Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Tanrı Olmak Zor İş” – Arkady&Boris Strugatsky‎

Tanrı Olmak Zor İş

Yazar: Arkady Strugatsky, Boris Strugatsky‎
Orijinal Adı: Трудно быть богом (Hard to Be a God)
Çevirmen : Hazal Yalın
Sayfa Sayısı : 240
İthaki Yayınları – 2017

Genel İnceleme Puanı

 

“Baştan sona muazzam bir kitap. Derin, yaratıcı, tatmin edici bir hikâye.”
–Ursula K. Le Guin

“Okuduğum en korkutucu bilimkurgu romanlarından biri.”
–Thedore Sturgeon

“KENDİMİ TANRI OLARAK HAYAL EDEBİLSEYDİM, ZATEN TANRI OLURDUM.”

Arkadi ve Boris Strugatski, entelektüel açıdan kışkırtıcı, inanılmaz eğlenceli, cesur ve eleştirel kitaplarıyla “Sovyetler döneminin en büyük bilimkurgu yazarları” sıfatını hak eden yegâne ikili. Tanrı Olmak Zor İş ise insanlığın karanlık geçmişinin kalbine yapılmış en cesur yolculuklardan biri.

İnsanlık, Dünya’nın tıpatıp aynısı olan, üzerindeki insanların karanlık çağdan öteye gidemediği bir gezegene gözlemciler göndermiştir. Bu gezegenin gidişatına müdahale etmelerine hiçbir şekilde izin verilmeyen bu gözlemcilerin asıl amacı insanlığın karanlık çağını her ayrıntısıyla kayıt altına almaktır.

Büyük bir değişimin kıyısında olan Arkanar Krallığı’nda halk baskı altında yaşamakta, yenilikler beşiğinde boğulmakta, okuma yazma bilenler linç edilmektedir. Bu gezegene gönderilmiş gözlemcilerden biri olan Anton da Don Rumata ismiyle bir asilzade hayatı yaşarken, bir yandan da dönemin aydınlarını kurtarmaya çalışır.

Hari Kunzru’nun Önsözüyle
Boris Strugatski’nin Sonsözüyle

Ön Okuma

“Tanrı Olmak Zor İş” – Arkady Strugatsky, Boris Strugatsky‎
Ön Okuma PDF

 

Acı çekmenin, utanmanın, umutsuzluğa kapılmanın ne demek olduğunu anladığım günler oldu.
Petrus Abélardus

Dikkatinizi çekmek istediğim bir şey var. Misyonunuzu yerine getirirken, otoriteyi kuvvetlendirmek için silahlarınız olacak. Ama hiçbir şart altında bu silahları kullanmayacaksınız.
Hiçbir şart altında. Anladınız mı beni?
Ernest Hemingway

Giriş

Anka’nın arbaletinin kundağı siyah plastikten yapılmıştı, yayı paslanmaz çeliktendi, ses çıkarmadan kayan kirişi tek bir hareketle gerilirdi. Anton’un yeniliklerle arası yoktu: Mareşal Tots’unki (Kral I. Pits gibi) gibi eski tarzdaki arbaleti siyah bakırla kaplanmıştı, öküz sinirinden sicimi küçük bir zembereğin üzerine sarılıydı. Pavel’e gelince, onun bir havalı tüfeği vardı. Arbaletlerin, insanlığın çocukluk devirlerinde kaldığını düşünüyordu çünkü tembelin biriydi ve el işlerinde de beceriksizdi. Ulu çam ağaçlarının boğumlu köklerinin sarı, kumlu yamaçlardan fırladığı kuzey kıyısına yanaşıp kayığı bağladılar. Anka dümeni bırakmış, çevresine bakıyordu. Güneş çoktan ormanın üzerinde yükselmişti, her şey mavi, yeşil ve sarıydı: gölün üzerindeki mavi sis, koyu yeşil çamlar ve öte tarafta uzanan sarı sahil. Ve bütün bunların üzerindeki gökyüzü berrak, soluk bir maviydi.

“Orada bir şey yok,” dedi Pavel.

Çocuklar eğilmiş, teknenin kenarından suya bakıyorlardı.

“Amma büyük bir turnabalığı,” dedi Anton, kendinden emin bir ses tonuyla.

“Yüzgeçlerine baksana, nesi turnabalığı bunun?” diye sordu Pavel.

Anton ses vermedi. Anka da suya bakmış ama kendi yansımasından başka bir şey görmemişti.

“Yüzse miydik?” dedi Pavel, sonra kolunu dirseğine kadar suya daldırdı. “Soğukmuş,” diye duyurdu. Anton kayığın burnuna çıktı ve kıyıya atladı. Tekne sallandı. Küpeşteden tuttu, soran gözlerle Pavel’e baktı. O zaman Pavel de kalktı, küreği bir mızrak gibi omzuna attı, dizlerini hafifçe kırdı ve şarkı söylemeye koyuldu:

Hey gidi ihtiyar Vitsliputsli!
Uyuya mı kaldın, efendi?
Baksana, üzerine geliyor
Kızarmış köpekbalığı sürüsü!
Anton sessizce kayığı sallıyordu.

“Hey, hey!” diye bağırdı Pavel, dengesini sağlamaya çalışarak.

“Niye kızarmış köpekbalığı?” diye sordu Anka.

“Bilmiyorum,” diye cevap verdi Pavel. Kayıktan atladılar.

“Ama güzel şarkı, değil mi? Kızarmış köpekbalığı sürüsü!”

Kayığı kıyıya çektiler. Ayakları, her yanına kuru çam iğneleri ve kozalakları serpili ıslak kuma batıyordu. Kayık ağırdı, o da kayıyordu ama sonunda kayalara kadar çektiler ve derin derin soluyarak durdular.

“Neredeyse ayağımı eziyordu,” dedi Pavel ve başındaki kırmızı bandanasını düzeltmeye koyuldu. Dikkatle ayarlayarak, bandananın püskülünü tıpkı kanca burunlu İrukan korsanlarının yaptığı gibi tam sağ kulağının üzerine düşürdü.

“Hayat dediğin metelik etmez, o-hey!” dedi.  Anka parmağını emmekle meşguldü.

“Kıymık mı battı?” diye sordu Anton.

“Hayır. Sıyrık. İkinizden birinin tırnakları çok uzun…”

“Bir bakayım…” Anka parmağını gösterdi.

“Evet,” dedi Anton. “Çizilmiş. Ne yapalım şimdi?”

“Kayığı sırtlayalım ve kıyı boyunca yürüyelim,” diye önerdi Paşka.

“Öyle yapacak idiysek kayıktan niye indik?” dedi Anton.

“Kayıkta tavuklar kalsın,” diye açıkladı Pavel. “Ama şu sahile baksana: bir kamışlar, iki engebeler, üç girdaplar. Böyle yerde yılanbalıklarının haddi hesabı olmaz. Yayınbalıklarının da.”

“Kızarmış yayınbalığı sürüsü,” dedi Anton.

“Sen hiç gölete daldın mı?”

“Tabii ki daldım.”

“Ben hiç görmedim. Demek denk gelmemişim.”

“Görmediğin bir dolu şey var.”

Anka onlara arkasını döndü, arbaletini kaldırdı ve yirmi adım ötesindeki bir çama ok attı. Ağacın kabuğu parçalandı, kıymıkları uçuştu.

“İyi atış,” dedi Pavel ve o da karabinasını ateşledi. Anka’nın okunun üzerine nişan almıştı ama ıskaladı. “Nefesimi tutmadım ya, ondan,” diye açıkladı.

“Tutmuş olsaydın ne fark edecekti ki?” diye sordu Anton. Anka’ya bakıyordu. Anka sert bir hareketle yayı tekrar gerdi. Harika kasları vardı; Anton, esmer teninin altındaki iri pazılarının nasıl kıpırdadığını hoşnutlukla izliyordu. Anka büyük bir dikkatle tekrar nişan aldı ve tekrar ok attı. İkinci ok da birincisinin biraz üzerinden ağacın gövdesine
saplanıverdi.

“Aslında bunu yapmamalıyız,” dedi Anka, arbaletini bırakırken.

“Neyi?” diye sordu Anton.

“Ağaca zarar vermeyi. Dün bir oğlan yayıyla ağaca ok attı diye çocuğa oku dişleriyle geri çıkarttırdım.”

“Pavel,” dedi Anton. “Hadi. Senin dişler kuvvetli.”

“Yok canım, benim dişler çürük,” diye cevap verdi Pavel.

“Peki,” dedi Anka. “Yapacak bir şeyler bulalım.”

“Yamaç inip çıkmayı hiç canım istemiyor,” dedi Anton.

“Benim de canım istemiyor. İyisi mi, dosdoğru gidelim.”

“Nereye?” diye sordu Pavel.

“Neresi olursa.”

“Yani?” dedi Anton.

“Yanisi, ormana doğru,” dedi Pavel. “Anton, hadi Unutulmuş Yol’a ilerleyelim. Hatırladın mı?”

“Nasıl hatırlamam!” dedi Anton.

“Biliyor musun, Aneçka…” diye başladı Pavel.

“Aneçka deme bana,” diye sertçe onun sözünü kesti Anka. Ona Anka dışında başka bir isimle seslendiklerinde dayanamıyordu. Anton da bunu gayet iyi hatırladı.

Çabucak, “Unutulmuş Yol,” dedi. “Ama gideni geleni yok. Haritada bile görünmüyor. Hem nereye gittiğini de kimse bilmiyor.”

“Siz hiç oradan geçtiniz mi?”

“Geçtik. Ama incelemeye fırsatımız olmadı.”

“Hiçbir yerden hiçbir yere giden bir yol,” dedi kendine gelen Pavel.

“Vay arkadaş!” dedi Anka. Gözleri iki kara kuyuya benziyordu. “Gidelim. Akşama varır mıyız?”

“Hadi o zaman! Öğlene kadar varırız.”

Yamaçtan yukarı tırmandılar. Tepeye ulaştıklarında Pavel dönüp arkasına baktı. Aşağıda sarıya çalan aralıklı kumsallarla çevrili göl daha da mavi görünüyordu, kayık kumun üzerindeydi, kıyıya yakın, suyun çarşaf gibi olduğu bir yerde yüzeyde iri, tek merkezli halkalar belirmişti, herhalde bir yayınbalığı olacaktı. Ve Pavel, tıpkı Anton’la birlikte yatılı okuldan kaçıp önlerindeki bütün günü keyiflerince doldurabilecekleri zamanlarda olduğu gibi belirsiz ama tanıdık bir haz hissetti. O zamanlar günleri görülmedik yerlerle, yabançilekleriyle, güneşin yaktığı ıssız çayırlarla, kül rengi kertenkelelerle, buz gibi beklenmedik kaynak sularıyla dolardı. Ve gene, her zaman olduğu gibi, avazı çıktığınca haykırmak ve hoplayıp zıplamak için de bir arzu hissetti. Arzusunu hemencecik hayata geçirdi,

Anton ise gülerek ona baktı. Pavel, Anton’un gözlerinde samimi bir dost gördü. Anka ise iki parmağını ağzına soktu, keskin bir ıslık çaldı; sonra da ormana daldılar. Bu bir çam ormanıydı ama sık değildi. Ayakları çamların iğneleri üzerinde kayıyordu. Güneş ışınları ağaçların dümdüz gövdeleri arasına düşüyordu, toprak dersen altınsı beneklerle bezeliydi. Reçine, göl ve yabançileği kokuyordu; gökyüzünde belirsiz bir yerde, bir tarlakuşu şakıyordu. Anka önden yürüyordu, arbaleti kolunun altına sıkıştırmıştı ve arada sırada durup kan rengi, cilalanmış gibi görünen yabançileklerini eğilip koparıyordu. Anton, Mareşal Tots tarzı savaş koşumları sırtında, onu izliyordu. Oklarla dolu sadağı yürürken kalçalarına çarpıyordu.

Anka’nın boynuna baktı: Güneş yanığıydı, neredeyse kapkaraydı, omurları da belli oluyordu. Arada sırada durup arkasına bakıyor, gözleri Pavel’i arıyordu ama Pavel görünürlerde yoktu; sadece kırmızı bandanası güneş altında arada sırada bir o tarafta, bir bu tarafta göze çarpıyordu. Anton, Pavel’in gaga burunlu, yırtıcı bir hayvana benzer zayıf yüzünü öne doğru eğmiş, çamlar arasında, karabinası ateşlenmeye hazır sessizce ilerlediğini hayal etti. Ormanda dikkat çekmeden ilerliyordu. Ama ormanın şakası yoktu. Orman bir şey mi soruyor, derhal cevabını vermelisin, diye düşündü Anton ve ürktü. Neredeyse sinip eğilecekti ama Anka önündeydi ve dönüp geri bakabilirdi. Aptal gibi görünürdü. Anka geriye bakıp sordu:

“Ses çıkararak tüymediniz ya?”

Anton omzunu silkti. “Kim gürültüyle tüyer ki?”

“Sanırım ben. Epey bir patırtı kopardım,” dedi Anka düşünceli bir tavırla. “Bir tası düşürdüm, ansızın koridorda  ayak sesleri işittim. Herhalde bizim hizmetçi Katya olacak; bugün o nöbetçi. Pencereden tarha atlamam gerekti. Ne dersin, Anton, hangi çiçekler var orada?”

Anton kaşlarını çattı.

“Senin pencerenin önünde mi? Bilmiyorum. Niye ki?”

“Tanrı Olmak Zor İş” – Arkady Strugatsky, Boris Strugatsky‎
Ön Okuma PDF

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın