Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Dünyaya Düşen Adam” – Walter Tevis

Dünyaya Düşen Adam

Yazar: Walter Tevis
Orijinal Adı: The  Man Who Fell to Earth
Çevirmen : Mehmet Ali Ağaoğulları
Sayfa Sayısı : 224
İthaki Yayınları – 2020

Genel İnceleme Puanı

 

“Bir arketip ustası. Kendisinden taviz vermeden zamanın ruhunu yakalayabilen bir sanatçı.” –Jonathan Lethem

“Dünya’ya Düşen Adam’daki karakter ömrüm boyunca aklımda kalacak.” –David Bowie

“Yazılmış en iyi bilimkurgu kitaplarından biri.” –James Sallis

“Dünya’daki bir uzaylıyla ilgili yazılmış en gerçekçi eser.” –Norman Spinrad

“Eğer Mars’tan Geliyorsanız, Gerçekten De Yalnız Olmalısınız.”

Walter Tevis, bilimkurgunun özünü çok iyi kavramış, çağının hem en asi hem de en yumuşak başlı yazarlarından biri. Yönetmen Nicolas Roeg’un 1976 yılında çektiği ve David Bowie’nin Newton karakterine hayat verdiği film uyarlaması, bilimkurgu sinemasının kült yapıtlarından biri olan Dünya’ya Düşen Adam ise yazarın en ünlü ve en düşünsel eseri.

Thomas Jerome Newton, halkının Dünyalılardan çok daha zeki olduğu Anthea adlı gezegenden kırık dökük bir uzay aracıyla Yerküre’ye gelen insansı bir uzaylıdır. Gezegeni nükleer savaş yüzünden yaşanmaz hale gelen Newton’ın amacı Dünya’da inşa edeceği uzay gemisiyle evine dönüp oradaki insanları yeni gezegenine taşımaktır.

Anthea’dan getirdiği yüksek teknoloji sayesinde servet yapıp işe koyulan Newton’ın bir uzaylı olduğundan halihazırda şüphelenen kimya profesörü Nathan Bryce’ın ilgisini, Newton’ın şirketinin piyasaya sürdüğü yeni ürünler daha da çok çekmeye başlar.

Ancak Dünya’da geçirdiği yıllar boyunca yavaş yavaş oranın canlılarına benzeyen Newton’ın amacına yönelik büyük tehlike ne Bryce ne de işin peşine düşen FBI’dır. Bu sıradışı uzaylının tek bir düşmanı vardır: İnsanlaşmak.

Dünya’ya Düşen Adam, insan olmayanın içindeki insana bakış.

Ken MacLeod’un sonsözüyle

Ön Okuma

1972

İKAROS’UN DÜŞÜŞÜ

 

1

Üç kilometrelik bir yürüyüşten sonra bir kente ulaştı. Girişteki bir levhanın üzerinde, “HANEYVILLE, Nüfus: 1400” yazılıydı. İyi bir ortalamaydı bu. Daha erkendi -bu üç kilometrelik yolu tepmek için sabahı seçmişti çünkü sabahleyin daha serin oluyordu- ve sokaklar da bomboştu. Tüm bu yeniliklerden şaşırmış, sinirli ve biraz da ürkek bir biçimde yeni doğan günün solgun ışığında birkaç sokak geçti. Yapacağı şeyi düşünmemeye çabalıyordu. Buna zaten yeterince kafa yormuştu.

Bu küçük yerleşim merkezinin ticaret mahallesinde aradığını buldu, “Mücevher Kutusu” adını taşıyan küçük bir dükkân. Buranın biraz ilerisindeki bir bank ilişti gözüne. Yaptığı uzun yürüyüşten vücudu sızlayarak, oraya oturmak için yöneldi.

Birkaç dakika sonra bir insan gördü.

Bu bir kadındı; yorgun görünümlü, kendine doğru gelen biçimsiz mavi elbiseli bir kadın. Şaşırmıştı, aceleyle gözlerini ondan kaçırdı. Kadında doğru olmayan bir şey vardı. Onların da kendisininkine benzer boyları olmasını beklemişti, oysa bu kadın kendisinden bir kafa boyu daha kısaydı. Teni, sandığından daha kırmızı ve daha koyuydu. Onları gerçekten görmekle televizyonda izlemenin aynı şey olmayacağını bilmesine karşın yine de acayip bir duyguya kapıldı.

Sokak yavaş yavaş canlanmaya başladı, kentin diğer sakinleri de hemen hemen ilk kadın gibiydiler. Yanından geçen bir adamın, “Artık böyle otomobiller yapmıyorlar,” diye fikir yürüttüğünü işitti; telaffuzu biraz değişik, düşündüğünden daha az keskinse de adamın ne dediğini kolayca anladı.

Bazı insanlar ona baktı, hatta birkaçı kuşkuyla baktı kendisine fakat bu onu tedirgin etmedi. Rahatsız edilmeyi beklemiyordu. Üstelik, diğerlerinin giysilerini görünce içi de rahatlamıştı: Giysileri denetimden geçebilirdi.

Sonunda kuyumcu dükkânı açıldı; on dakika kadar bekleyip dükkâna girdi. Tezgâhın arkasında, beyaz gömlekli ve kravatlı, kısa boylu, tombul yanaklı bir adam rafların tozunu almaktaydı. İşini bıraktı, biraz merakla onu bir anlığına süzdü ve, “Buyurun, bayım?” dedi.

Kendini aşırı uzun ve eli ayağına dolanmış hissetti. Ağzını açtı fakat hiçbir ses çıkmadı. Gülümsemek istedi fakat yüzü kaskatı kesilmişti. Her yanını bir panik dalgası kapladı ve bir an bayılacağını sandı.

Adam, ona bakmaya devam ediyordu ve yüzündeki ifade değişmiş değildi. “Bayım?” diye tekrarladı sorusunu.

Büyük bir güç harcayarak konuşmayı başardı. “Acaba… siz… bu yüzükle… ilgilenir miydiniz?” Bu sıradan soruyu hazırlamak için acaba onu kaç kez kafasında tekrarlamış ve kendi kendine sormuştu? Oysa şimdi bu cümle, sanki hiçbir anlamı olmayan saçma sapan hecelerin arka arkaya sıralanması gibi, bir acayip yankılanıyordu kulaklarında.

Adam hâlâ onun yüzüne bakıyordu. “Hangi yüzük?”

“Ah! Evet, haklısınız.” Gülümsemeyi başardı bu kez. Adamın eline dokunmaya çekinircesine yüzüğü sol elinin parmağından çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. “Ben… buradan geçiyordum. Arabam arıza yaptı; birkaç kilometre ileride, üzerimde para yok ve eğer yüzüğümü satabilirsem… Çok değerlidir.”

Adam şüpheli gözlerle yüzüğü elinde evirip çevirdi. Sonunda, “Bu nereden elinize geçti?” dedi.

Adamın soruş tarzı boğazını düğümledi. Yolunda gitmeyen bir şey mi vardı acaba? Altının rengi mi? Yoksa elmas mı? Yeniden gülümsemeye çalıştı. “Yüzüğü bana karım hediye etmişti. Birkaç yıl önce. ”

Adamın yüzü hâlâ asıktı. “Bunun çalıntı olmadığını nereden bileyim?”

“Ah.” Çok hoş bir rahatlama duygusu kapladı benliğini. “Adım yüzüğün iç kısmında yazılıdır.” Ceketinin cebinden pasaportunu çıkardı. “Kimliğime bakabilirsiniz.” Pasaportunu tezgâhın üzerine bıraktı.

Adam yüzüğe baktı ve yüksek sesle, “T.J. Newton’a, Doğum günü 1968; Marie; 18 ayar,” diye okudu yazıyı. Yüzüğü bıraktı ve pasaportu alıp incelemeye başladı. “İngiliz misi

“Evet. Birleşmiş Milletler’de çevirmenim. Bu benim ilk Amerika ziyaretim. Ülkeyi gezmeyi planlıyorum.”

Adam yeniden pasaporta bakarak, “Hımm,” dedi. “Bana da yabancılara özgü bir şiveniz var gibi gelmişti.” Fotoğrafı inceledi ve altında yazan adı okudu, Thomas Jerome Newton,” sonra gözlerini kaldırıp, “Bu sizsiniz. Hiç şüphesiz,” dedi.

Yeniden gülümsedi ve bu kez acayip bir baş dönmesi hissetmesine ve bu yörenin büyük yer çekiminden dolayı bedeni kendisine çok ağır gelmesine karşın, gülümsemesi daha az zorakiydi. Ama kibarca, “Şimdi, bu yüzük sizi ilgilendiriyor mu?” demeyi başardı.

Aldatıldığını bile bile yüzüğe karşılık altmış doları kabul etti. Fakat şimdi elde ettiği, bu yüzükten ve elindeki yüzlerce benzeri yüzükten çok daha değerliydi. Biraz güvence kazanmıştı ve artık parası vardı.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın