Boris Vallejo
Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Kent” – Clifford D. Simak

Kent

Yazar: Clifford D. Simak
Orijinal Adı: City
Çevirmen : Kemal Baran Özbek
Sayfa Sayısı : 314
İthaki Yayınları – Temmuz 2020

 

“Bilimkurgu okumak demek Simak okumak demektir. Simak’ın öykülerini sevmeyenler, bilimkurgu sevdiklerini söyleyemezler.” –Robert A. Heinlein

Uluslararası Fantazi Ödülü

“Ateşler gürleyip rüzgâr kuzeyden estiğinde köpeklerin anlattığı öykülerdir bunlar…”

Onu diğer birçok bilimkurgu yazarından ayıran pastoral, nazik bir üsluba sahip olan Clifford D. Simak, bilimkurgunun altın çağının ürettiği ilk üstatlardan biri. Simak’ın en şöhretli kitaplarından olan ve birbirine bağlı öykülerden oluşan Kent ise yazarın fikir dünyasını en kapsamlı şekilde ortaya koyan eseri.

Milyonlarca yıl gelecekte, Köpek toplumu, İnsan denen mitolojik bir yaratık hakkındaki öykülere sahiptir. Köpekler, robot hizmetkârlarıyla beraber doğayla iç içe, barışçıl bir hayat sürmektedir. Kent ve savaş gibi şeyleri akla hayale sığmaz kavramlar olarak görürler. İnsanlar, birer masal kahramanıdır onlar için.

Ucuz atom enerjisi yaygınlaşmış, topraksız tarım geleneksel tarımın yerini almış, herkesin sahip olabileceği kişisel helikopter ve uçaklar sayesinde uzak mesafe diye bir şey kalmamıştır. İnsanların toplu halde yaşamasını gerektiren tüm unsurlar ortadan kalktığından kentler boşalmaya başlamıştır.

Önündeki engelleri bir bir yıkan İnsanlık, yeni ufuklara açılmaya hazırdır artık. Tüm bu gelişmelerin merkezinde ise insanlık tarihinde kilit bir rol oynayacak Webster ailesi bulunmaktadır. Webster ailesinin bireylerinin hikâyeleri, çok uzun bir zaman boyunca anlatılmaya devam edecektir.

Kent, geleceğin efsanelere dönüşmüş hali.

Ön Okuma

I

Kent

 

Gramp Stevens katlanır sandalyesine oturmuş, güneşin o sıcacık, yumuşacık ışınlarının kemiklerine işlediğini hissederek çim biçme makinesinin çalışmasını izliyordu. Makine çimin sınırına ulaştı, halinden memnun bir tavuk gibi gıdakladı, düzgün bir dönüş yaparak bir yığını daha altına aldı. Biçilen çimlerin dolduğu torba biraz daha şişti. Makine ansızın durup heyecanla öttü. Hemen akabinde aletin yan tarafındaki bir panel hızla açıldı ve vinç şeklinde bir kol dışarı uzandı. Hevesli çelik parmaklar çimde gezindi, bir taşı sıkıca kavrayarak yükseldi, taşı ufak bir kaba bıraktı ve tekrar panele girerek kayboldu. Çim biçme makinesi tiz bir ses çıkardı, sonra o muayyen mırıltıyla yeniden işine koyuldu.

Gramp makineye bakarak kuşkuyla homurdandı.

“Günün birinde,” dedi kendi kendine, “bu lanet olası alet bir hata yapacak ve bir sinir harbi geçirecek.”

Sandalyesinde geriye doğru yaslanıp yukarıdaki güneşli gökyüzüne baktı. Çok uzaktan bir helikopter geçiyordu. Evin içinde bir yerlerde bir radyo çalıştı ve rahatsız edici bir müzik duyulmaya başladı. Bunu duyan Gramp şöyle bir titreyip sandalyesine daha da gömüldü.

Genç Charlie bir kopuş seansına hazırlanıyordu. Kahrolası çocuk. Çim biçme makinesi kıkırdayarak yanından geçerken Gramp kısık gözlerle makineye kötü kötü baktı.

“Otomatik,” diye söylendi göğe bakarak. “Şimdilerde her bir halt otomatik. Makineyi alıp kulağına fısıldıyorsun ve o da işi yapmak için fırlıyor.”

Derken kızının, müziği bastırabilmek için sesinin en yüksek tonuyla, pencereden ona seslendiğini duydu.

“Baba!”

Gramp huzursuzca doğruldu. “Evet, Betty.”

“Baba, çim biçme makinesi sana yaklaştığında oturduğun yeri değiştirmeye bak. Onunla inatlaşmayı deneme. Sonuçta, o sadece bir makine. Son defasında öylece oturdun ve aletin sadece sandalyenin etrafını kesmesine neden oldun. Ona yolu açtığını hiç görmedim ki zaten.”

Adam yanıt vermedi, kız uyuduğunu sanıp onu kendi haline bırakır umuduyla başını hafifçe sallamakla yetindi.

“Baba,” diye seslendi kız, “beni duydun mu?”

Gramp bunun işe yaramayacağını anlamıştı. “Tabii ki duydum seni,” dedi kıza. “Ben de tam kalkmak üzereydim.”

Bastonuna iyice dayanarak yavaşça ayağa kalktı. Belki de böylelikle, kızı onun ne kadar yaşlandığını ve elden ayaktan düştüğünü görür de babasına olan davranışlarından dolayı pişmanlık duyardı. Bununla beraber, dikkati elden bırakmamakta fayda vardı. Bastona aslında ihtiyaç duymadığını anlayacak olursa, kız ona bazı işler verebilirdi, gelgelelim bastona aşırı derecede yaslanacak olursa da o aptal doktoru tekrar başına musallat edebilirdi. Söylene söylene sandalyeyi çimin kesilmiş olan tarafına aldı. Bu sırada yanından geçmekte olan çim biçme makinesi ona şeytanca kıkırdadı.

“Bir gün,” dedi Gramp ona, “sana öyle bir çelme atacağım ki, mekanizman darmadağın olacak.”

Makine ona doğru yuhalarcasına bir ses çıkararak çimin üzerinde sakince ilerlemeyi sürdürdü. Çimenlik sokak boyunca bir yerlerden ahenksiz bir metal sesi, kesik kesik bir öksürük duyuldu. Oturmaya hazırlanan Gramp, gerisingeri doğrularak bu sese kulak verdi. Ses şimdi daha net duyuluyordu, bir motorun gürüldeyen egzozu, gevşek metal bölmelerin takırtısı.

“Bir otomobil!” diye bağırdı Gramp. “Bir otomobil bu, canına yandığım!”

Kapıya doğru koşmaya yeltenmiş ama birden, güçsüz görünmesi gerektiğini hatırlayarak ilerleyiş şeklini gayretli bir topallamaya çevirivermişti.

“Şu bizim İhtiyar Johnson olmalı,” dedi kendi kendine.

“Arabası olan bir tek o kaldı geriye. Kahrolası hergele otomobil kullanmayı bırakmak için de fazla inatçı…”

Gerçekten de İhtiyar’dı gelen. Gramp harap haldeki paslı ve eski aracın, artık kullanılmayan sokak boyunca bir yandan kendine özgü sesler çıkararak hoplayıp zıplar vaziyette köşeyi dönüşünü görecek kadar çabuk varmıştı kapıya. Fazlaca ısınmış radyatörün üzerinden buhar tıslayarak fışkırıyor ve susturucusunu beş yıl veya daha uzun bir süre önce kaybetmiş olan egzozdan da mavi bir duman bulutu çıkıyordu.

İhtiyar, sokakların yabani otlar ve çimenle kaplanmış olmasından ve bunların altını görmenin durumu daha zorlaştırmasından dolayı yolun en pürüzlü yerlerinden kaçınmaya çalışarak direksiyonun ardında gözlerini kısmış halde, vurdumduymaz bir edayla oturuyordu. Gramp bastonunu sallayarak karşıladı onu.

“Selam, İhtiyar,” diye bağırdı.

İhtiyar el frenini çekerek aracı durdurdu. Araba yutkundu, titredi ve feci bir iç çekişin ardından hareketsiz kaldı.

“Ne yakıyorsun bunun deposunda?” diye sordu Gramp.

“Her şeyden biraz var,” dedi İhtiyar. “ Kerosen fıçının tekinde bulduğum bir miktar bayat traktör mazotu, bar fırt da ilkyardım alkolü.”

Gramp bu derbeder makineye bariz bir hayranlıkla baktı. “Hey gidi günler,” dedi sonra. “Benim de bir tane vardı, saatte yüz altmış kilometre yapardı.”

“Halâ iş görüyor,” diye belirtti İhtiyar, “onları çalıştıracak malzemeyi bulman veya tamir edecek parçaları edinmen yeter. Üç, dört yıl öncesine dek yeteri kadar benzin bulabiliyordum ama benzin görmeyeli uzun zaman oldu. Sanırım artık üretmiyorlar. Dediklerine göre, atom gücüne sahipken benzine ihtiyaç kalmıyormuş.”

“Orası öyle,” dedi Gramp. “Fakat bunun doğru olduğunu farz etsek bile, atom gücünü koklayamazsın ki. Bildiğim en tatlı şeydir yanan benzinin kokusu. Şu helikopterler ve diğer araçlar seyahat etmenin tüm romantizmini alıp götürdü her nasılsa.” Arka koltuğa yığılmış olan fıçılara ve torbalara baktı yan gözle.

“Sebze mi topladın?” diye sordu.

“Evet,” dedi İhtiyar. “Biraz tatlı mısır ve eski patates ve birkaç torba da domates. Belki satabilirim diye kurmuştum kafada.”

Gramp olumsuz yönde salladı başını. “Satamazsın, İhti yar. Kimse almaz bunları. İnsanlar bu yeni hidrofonik ıvır zıvırın yenebilecek tek bahçe ürünü olduğu gibisinden bir fikre kapılmış. Sağlıklı ve daha lezzetli olduğunu söylüyorlar.”

“O tankların içinde yetiştirdiklerinin tümünü toplasan, bir teneke kutu dolusu bozukluk etmez,” diye belirtti İhtiyar hırçın bir edayla. “Nedenini tam bilmiyorum ama, tadı pek hoşuma gitmiyor. Martha’ya da diyorum hep, besinlerin karakterli olması toprakta yetiştirilmelerine bağlıdır.”

Kontağı çevirmek için aşağı uzandı. “Bu malzemeleri kente götürmeye değer mi bilmiyorum,” dedi, “yolları ne vaziyette tuttuklarını düşününce. Ya da daha doğrusu tutmadıklarını. Yirmi yıl önce devlet otobanı kaliteli betondan yapılmış koskoca bir şeritti ve her kış çatlakları dolduruyorlardı. Yolu açık tutmak için her şey yapılır, tutarına bakılmaksızın para harcanırdı. Şimdi ise onu unutuverdiler. Beton baştan aşağı kırıklarla dolu, bazı kısımları ise tümden silinip gitmiş. İçinde dikenli çalılar büyüyor. Bu sabah arabadan inip orta yere devrilip yolu kapamış olan bir ağacı parça parça kesmek zorunda kaldım.”

“Ne demezsin,” diye onayladı Gramp.

Araba öksürüp tıksırarak canlandı. Altından koyu mavi bir duman bulutu süzüldü dışarı. Sonrasında ani bir silkinmeyle hareket etti ve sokak boyunca hantalca ilerlemeye başladı.

Gramp ağır ağır yürüyerek geri döndüğünde, ıslanmış olan sandalyesinden aşağı şıpır şıpır su damladığını gördü. Kırpma işini bitirmiş olan otomatik çim biçme makinesi, hortumunu çıkarmış çimi suluyordu şimdi. Alçak sesle lanetler okuyarak evin köşesini dönen Gramp arka kısımdaki sundurmanın altındaki sıraya yerleşti. Burada oturmayı sevmiyordu; ama ön kısımdaki makine bozuntusundan korunabileceği tek yer de burasıydı. Bu konumun arz ettiği, sokaklar dolusu boş, terk edilmiş evlere ve üzerini çalı çırpı bürümüş dağınık alanlara bakan manzaranın ruh daraltıcı bir etkisi olduğu yadsınamazdı.

Buna rağmen, evin bu cephesinin bir avantajı da yok değildi hani. Bu sırada oturdukça işitme duyusunun az biraz zayıfladığını farz edebilir ve radyodan yayılan o kafa patlatıcı müziğe katlanmaktan kurtulabilirdi. Tam o sırada, ön taraftan biri ona seslendi.

“Bill! Bill, Neredesin?”

Hızla arkasına döndü Gramp. “Buradayım, Mark. Evin arkasında. Şu lanet olası çim biçiciden saklanıyorum.” Mark Bailey, sakalını neredeyse tutuşturacak olan sigarası ağzında, topallayarak evin köşesini döndü.

“Oyun için biraz erkencisin, değil mi?” diye sordu Gramp.

“Bugün oyun oynayamayız,” dedi Mark.

Seke seke gelip sıraya, Gramp’in yanına ilişti.

“Biz gidiyoruz,” dedi neden sonra.

İrkilerek ondan yana döndü Gramp. “Gidiyor musunuz”

“Evet. Taşraya gideceğiz. Lucinda sonunda Herb’ü ikna etti. Bunu başarıncaya dek ona bir an bile rahat vermemiştir. Herkesin şu güzel kır evlerinden birine taşındığını ve bizim de aynısını yapmamamız için neden bulunmadığını söyleyip duruyordu.”

Telaşla yutkundu Gramp. “Peki nereye?”

“Tam olarak bilmiyorum,” dedi Mark. “Orada hiç bulunmadım. Kuzeyde bir yerlerde. Oradaki göllerden birinin kıyısında. Kırk dönüm kadar toprak aldık. Lucinda dört yüz dönüm istiyordu ancak Herb duruma el koyup kırk dönümün yeterli olacağını söyledi. Ne de olsa, bunca yıldır kentte ufacık bir yerle yetinmiştik.”

“Betty de bir süredir Johnny’nin başının etini yiyor,” dedi Gramp, “ama Johnny direniyor. Bunu yapamayacağını söylüyor. Ticaret Odası’nın başkanı olarak, kentten uzaklaşmasının yakışık almayacağını söylüyor.”

“Millet çıldırmış,” dedi Mark. Tamamen çıldırmış.”

“Aynen öyle,” diye onayladı Gramp. “Taşraya taşınma delisi olmuşlar. Şu hale bak.”

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın