Fantastik Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: ” İlk İmparatorluğun Efsaneleri Serisi” – Michael J. Sullivan

İlk İmparatorluğun Efsaneleri Serisi
Destanlar Çağı 1. Kitap

Yazar: Michael J. Sullivan
Orijinal Adı: Age of Myth
Çevirmen : Cihan Karamancı
Sayfa Sayısı : 416
İthaki Yayınları – 2019

Michael J. Sullivan, Destanlar Çağı ile efsanelerle gerçeği, insanlarla tanrıları karşı karşıya getirecek yepyeni bir seriye başlıyor…

İnsanlık tarihinin başlangıcından beri İnsanlar, Fhrey denen ilahi yaratıklarla beraber yaşamışlardı. Fhreyler büyü üzerinde hâkimiyet kurmuş, yenilmez, ölümsüz, insanlardan tamamen ayrı bir ırktı. Ancak bir Fhrey bir insanın ellerinde can verdiğinde, insanlar ve kendilerini tanrı olarak görenler arasındaki yüzyıllardır süregelen denge bozulacaktı.

Yaklaşmakta olan savaşta insanlığın kurtuluşuyla yok oluşu arasında duran sadece birkaç kişi vardı: Tanrı Katili olarak kaderini kabullenmekte zorlanan Raithe, yaklaşan felaketin işaretlerinden kaçamayan genç kâhin Suri ve halkının geleceğini tayin edebilmek için kişisel bir trajediyle başa çıkması gereken Persephone.

Destanlar Çağı sona erdi. Şimdi isyan zamanı.

Ön Okuma

BÖLÜM 1
Tanrılar ve İnsanlar

Savaştan önceki karanlık günlerde insanlara Rhun denirdi.

Rhundiyar’da veya namı diğer Rhulyn’de yaşardık. Yiyecek az, korkacak şey çoktu. En çok korktuğumuz da geçmemize izin verilmeyen Bern Nehri’nin karşısındaki tanrılardı. Çoğu kimse Grandford Muharebesi’ni Fhreylerle aramızdaki çekişmenin başlattığına inanırdı ama aslında bahar başlarındaki bir gün iki adam nehri geçtiğinde başlamıştı.
—Brin’in Kitabı

Raithe’in kapıldığı ilk dürtü dua etmekti. Sövmek, haykırmak, çığlık atmak, dua etmek… insanlar ömürlerinin son dakikalarında böyle şeyler yaparlardı. Fakat başındaki dert yirmi adım uzaktaki kızgın tanrıyken dua etmek Raithe’e saçma geldi. Tanrılar hoşgörüleriyle tanınmazlardı ve bu seferki her ikisini de öldürmenin eşiğinde gözüküyordu. Ne Raithe ne de babası tanrının gelişini fark etmişti. Yakında birleşen nehirlerin suları bir ordunun geçişini bile gizleyecek kadar çok gürültü çıkarıyordu. Raithe bir orduyu yeğlerdi.

Işıltılı giysilere bürünmüş olan tanrı at sırtında oturuyor ve iki yaya hizmetkar ona eşlik ediyordu. Hizmetkârlar insandı ama aynı harikulade giysilere bürünmüşlerdi. Üçü de konuşmadan onları seyrediyordu.

“Hey!” diye babasına seslendi Raithe.

Herkimer bir geyiğin yanına diz çökmüş, bıçağıyla onun karnını yarıyordu. Raithe daha evvelden erkek geyiğin böğrüne bir mızrak saplamıştı ve babasıyla beraber sabahın büyük bölümünü hayvanın peşinden koşarak geçirmişti. Deri yüzmek kanlı bir iş olduğundan Herkimer hem yün leih moor’unu hem de gömleğini çıkarmıştı. Raithe başıyla tanrıyı işaret etti ve babasının bakışları üç surete çevrildi. Yaşlı adamın gözleri kocaman açıldı ve beti benzi attı.

Bunun kötü bir fikir olduğunu biliyordum, diye aklından geçirdi Raithe.

Babası yasak nehri geçmenin sorunlarını çözeceğine öyle inanmış, öyle emin konuşmuştu ki. Fakat kanısını tekrar tekrar dile getirmesi Raithe’i düşündürmeye yetmişti. Yaşlı adam artık nefes almayı bile unutmuşa benziyordu. Herkimer bıçağını geyiğin böğrüne sildikten sonra kemerine taktı ve doğruldu.

“Ah…” diye başladı Raithe’in babası. Herkimer karnı kısmen yarılmış geyiğe, sonra tekrar tanrıya baktı.

“Sorun… yok.”

Babasının irfanı, ilahi topraklara izinsiz girerek işledikleri büyük suça karşı tüm savunması işte bu kadardı. Raithe ilahların geyiklerinden birini avlamanın da suç olup olmadığından emin değildi ama durumlarını kolaylaştırmadığı kanaatindeydi. Ayrıca Herkirmer sorun yok demişse de yüzü bambaşka bir hikâye anlatıyordu. Raithe’in karnı kasıldı. Babasının ne diyeceğini bilmese de bundan fazlasını beklemişti. Tanrı, tıpkı beklendiği gibi tatmin olmadı ve üçlü gitgide artan bir asabiyetle dik dik bakmayı sürdürdü,

Bern ve Kuzey Dal nehirlerinin birleştiği geniş çayırlıktaki ufacık bir noktadaydılar. Arkalarındaki yamacın biraz yukarısında gür ve sık ve bir çam ormanı yetişiyordu. Aşağıdaki nehirlerin birleştiği noktada taşlık bir sahil mevcuttu. Kar grisi bir örtüyü andıran göğün altındaki tek ses nehrin kükreyişiydi. Daha birkaç dakika öncesine kadar bu ufacık alan Ralthe için cennetten farksızdı. Tabii o artık geçmişte kalmıştı.

Raithe yavaşça nefes aldı ve ne tanrılarla ne de onların yüz ifadeleriyle ilgili tecrübesi bulunduğunu kendine hatırlattı. Daha önce hiçbir tanrıyı yakından gözlemlememiş; kayın yaprağı biçimli kulaklara, gökyüzü kadar mavi gözlere veya erimiş altın gibi dökülen saçlara rastlamamıştı. Teni pürüzsüz olup dişleri akıl almaz derecede beyazdı. Bu topraktan değil, havadan ve ışıktan doğmuş bir varlıktı.

“Yasayı çiğnedin,” diye belirtti hizmetkâr. Genizden çıkan sesi bile bir gelinciğin konuşmasını hatırlatıyordu.

“Hayır, hayır. Öyle bir şey değil. Hiç de bile.”

Babasının yüzündeki kırışıklıklar derinleşti ve dudakları daha bir gerildi. Herkimer ilerlemekten vazgeçip umutlu gözlerle madalyayı bir muska gibi havaya kaldırdı.

“Bu, sözlerimi, bir ödülü hak ettiğimi doğruluyor. Bakın, düşündüm ki biz,” Raithe’den tarafı işaret etti, “oğlum ve ben bu ufacık noktada yaşayabiliriz.” Eliyle çayırı gösterdi. “Fazla bir şeye ihtiyacımız yok. Cidden, neredeyse hiçbir şeye. Nehrin bize ait tarafında, yani Dureya’da toprak beş para etmez. Orada hiçbir halı yetiştiremiyoruz ve avlayacak hayvan da bulunmuyor.”

Babasının sesindeki yakarış Raithe’in daha önce hiç duymadığı ve şimdi de hoşlanmadığı bir şeydi.

“Burası size yasak.” Bu seferki konuşmacı, saçları dökülen diğer hizmetkârdı. Tıpkı uzun boylu, gelincik suratlı adam gibi, sakal büyütmek öğretilmesi gereken bir şeymişçesine doğru düzgün bir sakaldan yoksundu. Kılsızlığı asık suratını tüm ayrıntılarıyla meydana çıkarıyordu.

“Ama anlamıyorsunuz. Ben halkınız için savaştım. Halkınız için kanımı akıttım, Türünüz için çarpışırken üç oğul kaybettim. Ve karşılığında bana bir ödül sözü verildi.” Herkimer madalyayı tekrar gösterse de tanrı ona bakmadı. Gözünü arkalarındaki uzak, alakasız bir noktaya dikmişti.

Herkimer madalyayı indirdi. “Eğer bu yer sorun olacaksa gideriz. Oğlum buranın batısındaki başka bir yeri beğenmişti. Sizden daha uzak oluruz. Böylesi uygun mudur?”

Halen onlara bakmamasına karşın tanrının daha da sinirli bir hali vardı. Nihayet konuştu.

“İtaat edeceksiniz.”

Sıradan bir ses. Raithe hayal kırıklığına uğradı. Gök gürültüsü beklemişti. Tann bunun ardından hizmetkârlarına ilahi dilde hitap etti. Herkimer oğluna onların dilini biraz öğretmişti. Raithe’in dili akıcı değilse de tanrının nehrin bu tarafında silah bulundurulmasını istemediğini anlamasına yetti. Uzun boylu hizmetkâr az sonra mesajı Rhunca tekrarladı.

“Bern’in batsında sadece Fhreylerin silah bulundurmalarına izin verilir. Silahlarınızı nehre atın.”

Herkimer bir ağaç kütüğünün yakınına yığılı techizatlarına baktı ve teslimci bir üslupla Raithe’e hitap etti, “Mızrağını al ve dediklerini yap.”

“Sırtındaki kılıcı da,” dedi uzun boylu hizmetkâr.

Herkimer adeta şok geçirdi ve silahın orada olduğunu unutmuşçasına başını çevirip arkasına göz attı. Tekrar tanrıya doğru döndü ve Fhrey dilinde doğrudan onunla konuştu. “Bu benim aile kılıcım. Onu bırakamam.”

Tanrı alaycı bir sırıtışla dişlerini gösterdi. “O bir kılıç,” diye üsteledi hizmetkar.

Herkimer sadece bir anlığına tereddüt etti. “Tamam, tamam, peki. Hemen nehrin karşısına geçiyoruz. Gel hadi, Raithe.”

Tanrı mutsuz bir ses çıkardı. “Kılıcı teslim ettikten sonra,” dedi hizmetkâr.

Herkimer ona kötü kötü baktı. “Bu bakır nesillerdir ailemde.”

“O bir silah. Hemen yere at.”

Adam oğlunu göz ucuyla süzdü. Herkimer iyi bir baba olmayabilirdi — Raithe’e göre değildi de. Buna rağmen tam oğullarının kafasına kazıdığı bir şey vardı: gurur. Özsaygı, insanın kendini savunma becerisinden gelirdi. Öyle şevler bir erkeğe haysiyet kazandırırdı. Tüm Dureya’da, klanlarının tamamında kılıç —metal bir yalım— kullanan tek adam babasıydı. Dövülmüş bakırdan yapılma kılıcın lekeli, donuk ışıltısı bir yaz gün batımıyla aynı renkti ve efsanelere göre kısa yalımlı aile yadigarı, metalini kendi elleriyle topraktan çıkaran hakiki bir Dherg demircisi tarafından üretilmişti. Bakır silah, tanrının kabzası oymalarla bezeli ve pırlantalarla kaplı kendi kılıcına kıyasla acınasıydı. Yine de silahı Herkimer’in bir parçasıydı, düşman klanlar onu Bakırkılıç olarak tanırdı — korkulan ve saygı duyulan bir unvan. Babası o kılıçtan asla vazgeçmezdi.

Nehrin kükreyişi yukarıda süzülen bir şahinin ötüşüyle kesildi. Kuşlar alametlerin simgesi olarak bilinirdi ve yükseklerdeki o çığlık Raithe’e olumlu bir emare gibi gelmedi. Sesin ürkütücü yankısında babası tanrıya doğru döndü.

“Bu kılıcı sana veremem.”

Raithe gülümsemeden edemedi. Klan Dureya’dan Hiemdal oğlu Herkimer bir tanrı için bile o kadar ileri gitmezdi. Hizmetkârların daha ufak tefeği dizginleri devralırken tanrı atından indi.

Raithe onu seyretti — seyretmemesi mümkün değildi. Tanrının hareketleri büyüleyici denecek kadar zarif, akıcı ve kendinden emindi. Etkileyici hareket tarzına rağmen tanrının bedenen heybetli olduğu söylenemezdi. Uzun boylu, geniş omuzlu veya kaslı değildi. Raithe ile babası hayatları boyunca mızrak ve kalkan tutmaktan güçlü kuvvetli omuzlara ve kollara kavuşmuşlardı. Öte yandan tanrı yatalak büyümüş ve kaşıkla beslenmişçesine narin gözüküyordu. Fhrey bir insan olsaydı Raithe korkmazdı. Aralarındaki ağırlık ve uzunluk farkından dolayı kendisine meydan okunsa bile kavgadan kaçınırdı. Böyle adaletsiz bir eşleşme zalimlik olurdu ve Raithe zalim değildi. Ağabeyleri de onun bu karakter özelliğinden paylarını almışlardı.

“Anlamıyorsunuz.” diye tekrar açıklamaya çalışı Herkimer “Bu kılıç nesillerdir babadan oğula—”

Tanrı ileri fırladı ve yaşlı adamın karnına bir yumruk atarak onu iki büklüm etti. Sonra Fhrey bakır kılıcı çaldı. Silah kınından çıkarken pes bir sürtünme sesi çıktı. Herkimer soluklanırken tanrı silahı tiksintiyle inceledi. Başını iki yana sallayarak Herkimer’e sırtını döndü ve uzun boylu hizmetkârına acınası yalımı gösterdi. Hizmetkâr tıpkı tanrı gibi silahla alay edeceğine büzüştü. Raithe gelincik suratlı adamın yüz ifadesinde geleceği gördü zira Herkimer’in tepkisini ilk o fark etmişti.

Raithe’in babası deri yüzme bıçağını kemerinden çekip hücuma geçti.

Tanrı bu sefer Raithe’i hayal kırıklığına uğratmadı. Dudak uçuklatıcı bir süratle arkasına döndü ve bakır kılıcı Herkimer’in göğsüne sapladı. Kılıcın derinlere kadar gömülme işini adamın ileri ivmesi halletti. Dövüş daha başladığı anda bitti. Babası bir nida altı ve göğsündeki kılıçla beraber yere yığıldı.

Raithe hiç düşünmedi. Bir an bile duraklasa fikrini değiştirelirdi ama babasına, inanmak istediğinden daha fazla benziyordu. El altındaki tek silah bakır kılıç okluğu için onu babasının bedeninden çıkardı ve tüm gücüyle tanrının boynuna doğru savurdu. Yalımın eti ve kemiği kesip geçeceğinden emindi fakat ilahi varlığın sakınması sonucu bakır sadece havayı yardı. O ikinci bir hamle yaparken tanrı da kendi silahını çekti. Kılıçlar birbirle buluştu. Pes bir çınlama yükseldi ve Raithe’in ellerindeki ağırlık, yalımın büyük bölümüyle beraber kayboldu. Hamlesi sonlandığı zaman elinde aile yadigârının bir tek kabzası vardı; silahın diğer parçası uçup giderek genç bir çam koruluğunun içine düştü.

Tanrı onu tiksintiyle büzülmüş bir dudakla süzdü, sonra ilahi dilde konuştu. “Ölmeye değmez değil mi?”

O kılıcını bir kez daha havaya kaldırdı, Raithe geri çekildi. Çok yavaş! Çok yavaş! Kaçışı beyhudeydi. Raithe ölmüştü. Yılların dövüş eğitimi ona böyle söylüyordu. Kavrayışın gerçeğe dönüşmesinden hemen önceki anda tüm yaşamından pişman olma fırsatı buldu. Hiçbir şey yapmadım diye düşünürken kasları gelecek acı dalgasının beklentisiyle kasıldı.

Beklediği olmadı.

Raithe hizmetkârları unutmuştu — tıpkı tanrı gibi. Her iki dövüşçü de uzun boylu, gelincik suratlı adamın ekmek somunu ebatlarında ve şeklinde bir nehir taşını efendisinin başının arkasına indirdiğini ne bekledi ne de gördü. Raithe olup biteni ancak tanrı vere yığıldıktan ve hizmetkar ile taşını karşısında bulduktan sonra anladı.

“Kaç.” dedi taşı kullanan. “Şanslıysak uyandığında başı bizi kovalayamayacak kadar ağrır.”

“Sen ne yaptın?’” diye bağırdı diğer hizmetkar. Kocaman açılmış gözlerle geri çekilirken tanrının atını da beraberinde çekiyordu.

“Sakin ol.” dedi taşlı adam diğerine.

Raithe sırtüstü yatan babasına baktı. Herkimer’in gözleri bulutları seyredercesine halen açıktı. Raithe yıllar boyunca babasına pek çok kez sövüp saymıştı. Adam ailesini ihmal etmiş, oğullarını birbiriyle kapıştırmış ve Raithe’in annesi ile kız kardeşi ölürlerken yanlarında bulunmamıştı. Raithe bazı açılardan -pek çok açıdan- babasından nefret ederdi ama o anda gördüğü, oğullarına dövüşmeyi ve pes etmemeyi öğretmiş bir adamdı. Herkimer elinden gelenin en iyisini yapmıştı ve tanrılar kaprisli taleplerde bulundular diye çorak topraklarda kısılı bir hayat yaşamıştı.

Hiç çalıp çırpmamış, kimseyi aldatmamış veya bir şey söylenmesi gerektiğinde dilini tutmamıştı. Sert, şefkatsiz ama hem kendini hem de doğru olanı savunacak cesarete sahip bir adam olagelmişti. Raithe’in ayakları dibinde yatarken gördüğü şey, ölü ailesinin son üyesiydi.

Ellerindeki kırık kılıcı hissetti.

“Hayır!” diye haykırdı atı tutan hizmetkâr, Raithe kırık bakır yalımdan geri kalanını tanrının boğazına saplarken.

İlk İmparatorluğun Efsaneleri Serisi
Kılıçlar Çağı 2. Kitap

Yazar: Michael J. Sullivan
Orijinal Adı: Age of Swords
Çevirmen : Cihan Karamancı
Sayfa Sayısı : 496
İthaki Yayınları – Mart 2020

Michael J. Sullivan’ın Destanlar Çağı ile başlayan epik serisi Kılıçlar Çağı ile devam ediyor.

İnsanların bugüne dek tanrı sandıkları Fhreylerden ikisi insanların elinde can vermişti. Fhreyler ve insanlar arasındaki yüzyıllardır süregelen denge de böylece bozulmuştu.

Şimdiyse Fhreyler bir baş ağrısı olarak gördükleri insanları ortadan kaldırmak için planlar yaparken, insanların da çok yakın zamana kadar tanrı olarak gördükleri, teknolojik olarak çok gelişmiş ve aynı zamanda Sanat denilen bir büyü yeteneğine sahip bir ırkla savaşa girmekten başka çareleri kalmamıştı.

Birkaç önemli figür bu savaşta önemli rol oynayacaktı: Tanrı Katili olarak bilinen, Dureya halkından hayatta kalan son kişi Raithe, eski reislerinin ölümünden sonra halkının başına geçmiş olan Persephone, genç kâhin Suri ve Fhreyler tarafından Hain olarak yaftalanan büyücü Arion.

Savaş davulları çalınıyor. Kılıçlar Çağı başlamak üzere.

Ön Okuma

1
Fırtına

Çoğu kimse Büyük Savaş’ın ilk muharebesinin bahar başlarında Grandford’da yaşandığına inanır. Fakat ilk saldırı aslında bir yaz günü Dahi Rhen’e düzenlenmiştir.
—Brin’in Kitabı

“Güvende miyiz?” diye meşeye bağırdı Persephone.

Ormandaki en yaşlı ağaç olan Magda devasa ve haşmetliydi. Önünde durmak bir okyanusa veya dağa bakmak gibiydi; her biri de Persephone’ye kendini küçücük hissettirirdi. İki kelimelik sorusunun fazla yalın olabileceğini fark eden kadın ekledi:

“Halkımı Fhreylerden korumak için yapılması gereken başka bir şey var mı?” Cevap bekledi. Rüzgâr esti; ağaç sallandı ve aşağıya koca bir dal düştü.

Dal yere çarpınca kadın irkildi. Birkaç santim daha yakına inseydi, bu kadar yüksekten düşen dal onu öldürürdü. Kanopide asılı duran dallara dul bırakanlar denirdi. Persephone kocasını çoktan kaybettiğine göre, yanında duran kuru dal parçası fazlasıyla hırslı olmalıydı.

“Bu da neydi böyle?” diye Suri’ye sordu.

Beyaz kurtlu genç mistik, kopuk dala göz atıp omuz silkti. “Herhalde sadece rüzgârdı. Sanki bir fırtına yaklaşıyor.”

Persephone daha önce dev ağaca akıl danıştığında Magda’nın öğüdü halkını kurtarmıştı. Şimdi geri gelmişti ve yine cevap arıyordu. Son ziyaretinin üzerinden aylar geçmişti ve Dahl Rhen’de hayat yeniden konforlu bir düzene girmişti. İki Miralyitli arasındaki dövüşün yol açtığı yıkımın izleri giderilmişti ama Persephone çekişmenin bitmediğinin farkındaydı. Geride sorular kalmıştı — hiçbir insanın veya Fhrey’in cevaplayamayacağı sorular.

Yine de… Persephone kopuk dal parçasını süzdü. Magda’nın bir sohbete beni ezmeye çalışarak girmesi hayra alamet değil.

“Bir terslik mi var?” diye sordu Arion.

Dillerini hâlâ öğrenmekte olan Fhrey, küçük kız ile kurdunun yanındaki yerinden gelişmeleri büyük bir ilgiyle seyrediyordu. Padera’nın ona ördüğü yeşil bereyi giymişti; giysinin laubali tarzı Miralyitli’yi daha cana yakın, daha az ilahi ve daha… insani gösteriyordu. Arion kâhini iş başında görmek için onlara eşlik etmişti ama Persephone bundan daha az heyecan ve daha çok nasihat beklemişti.

Suri başını kaldırıp ağaca baktı. “Bilmem.”

“Magda ne diyor?” diye, rüzgârın artan uğultusu arasında Suri’ye bağırdı Persephone.

Sürecin böyle yürümesi gerekirdi. Persephone ağaca sorular sorardı ve yapraklar ile dalların hışırtısını dinleyen mistik o soruların yanıtını verirdi. Fakat Arion ortada bir terslik olabileceği konusunda haklıydı. Suri’nin yüzünde şaşkın bir ifade vardı —hatta şaşkınlıktan da fazlaydı, kız endişeli gözüküyordu.

“Emin değilim,” karşılığını verdi Suri.

Suri başını iki yana sallarken kısa saçları alnındaki dövmeleri süpürdü. “Hayır. Sen bir şey söylemeden önce bağırıyordu. Seni duyduğunu sanmıyorum. Magda’nın kaçmak sözcüğünü nasıl bildiğinden bile emin değilim. Gerçekten, bir ağaç böyle bir şeyi nereden bilir ki?”

“Yani ağacın sinir krizi geçirdiğini mi söylüyorsun?”

Suri başıyla onayladı. “Ölesiye korkuyor. Daha mantıklı davranan fareler tanıdım. Artık sözcükler bile kullanmıyor, sadece gürültü yapıyor.” Bir anda kaşları kalktı, yüzü gerildi, gözleri kısıldı ve ağzı sımsıkı kapandı.

“Ne oldu?” diye sordu Persephone.

“Bir ağacın çığlık atması asla iyi bir şey değildir.”

Uzun otlar Persephone’nin bacaklarını kamçılıyor, elbisesi dalgalanıp şaklıyordu. Meşenin dallarından kopan yapraklar bir kasırgadaki kar taneleri gibi uçuşuyordu. Persephone sık kanopinin altında gökyüzünü göremese bile rüzgâr her zamankinden şiddetli esiyordu. Ağacın altından çıkan kadın daha birkaç dakika önce açık olan havanın çalkantılı bir griye çaldığını gördü. Koyu bulutlar üst üste yığılarak gün ortasını alacakaranlığa çeviriyor, tuhaf bir yeşil ışık her şeye ürkütücü ve doğaya aykırı bir ton kazandırıyordu.

Persephone ağzına giren bir tutam saçı yana çekti. “Neden? Yine bilmece gibi mi konuşuyor, yoksa seni görmezden mi geliyor?”

Suri’nin yüzü hüsranla buruştu. “Konuşmasına konuşuyor ama bunu öyle hızlı yapıyor ki dediklerini anlayamıyorum. Aslına bakarsan geveliyor. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. ‘Kaçın… gidin… uzaklara gidin. Onlar peşinizde, deyip duruyor.”

“Onlar mı? Kimler? Bizimle mi konuşuyor? Sorularımın cevabı bu mu?”

“Neler oluyor?” diye sordu Arion.

“Ağaç panikliyor,” diye yanıtladı Suri.

“Belki dahla dönmeliyiz,” dedi Arion, yukarıya bakarak. “Ne dersiniz ?”

Sızlanarak Suri’ye sokulan Minna onu neredeyse yere devirecekti. Mistik kurdunu avutmak için diz çöktü. “Bir terslik var, değil mi Minna?”

Arion ciddileşerek Rhunca konuşmayı bırakıp kendi anadiline döndü. “Hemen—” Sözleri kör edici bir şimşekle ve müthiş bir gümbürtüyle kesildi. Cıyaklayan Minna yerinden fırladığı gibi bayırdan aşağı koşmaya başladı. Persephone sendeledi. Yıldırımın gözleri önünde bıraktığı parlak, alacalı şeridi geçirmek için boş yere gözlerini kırpıştırdı. Burun delikleri odur dumanıyla doldu ve bir ateşin ısısını hissetti.

Magda yanıyor!

Ağacın dibinde yatan Arion kendini korumak için iki elini birden havaya kaldırmıştı. Miralyitli tek bir sözcük bağırdı. Persephone kelimeyi tanımasa da kulağına bir buyruk gibi geldi. Meşeyi saran alevler bir puf sesiyle kayboldu. Geride korkunç bir tıslama ve şer bir rüzgârın savurduğu dumanlar kaldı. Magda ortadan ikiye bölünmüştü. Kapkara yanığın kenarları her esintide harlanıp kızıl kızıl parlıyordu. Ağaçların kadim ve harikulade anası, tanrılardan ölümcül bir darbe yemişti. Persephone, Arion’un yerden kalkmasına yardım etti.

“Kaçmamız gerek,” dedi Fhrey onlara.

“Ne? Neden?”

Arion onu bileğinden tutup çekti. “Hemen!” Fhrey tarafından yokuş aşağı sürüklenirken ve kayrandan çıkıp

Hilal Orman’nın yoğun gölgelerine doğru giderken Persephone’nin kafa derisi karıncalanıyordu. Depar atmakta olan Suri ile Minna epey önlerindeydi.

Güm!

Arkalarında bir yere yıldırım düştü.

Güm! Güm!

İki yıldırım daha havayı o kadar yakın mesafede yırttı ki Persephone ısılarını hissetti. Birlikte koşan iki kadın dikenli çalılıkları yararak Suri ile Minna’nın peşinden ormana daldılar. Persephone nefes nefese arkasına baktı. Meşe ile geldikleri yer arasında dümdüz bir hat oluşturan bir dizi yanık izi vardı.

Güm!

Tam tepelerinde patlayan sesle beraber hepsi irkildi. Tıpkı ihtiyar meşe gibi yukarıdaki ağaçlar da alev aldı. Dul bırakmaya hevesli bir diğer dal, devasa bir meşale gibi aşağı düştü.

“Bize sığınacak bir yer lazım,” dedi Arion ve Persephone’yi tekrar çekiştirdi.

“Yakında bir rul var!” diye bağırdı Suri. “Bu taraftan!” Kız yanında Minna’yla ormanın daha da içlerine yollandı.

Persephone ağaçların dilinden anlamıyor olabilirdi ama ızdırabı anlardı. Koruluk haykırıyordu. Dallar çatırdıyor, ağaç gövdeleri gıcırdıyor, yemyeşil yazlık elbisesi rüzgâr tarafından soyulmakta olan orman feryat ediyordu. Derken dört bir yandan yeni bir ses —yüksek, her şeyi bastıran bir kükreme— geldi. Persephone ilk başta sağanak yağmur başladığını zannetti ama gürültü aşırı yüksek, aşırı şiddetliydi. Yaprakların ve dalların arasından buz topları düşmeye başladı. Yumruk iriliğindeki cisimler kanopiye saldırarak dallardan ve ağaç gövdelerinden sekti. Kollarını başının üstünde tutan Persephone iki koca buz parçasının sırtına çarpmasıyla çığlık attı. Dolu taneleri sıyırıp geçse de bir kamçının sızısını ve bir yumruğun kuvvetini taşıyorlardı.

Suri ilerideki sarp, kayalık bir kepezin dibinde durdu ve yamaç yüzeyine bir şaplak attı. Taş yamacın bir bölümü açılıp kayanın içine düzgünce oyulmuş küçük bir odayı meydana çıkararak Persephone’nin yüreğine su serpti. Mistik onu yakından takip eden kurduyla beraber kendini içeri attı, sonra da kapı aralığında kollarıyla kocaman daireler çizerek diğer kadınları yanına çağırdı. Dahl Rhen’in reisi ve Miralyitli, başlarını çarpmamak için eğilerek eşiği birlikte aştılar. Persephone içeri girdikten sonra yıkıma tanıklık etmek için arkasına döndü.

Güm!

Bir başka yıldırım havayı yardı ve yapraklar güneşten daha parlak bir ışıkla yeşilin göz kamaştırıcı tonlarına büründü.

Güm!

Yakındaki bir kavak tutuştu. İkiye bölünen ağaç bir kıvılcım ve alev yağmuru arasında yere devrildi. Yıldırımların yaktığı ateşler rüzgârın harlamasıyla yangına dönüştü. Persephone dehşet ile huşu arası bir duyguyla bu buz ve ateş, rüzgâr ve enkaz manzarasına bakakaldı. Suri’nin kilit taşına basmasıyla kapı kapandı.

Dışarıdaki yıldırımların gümbürtüsü ve dolunun patırtısı devam etse de sesler güvenli, boğuk bir mesafeden geliyordu. Yaptıkları koşudan dolayı hâlâ nefes nefese olan ve ciddi bir yara almaksızın kaçabildiklerini anlayan üçlü, afetzedelerin o afallamış ifadesiyle bakıştı. Persephone rahat bir nefes aldı… ta ki yalnız olmadıklarını fark edinceye kadar.

* * *

Gifford asla bir koşu yarışı kazanamazdı. Kendisi bu gerçeği hayatının ileriki zamanlarında idrak etse de diğer herkes daha onun dünyaya geldiği gün bunu anlamıştı. Sol bacağı histen yoksundu, ağırlığını taşımaktan acizdi ve yürürken yere sürterdi. Sırtının da daha iyi olduğu söylenemezdi. Büyük ölçüde eğri durduğundan kalçalarını bir tarafa, omuzlarını da diğer tarafa eğik tutardı. Çoğu kimse Gifford’a acır, hatta birkaçı onu hakir görürdü. Gifford her iki gruba da akıl erdiremezdi.

Tek istisna Roan’dı. Başka herkesin ümitsiz gözüyle baktığına o göğüs gererdi. İkisi Gifford’ın alaçuğunun önündeydi ve Roan tahta-teneke karışımı zımbırtıyı adamın sol bacağına bağlamak için deri kayışları sıkmakla meşguldü. Gifford’ın önündeki çimenlerde diz çöken genç kadının üstünde is vardı ve burnunun yan tarafına kömür bulaşmıştı. Koyu kahverengi saçları kısa bir atkuyruğuyla öyle yukarıdan toplanmıştı ki horoz ibiğine benziyordu.

Ufacık ve maharetli elleri keskin metal parçalarıyla çalışmaktan dolayı düzinelerce kesikle bezeliydi. Gifftord o elleri tutmak, yaraları öpmek ve acıyı dindirmek isterdi. Bir keresinde kadının elini tutmayı denemişti ama bunun sonu iyi olmamıştı. Gözleri korkuyla kocaman açılan ve yüzünde bir dehşet ifadesi beliren Roan geri çekilmişti. Genç kadın dokunulmaktan hoşlanmazdı — Gifford bunun farkındaydı ama o gün kendini tutamamıştı.

Roan’ın tepki gösterdiği tek kişi o değildi. Hiç kimsenin dokunuşuna katlanamazdı.

Bilek kayışına sertçe asılan Roan kendinden emin, kararlı bir ifadeyle başını salladı. “Artık olması lazım.” Doğrulup temiz ellerini sembolik olarak ovuşturdu. Sesi hevesli ama ciddiydi.

“Hazır mısın ?”

Gifford’ın cevabı çalışma masasının desteğiyle ayağa kalkmak oldu. Bacağındaki, tahta çubuklardan ve metal menteşelerden yapılmış olan aygıt o doğrulurken gıcırdayarak ufacık bir kapının açılmasına benzer bir ses çıkardı.

“Üstüne ağırlığını veriyor musun? Bir dene. Bak bakalım taşıyacak mı.”

Gifford için sol bacağına yüklenmek suya yaslanmakla aynı şeydi. Fakat Roan’ın hatırına seve seve yere kapaklanırdı. Belki takla atarak onu gülümsetmeyi başarırdı. Eğer iki sağlam bacakla güçlü kuvvetli ve çevik doğmuş olsaydı onu eğlendirmek için dans eder, budala gibi fırıl fırıl dönerdi. Hatta belki ona kahkaha bile attırabilirdi. Bu Roan’ın nadiren yaptığı bir şeydi.

Genç kadın kendi zihninde hâlâ bir köle, hiçten de beter bir şeydi…

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın