Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Uzlaştırıcının Pençesi” – Gene Wolfe

Uzlaştırıcının Pençesi

Yazar: Gene Wolfe
Orijinal Adı: The Claw of Conciliator
Çevirmen : Kerem Sanatel
Sayfa Sayısı : 304
İthaki Yayınları – Nisan 2020

Genel İnceleme Puanı

Nebula En İyi Roman Ödülü
Locus En İyi Fantazi Romanı Ödülü

“KALIBIMIZIN DIŞINA ÇIKAMAMAMIZ, HÂLÂ YEGÂNE AFFEDİLMEZ GÜNAHIMIZDIR.”

Bilimkurgunun Melville’i olarak bilinen Gene Wolfe, spekülatif edebiyatın sınırlarını zorlayan, fantaziden bilim ve bilimden de fantazi çıkarmayı başaran, türün her alanında eşit muazzamlıkta eserler veren ender yazarlardan biri. Wolfe’un dilin ve türün imkânlarını sonuna kadar kullandığı, bilimkurgunun Ulysess’i olarak da anılan Yeni Güneş Kitabı’nın ikinci cildi Uzlaştırıcının Pençesi de en az ilki kadar esrarengiz.

Günümüzden yüz binlerce yıl sonrası. Ancak öyle bir gelecek ki geçmişten farkı yok. Bugüne ait kültür ve olaylar artık bir anı bile değil. Gezegen, beklenmedik ve gizemli biçimlerde değişimler geçirmiş. Güneş’in ömrünün sonu gelmiş, sönmekte.

İşkenceci Severian’ın, sürgün edildiği Thrax şehrine yolculuğu devam ediyor. Severian’ın yanında, kadim bir nesne de var artık. Kimi zaman iyileştiren, kimi zaman sadece cılız bir ışık yayan Pençe.

Severian kılıcı Terminus Est kadar keskin bir çizginin üzerinde kaderini anlamaya çalışırken, sadakatini isteyen kuvvetlerin arasından is karası peleriniyle geçip gidecek. Önüne maymunsu canlılar çıkacak, sonunda bir başkasının hatıralarını tükettiği bir ayine katılacak ve başka âlemleri gösteren bir kitap konacak önüne. Güneş elbet bir gün ölecek. Ve Yeni Güneş elbet bir gün doğacak.

Uzlaştırıcının Pençesi, açığa çıkardığı kadar saklayan ışığın kitabı.

“Wolfe’tan çok şey öğrendim. Muazzam bir yazar, yazdığımız türde eserler veren sanatçılar arasında en iyilerinden. Yeni Güneş Kitabı da tüm zamanların en önemli bilimsel fantazi epiklerinden.” –George R. R. Martin

“Geçtiğimiz yüzyılın en iyi bilimkurgu romanı.” –Neil Gaiman

Ön Okuma

1

Saltus Köyü

 

Morwenna’nın yüzü tek bir ışın demetinde süzülüyordu, pelerinim kadar kara saçlarının çevrelediği çehresi hoştu; boynundan kan damlıyordu taşlara. Dudakları konuşmaksızın kıpırdadı. Ses yerine, dudaklarının arasında (Sonsuzluktaki meskeninden Zaman Âlemi’ni seyreden Hüda bendim sanki) çiftliği gördüm, kahır içinde kendisini yatağa atan kocası Stachys’i, gölün başında ateşli yüzüne su çarpan küçük Chad’i.

Dışarıda, Morwenna’yı itham eden Eusebia, bir cadı gibi uludu. Onu susturmak için parmaklıklara yaklaşmaya çalışmamla hücrenin karanlığında kaybolmam bir oldu. Nihayet aydınlığa ulaşınca Hazin Kapı’nın gölgesinde uzanan yemyeşil bir yol gördüm. Dorcas’ın yanağından kan fışkırıyordu, bağırıp çağıran onca kalabalığa rağmen yere pıtırdayarak damlayan kanı işitebiliyordum. Sur öyle muazzam bir yapıydı ki dünyayı âdeta bir kitap ayracı gibi ortadan ikiye bölüvermişti. Tam önümüzde koca bir orman belirdi, sanırsın ta Urth’un oluştuğu günden bu yana serpilmiş, ağaçları sarp yamaçlar kadar yüksek, yemyeşil. Ortasından körpe çimlerin bürüdüğü bir yol geçiyordu, üzerinde erkekli kadınlı cesetler. Yanan bir arabanın dumanı mis gibi havayı kirletmiş.

Beş kişi kanca dişleri lazulitle kaplı aygırlara binmişti. Adamların indantren mavisi pelerinleri ve miğferleri, mızrak başları mavi alevle yanan kargıları vardı; hani kardeş olsalar yüzleri birbirlerine bu kadar benzemez. Bir insan kalabalığı ikiye ayrılıp kayaya vuran dalgalar misali bu binicilere akın etti, kimisi soldan kimisi sağdan. Dorcas kollarımdan koparıldı, aramıza girenleri biçmek Üzere Termin Est’i çektim ve tam vurmak üzereyken karşımda Üstat Malrubius’u buldum, sakindi, köpeğim Triskele de yanında, hem de onca kargaşanın ortasında. Onu görünce rüyada olduğumu anladım, hatta uykuda olmama rağmen, ondan öncesinde gördüklerimin rüya olmadığını da anladım.

Battaniyeyi üzerimden attım. Çan Kulesindeki çanlar kulaklarımda çınlıyordu. Kalkma vaktiydi, giyindiğim gibi soluğu mutfakta alma vakti, Aşçı Birader için kazanı karıştırıp mangaldan bir sosis aşırma vakti – yarı yanmış, tombul, sulu bir sosis. Yıkanma vakti, kalfalara yemek servisi vakti, Üstat Palaemon’un sınavından önce dersleri ezberleme vakti, Kalfa koğuşunda uyanmıştım ama hiçbir şey yerli yerinde değildi.

Yuvarlak kapının olması gereken yerde bomboş bir duvar, ara bölmenin yerinde kare bir pencere vardı. Ensiz sert döşeklerin yerinde yeller esiyordu, tavan da fazla basıktı. Asıl o zaman uyandım. Taşra kokuları – tıpkı kabristanın yıkık perde duvarının ardından rüzgârın taşıdığı çiçek ve ağaç kokuları gibi ama buram buram ahır kokusuyla karışık- pencereden içeri vuruyordu. Çanlar yine çaldı, biraz uzaktaki bir kuleden, Yeni Güneş’in zuhur edişine yakarmayı sürdürecek kadar iman sahibi birkaç kişiyi çağırıyorlardı; halbuki hâlâ çok erkendi, yaşlı güneş Urth’ün peçesini çehresinden henüz indirmemişti ve köy, çanlar dışında ıssızdı.

Jonas’ın önceki gece keşfettiği gibi suibriğimizde şarap vardı. Onunla ağzımı çalkaladım, buruk tadı sudan daha iyi geldi, yine de hâlâ yüzüme su çarpmak, saçımı ıslatıp düzeltmek istiyordum. Uyumadan önce, Pençe’yi ortasına koyup pelerinimi katlamış ve yastık niyetine kullanmıştım. Pelerini yaydım. Bir keresinde Agia’nın kemerimdeki keseden bir şeyler aşırmaya kalkıştığı hatırımdaydı, o yüzden Pençe’yi çizmemin konçuna tıktım.

Jonas hâlâ uyuyordu. Tecrübeyle sabittir ki insanlar uyurken daha genç görünürler, oysa Jonas daha yaşlı görünüyordu, ya da daha güngörmüş diyeyim, düz burnu ve düz alnıyla siması bana hep eski tabloları anımsatıyordu. Şömine küllerinde için için yanan köz ateşi eşeleyip onu uyandırmadan çıktım. Hanın avlusundaki kuyudan çektiğim bir kova suyla temizlenmeyi bitirdiğimde sokak hareketlenmişti. Toynaklı hayvanlar geceki yağmurdan kalan su birikintilerini sıçratarak geçiyor, tokuşan pala boynuzların takıntıları işitiliyordu. Her biri insan boyundan yüksek hayvanlardı, ya siyah ya alacalı, yüzlerine düşen yeleleri yüzünden kâh yarı kör kâh devingendi gözleri.

Morwenna’nın babası, hatırladığım kadarıyla sığırtmaçtı. Zayıf bir ihtimaldi ama bu hayvanlar onun sürüsü olabilirdi. Onları güden çobanı göreyim diye hantal hayvanların sonuncusu da geçene kadar bekledim. Üç kişiydiler, kirli ve alelade kılıklı, ellerinde de boylarından uzun, demir uçlu üvendireler vardı. Yanlarındaki çoban köpekleri safkan değildi ama yamandı, tetikte.

Tekrar hana girip kahvaltı söyledim. Fırından yeni çıkmış ekmek, taze yayık tereyağı, ördek yumurtası turşusu ve çırpılarak köpürtülmüş biberli çikolata geldi. (Gerçi o sırada henüz bilmiyordum ama bilhassa bu sonuncusu kuzeyli geleneklerini benimsemiş insanların arasında olduğumun kesin göstergesiydi.) Kılsız bir cüce olan mihmandarımız, muhakkak beni önceki gece valiyle muhabbet ederken gördüğü için, masamın etrafında dört dönüp bir yandan da burnunu koluna silerek her bir yemeği nasıl bulduğumu soruyordu. Hakikaten hepsi çok iyiydi, gene de aşçıya, yani kendi karısına veryansın ederek akşama daha güzel yemekler vadetti,

Bana efen’m diye hitap ediyordu ama Nessus’tayken bazen başıma geldiği gibi beni kılık değiştirmiş bir ergin zannettiği için değil, orada işkenceciler kanun kuvveti olarak çok itibar gördüğü için. Çoğu köylü gibi, kendisiyle aynı sosyal konumda olmayan herkesi en az bir üst sınıftan sanıyordu.

“Yatak rahat mıydı? Yorgan yetti mi? İlave veririz.”

Ağzım doluydu, başımla onayladım.

“Hallederiz öyleyse. Üç tane daha yeter mi? Siz ve diğer efendi beraber rahat ettiniz mi?”

Ayrı odalarda kalmayı yeğlerim diyecektim (Jonas’ın hırsız olduğunu sanmıyordum ama Pençe’nin baştan çıkarıcılığından endişeliydim, ayrıca ikiz yatakta uyumaya alışkın değildim) ama adamın ayrı oda parası ödeyecek durumu olmadığı aklıma geldi.

“Bugün siz de orada olacak mısınız efen’m? Duvarı yıkmaya gittiklerinde? Bir duvar ustası kesmetaşları kırabilir aslında ama Barnoch’un içeride dolaştığı duyulmuş, gücünü toplamış da olabilir. Belki bir silah bulmuştur. Silahsız bile olsa duvarcının parmaklarını ısırabilir, aman ha!”

“Resmi görevim yok. Fırsat bulursam seyrederim belki.”

“Herkes gidiyor.” Kel adam, yağlanmış gibi kayan ellerini ovuşturdu.

“Bir panayır kurulacak biliyorsunuz. Vali duyurdu. Bizim valinin ticaret kafası iyi çalışıyor. Başkası olsa sizi konağımda görünce aklı başka şeye ermez. Morwenna’nın canına son veresiniz diye sizi görevlendirmekle yetinir en fazla. Halbuki bizimkisi öyle mi! Adam geniş görüşlü. İmkanları görüyor. Bahse varım panayır fikri anında aklına gelmiştir de rengarenk çadırlar, kurdeleler, kızarmış etler, pamuk helvalar falan gözünde canlanmıştır adamın. Bugün mü? Bugün evin mührü açılıp Barnoch bir porsuk gibi dışarı çıkarılacak. Ortalık öyle şenlenecek, fersahlarca öteden kalabalıkları çekecek. Sonra Morwenna’yı ve şu köylü vatandaşı haklamanızı seyredeceğiz. Yarın da sıra Barnoch’a gelecek, işkenceye genelde kızgın demirlerle başlıyorsunu değil mi? Herkes gelip görmek isteyecektir. Ondan sonraki gün de adamın defteri dürülünce çadırlar toplanacak. Epey para kazanıldıktan sonra çadırların çok uzun süre kalmasına izin verilmez, bir süre sonra mahkumların yakarıp karşı koyma teranesi başlar zaten. Her şey iyi düşünülmüş, planlanmıştır. Vali dediğin böyle olur!”

Kahvaltıdan sonra tekrar dışarı çıkıp valinin parlak fikirlerinin hayata geçirilmesini seyrettim. Taşra halkı meyve, hayvan ve ev yapımı giysiler satmak üzere akın akın köye geliyordu. Aralarında hayvan postu ve üfürüklü okla vurulup sicime sıralanmış siyah yeşil kuşlar getiren birkaç otokton da vardı. Keşke Agia’nın kardeşinden satın aldığım harmani yanımda olsaydı diye hayıflandım çünkü is karası pelerinim tuhaf bakışlara yol açıyordu. Tam yine içeri girmek üzereydim ki Hisar’daki garnizonun içtimalarından aşina olduğum ama oradan ayrıldığımdan beridir işitmediğim uygun adım ayak sesleri üzerine durdum.

O sabah geçişini seyrettiğim büyükbaş sürüsü, Nessus mezbahalarına mavnalarla götürülecekleri için nehir yönünde uzaklaşmıştı. Askerler de tam o yönden yaklaşıyordu, nehre inen bayırı tırmanarak. Subaylar yokuş yukarı uygun adım yürümenin askerleri güçlendireceğini düşündüğünden midir yoksa onları getiren teknelere başka yerde ihtiyaç duyulduğundan mıdır ya da Gyoll’dan ırak iç kesimlerde görevlendirildikleri için midir, bilmeme imkan yoktu. Yoğun kalabalığın arasına daldıkları anda birisi bağırarak marşa başlamalarını emretti. Hep bir ağızdan okurken ahengi tutturamadıklarında vingtnerlerin sopaları şaklıyor, isabet ettiği bahtsızların feryatları işitiliyordu.

Piyadeler kelau idi, hepsi sapı iki gez uzunluğunda birer sapan ile bellerinde de yangın mermisi bulunan, boyanmış deri keseler taşıyordu. Çok azı yaşıtımdı, çoğu benden küçük görünüyordu ancak varaklı ve katmerli zırhları, gösterişli kemerleri, kınlarında taşıdıkları uzun hançerleriyle seçkin bir erentarii müfrezesi oldukları belliydi. Çoğu asker marşının aksine marşları savaşla veya kadınlarla ilgili değil, hakiki bir sapancı marşıydı. O gün işittiğim kadarıyla sözleri şöyleydi:

“Delikanlıydım, anam dedi ki,
‘Sil gözyaşlarını da yat hadi;
Biliyorum uzaklara yolcusun,
Ağma altında doğan evladımsın.’”

“Seneler geçti, babam dedi ki,
Bir de saçımı çekti, kafama vurdu,
‘Bir sıyrıkta hemen ağlama,
Sen doğarken gökteydi ağma.’”

“Bir mecusa rastladım, bu mecus dedi ki,
‘Kan kırmızı geleceğin,
Yangın ve isyan, savaş ve yağma,
Ama sen doğarken gökteymiş ağma.’”

“Bir çobana rastladım, bu çoban dedi ki,
‘Biz koyunlar güdüldüğümüz yere gitmeliyiz,
Meleklerin Seher Kapısına,
Bir ağmanın peşi sıra.’”

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın