Mitoloji Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri” – Joseph Campbell

Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri

Yazar: Joseph Campbell
Orijinal Adı: Goddesses: Mysteries of the Feminine Divine
Çevirmen : Nur Küçük
Sayfa Sayısı : 314
İthaki Yayınları – Haziran 2020

EBEDİ DİŞİDİR,
BİZİ YUKARI TAŞIYAN.

Karşılaştırmalı mitoloji sahasının önde gelen isimlerinden Joseph Campbell’ın Tanrıçalar isimli çalışması, tarih öncesinden Rönesans’a kadar tanrıça kültünün doğuşu, gelişimi ve dönüşümü üzerine ayrıntılı bir kitap. Hazırlanış sürecinde Campbell’ın geniş bir dinleyici kitlesine verdiği konferansların notlarından yararlanılan kitabın asıl amacı, günümüz kadınına rehberlik edebilecek ezeli ve ebedi bir kadın figürü sunmak. Bu doğrultuda sık sık çağdaş dünyaya dair yorumlar da yapan Campbell’ın metnine çok sayıda görsel materyal eşlik ediyor.

“Günümüzde kadınların karşı karşıya bulunduğu zorlukların birçoğu, dünyada önceden erkeklere ayrılmış olan ve mitolojik bir kadın modelinin yer almadığı bir eylem alanına girmelerinden kaynaklanıyor… Yaşanmakta olan hiçbir şeyin modeli yok. Her şey değişiyor, erkeklere ait vahşi ormanın kanunu bile. Geleceğe serbest düşüş dönemindeyiz ve kadın erkek her birimizin kendi yolunu çizmesi gerek.”

Ön Okuma

GİRİŞ

Yüce Tanrıça Üzerine

Günümüzde kadınların karşı karşıya bulunduğu zorlukların birçoğu, dünyada önceden erkeklere ayrılmış olan ve mitolojik bir kadın modelinin yer almadığı bir eylem alanına girmelerinden kaynaklanıyor. Buna bağlı olarak, kadın kendini erkeklerle rekabet ilişkisi içinde bulmakta ve bu sırada kendi doğasının anlamını kaybedebilmektedir. Kadın başlı başına bir varlıktır ve geleneksel olarak (neredeyse dört milyon yıldır) o varlığın erkek ile ilişkisinin deneyimlenme ve temsil edilme şekli doğrudan doğruya rekabet olmamıştır. İki cins de yaşamı sürdürme ve destekleme gibi çetin bir sınavda işbirliği yapmışlardır.

Kadının biyolojik olarak üstlendiği rol çocuk doğurmak ve yetiştirmekti. Erkeğin rolü ise desteklemek ve korumaktı. Her iki rol de biyolojik ve psikolojik açıdan arketip niteliğindedir. Fakat şimdi gerçekleşen şey, erkekler tarafından elektrikli süpürgenin icat edilmesinin sonucu olarak, kadınların eve geleneksel bağımlılıklarından bir ölçüde kurtulmalarıdır. Kadınlar, kadın modellerin bulunmadığı bireysel arayış, başarı ve kendini gerçekleştirme alanlarının vahşi ortamına giriyorlar.

Dahası, kendi kariyerlerinin peşine düşerken gitgide artan biçimde farklılaşmış kişilikler olarak ortaya çıkıyor,biyolojik role yönelik eski arketipik vurguyu geride bırakmaya başlıyorlar, fakat ruhları yapısal olarak o role bağlı kalmaya devam ediyor. Lady Macbeth’in girişeceği eylemin öncesindeki acımasız yakarışı ‘Kadınlıktan çıkarın beni!’ erkeklere ait bu vahşi ormanda rekabete yeni giren birçokları için dile getirilmemiş ama derinden hissedilen bir çığlık olmalı.

Ama buna gerek yok. İçinde bulunduğumuz zamanın dayattığı ve birçok kadının erkekler gibi değil, bir kadın gibi karşıladığı, kabul edip karşılık verdiği zorlu görev, bir biyolojik arketip ya da erkekleri taklit eden bir kişilik olarak değil, bir birey olarak serpilmektir. Tekrarlamak isterim, mitolojimizde birey olarak kadının arayışı için hiçbir model yoktur. Bireyleşmiş bir kadın ile evlenen bir erkek için de model yoktur. Bu işte beraberiz ve birlikte çözüm üretmek zorundayız, ancak (her zaman arketipik olan) tutku ile değil, şefkat ile, birbirimizin gelişimini sabırla teşvik ederek.

Bir yerlerde eski bir Çin bedduası okumuştum: ‘İlginç zamanlarda dünyaya gelesin!’ İşte bu da çok ilginç bir zaman: Yaşanmakta olan hiçbir şeyin modeli yok. Her şey değişiyor, erkeklere ait vahşi ormanın kanunu bile. Geleceğe serbest düşüş dönemindeyiz ve kadın erkek her birimizin kendi yolunu çizmesi gerek.

Eski modeller artık işe yaramıyor, yenisi de henüz oluşmadı. Aslında, ilginç yaşamlarımızı şekillendirirken yeni modeli şekillendirmekte olan bizleriz. Zamanımızın meydan okumasının bütün anlamı da (mitolojik açıdan): Bizler gelecek çağın ‘atalar’ıyız; farkında olmasak da, geleceğin destekleyici mitlerinin, gelecek yaşamlara esin kaynağı olacak mitsel modellerin yaratıcılarıyız.

Dolayısıyla, çok gerçek anlamda şu an yaratım anıdır, söylendiği gibi;  “Hiç kimse yeni şarabı eski tulumlara doldurmaz, yoksa tulumlar patlar, hem şarap, hem de tulumlar ziyan olur. Yeni şarap yeni tulumlara konur” (Markos 2:22). Bizler, deyim yerindeyse, henüz ilk kez tatmakta olduğumuz yeni ve sert şarap için yeni tulumları hazırlayanlar olmak zorundayız.

YONTMA TAŞ ÇAĞINDA TANRIÇA

Güney Fransa ve kuzey İspanya’daki Paleolitik resimli mağaralar dönemine ait (aşağı yukarı İÖ 30.000 ile 10.000 arası) Yontma Taş Çağı sanatında kadın, günümüzde iyi bilinen “Venüs” heykelciklerinde çıplak olarak tasvir edilir. Kadının bedeni onun büyüsüdür: Hem erkeği çağırır hem de tüm insan yaşamının taşıyıcısıdır. Dolayısıyla, kadının büyüsü birincildir ve doğanın büyüsüdür. Erkek ise tersine her zaman bir tür rolle temsil edilir, bir işlevi yerine getirmekte, bir şey yapmaktadır. (Gerçekten de bugün bile kadının güzelliğinden, erkeğin ise neler yapabildiğinden, yaptığından, işinden bahsederiz.)

Söz konusu dönem avcı ve toplayıcı kabilelerin zamanıydı; kadınlar kök ve yemiş toplar, küçük av hayvanlarını avlar, erkeklerse tehlikeli büyük avcılıkla meşgul olur, yanı sıra karılarını ve kızlarını yağmacılardan korurlardı; bilmeniz gerekir ki, kadınlar hem değerli hem de ilgi çekici ganimetlerdi. Ok ve yay henüz icat edilmemişti. Her an avlanma ve dövüşme halindeydiler. Hayvanlar devasa büyüklükteydi: Tüylü mamutlar, gergedanlar, dev ayılar, sığır sürüleri ve aslanlar. Yüz binlerce yıl hüküm sürmüş ve bugün içinde yaşadığımız bedenlerin evrilmesi ve işlevlerinin pekişmesine sahne olmuş bu şartlarda kadınlar ve erkeklerin dünyaları ve ilgileri arasında kökten bir ayrılık gelişti ve devam etti. Söz konusu olan sadece işlevlere ilişkin biyolojik bir seçim değil, ama tamamen farklı iki yönde verilen toplumsal eğitimdi.

Kadın heykelcikleri, erkek ritlerinin yapıldığı resimli büyük mağaralarda değil, ailelerin yaşadığı barınaklarda bulunmuştur. O derin, karanlık, nemli ve tehlikeli mağaralarda kimse yaşamamıştı. Buralar erkeklerle ilgili bir büyünün ritüellerine ayrılmıştı: Oğlan çocuklarını cesur erkeklere dönüştürmek, onlara avcılık ritlerini öğretmek, bu ritler aracılığıyla korkunç hayvanları yatıştırmak, yaşamlarını verdikleri için onlara teşekkür etmek ve yeniden doğmaları için yaşamlarını hepimizin annesinin, bu Dünya’nın rahmine, asıl büyük mağaranın karanlık, derin, huşu veren rahmine büyülü bir şekilde geri göndermek.

İnsanlığın bu en erken tapınaklarının (bunlar tanrıça Yeryüzü’nün rahimleridir, tıpkı daha sonraları katedrallerin Kilise Ana’nın rahmi olacakları gibi) kaya duvarlarındaki güzel hayvan formları, yukarıdaki, yani hayvanların yaşadığı düzlüklerin yüzeyindeki hayvan sürülerini temsil eden tohum halindeki formlarıdır. Mağaralara inip de o zifiri karanlıkta bütün yön duygunuzu yitirdiğinizde, yukarıdaki aydınlık dünyanın sadece bir anıdan, ne ilginçtir ki sadece gölge bir dünyadan ibaret kalması inanılmazdır. Gerçeklik aşağıdadır.

Yukarıdaki sürüler ve bütün yaşamlar ikincildir: Türedikleri yer burasıdır ve dönecekleri yer de burasıdır. Bu mağaraların en büyüklerinden birkaçında, ritüelleri yönetenlerin -şamanlar, büyücüler veya benzerleri- tasvirlerini görüyoruz. Bunlar Venüs heykelcikleri gibi ayakta duran çıplak figürler değildirler, giysileri ve maskeleri vardır ve bir işle meşguldürler. Bunun harika bir örneği, Les Trois Freres (Üç Kardeşler) diye bilinen mağaradaki Büyücü’dür. Ama başkaları da vardır. Her zaman yarı hayvan formunda, maskelidirler ve büyük avcılıkla ilgilenen büyücüler olarak bir işle meşguldürler.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın