte daha da iyiydi. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi için ya iyi bir öngörüye ihtiyaç olunduğunu ki aralarında tanrının olduğuna hiç inanası gelmiyordu ya da en mantıklısı olarak önceden bu olaya hazırlık yapılmış olmasıydı. Bu gemi çok iyi saklanmış bir projenin ürünüydü, bu kadar ülkeden kişinin bir şekilde emeğini ortaya çıkartmasının gerektiği. Yani böyle bir felaketin öncesinde bir sürü ülkeyi inandırmak ve bu plana dâhil etmek çok büyük bir ustalık gerektiriyordu. Bu nedenlerden ötürü de adı bile konmasına gerek olmamış bu geminin büyük mimarıyla tanışmayı çok istiyordu.

Bu gemi insanlığın ya kurtuluşu olacaktı ya da gerçekten de gelen kıyametin arifesinde bekleme odası görevi görecekti. İlk bu gemiye geldiği zaman hep etrafında ileri gelenler diye bahsi geçen kişilerle çevrili olduğunu fark etmişti. Her biri bir ülkenin başbakanı ya da tarım bakanı ya da onun gibi bir şeyiydi. Genelde ekonomi bakanları getirtilmişti, ama eğitim bakanları pek şanslı değildi bu konuda. Sanırım onlara yedi kişinin adını verin dediklerinde çoğu kişi ilk akıllarına gelen birkaç bakanı düşünmeden söyleyivermişti. İnsanların bu kapitalist düzende aklına ekonomi bakanlarını getirmemeleri de biraz olanaksız olurdu neticede.

Aklında bir sürü soru vardı. İlk başta dünyamıza ne olduğuydu. Aynı anda her yer kararmış, devasa bir gök gürültüsü eşliğinde yer yarılmıştı resmen. Çoğu kişi Arap Yarımadasının tüm dünyayı etkileyen bu felaketin merkezi olduğunu düşünüyordu. Orada yıldızların gözleri kör ettiğini söylüyorlardı. Bu çok saçma bir durumdu ve gerçeği ortaya çıkartması fazla zamanını almamıştı. Dünyaya dev bir meteor düşmüştü ve bu felaketin geleceği önceden biliniyor olmasına rağmen kaçışın olmayacağının anlaşılmasıyla ortaya atılmış başka bir fikrin peşinden gidilmişti. Bu gemi de bunun bir sonucuydu.

Halkına hiçbir ülke durumu söylememişti, bu projeye imza atıldıktan sonra. Söylemeyi tercih eden ülkeler elbette olmuştu, ama oralarda rejim değişikliğine gidilerek yeni gelen kişilerle bu işin halledildiği söylenebilirdi. İnsanların çoğu elbet bu doğa olayını seyretmek isteyecekti, bir daha milyon sene geçse bile gerçekleşmesi olanaksız bir olay oluyordu ne de olsa. Bir meteor, neredeyse ayın kendisini bile yok edebilecek kadar büyük bir meteor dünyamızın yakınından geçecekti, çok fazla ortaya komplo teorileri atılmıştı bile. Herkes bu meteorun dünyamızın çekim alanına gireceğini ve koca bir kıtaya zarar verebileceğini söylüyordu. Hükümetin derhal tedbir alması gerektiğini söyleyen uzmanlar pek kaale alınmıyordu, ama halkın bir kısmı çantalarına erzaklarını koymuş ne olur ne olmaz diye bekleme akıllığını göstermişti.

Gemiye getirilen kişilerin gemiden ayrılmaları çok zordu. Ancak ortaya iyi bir bahane atılırsa buna izin verilebiliyordu. Bunlardan biri bir ülke kendi arasında ortak bir karar alırsa halkının yanına dönebilecek olmasıydı. Bunu ilk gerçekleştiren ülkelerden biri Türkiye olmuştu, ama arkasından devamı da gelmişti. Çoğu ülkenin ortada bir ordusu bile kalmamıştı, ama felaketin öncesinde ülkeler ordusunun geri kalanının kendileri dönene kadar ikamet edebilmesi için bir yer ayarlamayı akıl edebilmişti. Sonuçta ordu güç demekti. Ordusu sıfırlanmış ülkelerin siyasi gücü de kalmıyordu ve felaket sonrasında değişen coğrafyada yeni çizilen sınırlarda bu ülkelerin söz hakkı da kalmamış oluyordu. Bazı ülkeler çoktan silinmiş, mecburen yakınlarındaki daha güçlü ülkelere katılmak zorunda kalmışlardı. Bu sınırların çizilme süreci o kadar kasvetli ve saçmalıkla doluydu ki William sabrının tükendiğini hissediyordu çoğu zaman.

Yalnızca bir defa uzmanlık alanının sayesinde gemiden ayrılabilmişti. Kendisi paleontologdu ama daha çok burada olmasını sağlamış olan kan bağı sayesinde insanlar adını biliyordu. Fosilleri, özellikle dinozorları hayatının çoğu senesini feda edecek kadar çok seven William bu hobisi yüzünden pek fazla arkadaş edinememişti, ama bilgisi ihmal edilemeyecek kadar derindi. Bu yüzden meteorun düştüğü yeri bizzat inceleme şansı sadece ona verilmişti. Gerçi başkası olamazdı, çünkü bu uzmanlık alanından bir tek o ellerinde vardı. Döndüğü zaman durumun daha da ciddi olduğunu biliyordu artık. Meteorun düştüğü anda neden olduklarına çok takılmışlardı, ama nasıl atlamıştı asıl devamında olacakları. Meteorun etki alanını yerine inceleme fırsatını iyi bir şekilde değerlendirmeye çalışmıştı. Özellikle Arap Yarımadası’ndaki o devasa boşluğun etkileyici yönünü hiç unutmayacaktı. Çoğu kişiye bu bile yetiyordu Tanrının varlığına ve Kıyamet’in yakında olduğuna, ama o yere sağlam basmayı tercih ediyordu.

Felaket öncesinde onun görüşleri kimseleri rahatsız etmezdi, ama gemide farklı dinlerden gelen bir sürü ülke vardı. Zaten ülkelerin tarihlerinden gelen sürtüşmeler yaşanıyordu, bu gerilimlerin üzerine bir de din mevzusu yüzünden sorun çıksın istenmiyordu. Her şeyi iyice geren asıl şey adı Kıyamet Sayacı olarak bilinen geri sayım bilmecesiydi. O buna bir yanıt bulabileceğine emindi, ama bu konuda insanlar tartışmak bile istemiyorlardı. Yerini bile eldeki teknolojiyle bulamadıkları bir sinyaldi bu, kesin melekler bize bunu uyarı olsun diye gönderiyorlardı. Hem hiçbir dünya dilini de unutmamışlardı. Bazen o insanların beyinlerine girip değişiklikler yapmayı çok istiyordu. Gerçi aynı düşünceleri ona karşı olan insanların da paylaştığına emindi.

Odasında yatağının kenarına süs olarak tutuyordu meteorun düştüğü yerden getirdiği taşları. Artık başka da kıymeti kalmamıştı zaten onların. Pencereden okyanusa bakıyordu. Kim bilir nerelerdelerdi, coğrafyasının iyi olmasını çok isterdi şu anda. Yön tayini bile yapamıyordu artık.

Gözlerini kapatıyordu, yalnızca üç defa hayatına giren, ama bu üç yaşanmışlığın bile ona âşık olmasına yettiği kızıl saçlı kadını hayal etmekteydi. Onun rüyalarına girmesi umuduyla gemideki bu yaşama katlanıyordu. Hayal mi ettiği yoksa gerçekten onu rüyasında görüp göremediği bir uykunun ardından kalkması gerektiğini fark etti. Odasından hızlıca çıkarken yine akşam yemeği saatini geciktireceği telaşına kapılmıştı. Geminin çok önceden hazırlıklı olmalarının bir kanıtı olarak depolarında en az iki senelik gıda ve ilaç olduğu söylenmişti. Ama kural gereği odaya servis edilen kahvaltı dışında, öğle ve akşam yemeği için salona gidilmesi gerekiyordu. Herkese bir yemek limiti konmuştu, yalnızca iki şey şu an için limitsiz duruyordu: su ve baş ağrısı ilacı.

Kendi ülkesinin masasında toplam otuz üç kişiden oluşan bir kafilenin içerisinde oturuyordu. Burada bulunmasını sağlayan kişi her zaman olduğu gibi ona selam bile vermiyordu. Amcası Brandon Storms İngiltere’nin ta kendisi dense yeriydi, gizli servisin başındaydı. William pek anlamazdı, o yüzden hiç tam olarak neyin neresindeki başkanı olduğunu bilmiyordu. Ona göre mesleği yüzünden Mycroft Holmes’un günümüze adapte edilmiş haliydi. Tabi bu yalnızca bir benzetmeydi. Ne görünüşünü ne de karakterini meşhur kurgusal dedektif Sherlock Holmes’un ağabeyi ile bağdaştırabilirdiniz. Kendisi üç sıfat ile tarif edilebilirdi: işiyle evli, sır deposu ve dindar. Bu üçüncüsü William ile arasında büyük sorunlara dört kere gebe olma sınırına kadar gelmişti, ama neyse ki her biri biraz da William’ın alttan alma özelliği sayesinde atlatılmış tehlikelerdi.

Kardeşi yani William’ın babası öldüğünden beridir Brandon elinden geldiğince yeğenine sahip çıkmaya kalkışmıştı, ama kalkıştığıyla kalmıştı sadece. William özgür ruhunun kafese atılmasına müsaade etmemişti. Bu gemiye gelmeyi de hiç arzu etmemişti, hatta tüm bu kurguyu amcasının ona yola getirmek için ayarlamış olduğunu bile düşünmemiş değildi. Ama gökte görülen şeyi inkâr edemezdiniz. Tabi bu düşüncesini amcasına demiş olması onun imana geldiği sonucunu çıkartmasına yetmezdi.

Sesini çıkartmadan yemeğini yerken genelde masada sağ tarafına oturan rahip Carl ile pek hayatın anlamını çözmesini sağlamayacak tek taraflı sohbete katılmak zorunda kalırdı. O konuşmazdı, Carl ona bir şeyler anlatırdı. Bunu da Brandon’ın ayarladığına emindi, ama her zaman olduğu gibi elinde kanıtı yoktu. Gemide ilk kez karşılaşmıştı rahip ile. Diğer insanların aksine hiçbir ileri gelen insanın akrabası değildi, gemide çalışan insanların arasında da yer almıyordu. Bu gizem ile ilgili yalnızca bir defa konuşmuştu. Onda da büyük mimarın adı geçmişti. Bir türlü tanışmadığı bu büyük mimarı anlaşılan Carl tanıyordu ve gemiye alınmasına bizzat büyük mimar yardımcı olmuştu.

Kırmızı şarap en çok tüketilen içkiler arasındaydı, bu akşam yemeğinde de gelenek bozulmamıştı. Güzel bir bifteğin yanına bol acı katılmış pirinç pilavı ile haşlanmış ıspanak günün yemeğini oluşturuyordu. Bu yediği etin ne zaman bedenine girecek son protein kaynağı olacağını merak ediyordu, sonuçta et en çabuk bitecek gıda ürünlerinden biri olacaktı gemide. Bol acılı pilavın nedeninin insanların bağırsaklarını çalıştırma amacı taşıdığına inanıyordu, böylece insanlar aralarında tatsızlık çıkartmak yerine odalarındaki tuvaletlerinde akşamın geri kalanını geçireceklerdi mecburen. Ama ıspanak fena değildi, sonuçta yaralandığın zaman pıhtılaşmanın insan hemen devreye girmesini isterdi ve bunu da sağlayacak olan K vitamininden bol bol vücuda giriyor olması iyi bir sigorta yaptırmaya bedeldi bu gemide.

Yemekten sonra hemen odasına geçerdi genelde, amcasına bir selam bile veremeden çünkü amcası tabağına gömülü vaziyette dururdu, hiç yeğenine bakmamaya ant içmişti resmen. Ama bugün farklıydı, o daha yemeğindeki son lokmaları bitirmeden amcası ayağa kalkmıştı ve ona doğru geliyordu.

“Nedendir bilmiyorum. O meteor konuşman ile insanlar üzerinde kısa süreliğine de olsa ilgi kazanmayı başarmış olmandan mıdır yoksa o kızıl saçlı Türk büyükelçi ile aranda fark edilebilir bir şekilde artan samimiyetten midir, ama birilerinin odak noktası olmuş durumdasın.”

“Sana da merhaba, amca. Her zaman en karışık cümleleri seçersin zaten. Ama önce bir İngilizce beyefendisi gibi davranmayı öğrensen sana bu daha çok yakışırdı, inan bana.”

Espri kaldırmayan bünyesi ile Brandon her zaman yeğeniyle her konuda uzun uzadıya tartışırdı, William’ın söylediği her kelime onun için karşı tarafın savunma yapmasını gerektiren bir suç unsuruydu adeta.

“Acelem varken selamlaşmalarla vakit kaybetmeyi sevmediğimi bilirsin. Cümleme kulak verseydin de çok karışık olmadığını anlayabilirdin, Tanrı aşkına bilim adamı olan sensin güya.”

“Her zamanki formunda gördüm seni, amca. Neyse daha uzatmaya niyetim yok. Kimin odağında olduğumu söyleyecek misin peki? Yoksa önce biraz daha azarlamayı mı düşünüyorsun?”

“Kulakların mı sağır? Sana vakit ayıramayacağımı söyledim, azarlamak da sana vakit ayırmamı gerektirir. Şimdi iyice dinle beni.”

“En büyük hatalarımdan ilkini gerçekleştirmemi istiyorsun gene yani, amca.”

“Beni gerçekten dinlemiş olsaydın bunu bir hata olarak görmezdin bile, seni küstah. Hala nasıl benim yeğenim olduğuna inanamıyorum.”

“Kanıt istiyorsun yani, senin durumunda bu güzel bir gelişme demek oluyor.”

William bile konuşmayı gereksiz yere uzattığının farkındaydı, ama Alev gittiğinden beri pek sosyalleşme fırsatı bulamamıştı. Bu nedenle amcası sayesinde elde ettiği bu fırsatı sonuna kadar sömürmeye kararlıydı. Ne de olsa amcası en sonunda ona kimden bahsettiğini söyleyecekti. O kişi kimse bir yere ayrılacak değildi ya gemiden ne de olsa.

“Sözlerimi çarpıtmayı bırak da beni dinle. Seninle görüşmek istiyor. Bana haber verdiler. Yemekten sonra hemen odasına gitmeni istediler.”

Amcası pek gizemi sevmezdi, hemen gerçeği söylerdi. Ama burada cümlenin öznesini direk ağza almayacak kadar bir gizem havasına bürünmeyi tercih etmişti. William’ın ne demek istediğini anlayacağını ummuştu anlaşılan. William da aptal değildi, kimin onu görmek istediğini anlamıştı tabi ki de.

“Demek sonunda onunla tanışacağım” dedi gururlu bir havayla.

“Bu gururlanmaya değecek bir konu değil, William. Dikkatli ol, bu durum hiç hoşuma gitmedi” diye uyardı amcası. Amcasındaki bu garip tutum ilgisini çekmişti, ama ondan bu konuda ne kadar uğraşsa da yanıt almayacağını biliyordu. Ne de olsa William’ın ona taktığı ikinci sıfatı son derece hak ederek taşıyordu, yani sır deposu unvanını.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın