Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “2312” – Kim Stanley Robinson

2312

Yazar: Kim Stanley Robinson
Orijinal Adı: 2312
Çevirmen : M. İhsan Tatari
Sayfa Sayısı : 520
İthaki Yayınları – Aralık 2016

Genel İnceleme Puanı

 

Nebula En İyi Roman Ödülü
Hugo En İyi Roman Ödülü Adayı
Locus En İyi Bilimkurgu Romanı Ödülü Adayı
Arthur C. Clarke En İyi Roman Ödülü Adayı
BSFA En İyi Roman Ödülü Adayı
James Tiptree Jr. Ödülü Onur Listesi
Campbell En İyi Roman Ödülü Adayı
John W. Campbell Ödülü Adayı

 

Yıl 2312… Bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ışığında insanlık, uzaydaki alanını genişletmiş ve birçok gezegene yayılmıştır. Merkür’ün Tanyeri şehrindeki beklenmedik bir ölümü izleyen sıradışı olaylar, Swan Er Hong’un hayatını değiştirecek ve insanlığı bekleyen tehlikeli geleceğin adımlarını hızlandıracaktır.

Mars Üçlemesi ile tanıdığımız ödüllü yazar Kim Stanley Robinson’ın politika, cinsiyet ve insan doğası gibi kavramları uzay gemileri, yapay zekâ ve uzak gezegenlerle buluşturduğu 2312, okura alegorik bir evrenin kapılarını aralıyor.

2312, bilimkurguda nadir rastlanılan türde düşünsel ve insancıl; muazzam bir spekülatif kurgu.
– Iain M. Banks

Nefis bir dünya, nefis fikirler, nefis bir atmosfer… Bu romana bayıldım!
– Nnedi Okorafor

Tutkulu anlatımları sevenler için kıymetli bir kitap.
– Jeff VanderMeer

Ön Okuma

“2312” – Kim Stanley Robinson
Ön Okuma PDF

 

GİRİŞ

 

Güneş her daim doğmak üzeredir. Merkür o kadar yavaş döner ki gezegenin kayalık yüzeyinde yeterince hızlı yürüdüğünüz takdirde şafağın önüne geçebilirsiniz. Çoğu insan da öyle yapar. Pek çok kişi, bunu bir yaşam biçimi haline getirmiştir. Dosdoğru batıya doğru yürür, daima yeni doğan günün önünde olurlar. Bazıları oradan oraya aceleyle seğirtir, daha evvelden içlerine biyoliç metalofit enjekte ettikleri çatlaklara göz atmak için duraksar ve biriken altın, tungsten ya da uranyum kalıntılarını çabucak kazırlar. Fakat çoğu, güneşi kısa bir anlığına görebilmek için oradadır. Merkür’ün kadim yüzeyi o kadar hırpalanmış ve düzensizdir ki gezegenin aydınlanma çizgisi, yani şafağın yeni yeni kucaklamaya başladığı kısımlar ışık-gölge tekniğiyle yapılmış, engin bir siyah beyaz tabloya benzer.

Karakalemle doldurulmuş boşluklar orada burada en dikkat çekici kısımların göz kamaştırıcı beyazıyla lekelenir, ışık giderek artar, ardından tüm arazi eriyik cam kadar parlaklaşır ve uzun bir gün daha başlar. Güneşin ve gölgelerin birbirine karıştığı bu alan çoğunlukla otuz kilometre çapındadır; arazinin dümdüz olduğu yerlerde bile ufuk çizgisi sadece birkaç kilometre ötenizdedir. Ancak, Merkür’ün çok az kısmı düzdür. Tüm eski kraterler yerli yerindedir, ayrıca gezegenin soğuyup çektiği ilk günlerden kalma birkaç yüksek uçurum da mevcuttur. Bu kadar engebeli bir arazide ışık aniden doğu ufkuna geçebilir, ardından tekrar batıya sıçrayarak uzaktaki bir tümseğe vurabilir. Gezegenin yüzeyinde yürüyen herkesin bu ihtimali aklında tutması, güneşin en uzun erimine ne zaman ve nerede ulaşacağını bilmesi gerekir. Tabii ona yakalandıkları takdirde nerede bir gölgelik bulabileceklerini de öyle… Ya da bilerek dışarıda kalacaklarsa. Çünkü pek çoğu yürüyüşleri sırasında yerleri stupalarla,* kurganlarla, petrogliflerle,** inukşuklarla,* aynalarla, duvarlarla ya da patlamış goldsworthylerle** işaretlenmiş belirli bir uçurumun ya da kraterin kıyısında duraksar. Güneşgezerler bunların yanında durur, yüzlerini doğuya döner ve bekler.

Bakmakta oldukları ufuk siyah kayaların üzerindeki siyah bir boşluktan ibarettir. Güneş ışınlarının dövdüğü kayalar tarafından üretilen ve aşırı derecede ince olan neon-argon karışımı atmosfer, şafaktan önceki o parıltının çok azını tutar. Ama güneşgezerler doğru vaktin ne zaman geleceğini bilir, o yüzden bekleyip izlerler. Ta ki turuncu renkli, ateşten yunuslar ufukta sıçrayana ve damarlarındaki kan kaynayana dek… Bunu dalgalanan, durmaksızın kavislenen, serbest kalan ve gökyüzünde özgürce süzülen kısa flamalar takip eder. Ah o güneş yok mu o güneş, işte doğmak üzeredir üzerlerine! Başlıklarının ön yüzü gözlerini korumak için şimdiden kararıp polarize olmuştur bile. Turuncu flamalar sanki ufukta bir yangın çıkmış da alevler kuzeye ve güneye yayılıyormuşçasına ilk görüldükleri yeri terk edip sağa sola ayrılırlar. Ardından fotosfer, yani güneşin gerçek yüzeyi bir kabuk gibi soyulur, kırpışıp sabitlenir, sonra da yavaşça yanlara taşar. Başlığınızın ön yüzündeki filtrelerin çeşidine bağlı olarak güneşin gerçek yüzeyini mavi bir anafor, nabız gibi atan turuncu bir kütle veya basit bir beyaz çember olarak görebilirsiniz. Güneş her iki yana taşmaya devam eder ve mümkün olduğunu düşündüğünüz sınırları aşar… ta ki üzerinde durduğunuz gezegenin güneşe kıyasla bir çakıl taşından farksız olduğunu fark edene kadar.

Artık kaçma vaktidir! Ama silkinip kurtulmayı başardıkları sırada bazı güneşgezerler sersemlemiş halde olurlar; takılıp düşer, tekrar kalkar ve emsalsiz bir panikle batıya doğru koşmaya başlarlar. Ama ondan önce Merkür’ün üzerine doğmakta olan güneşe son bir kez daha bakarlar. Kızılötesi ışıkta farklı sıcaklıklara sahip noktaların, sonsuz bir döngü halinde birbirine dolandığı, mavi bir kütle gibi görünür. Fotosfer çemberinin kararmasıyla birlikte güneş tacının fevkalade dansı, tüm o manyetik arklar ile kısa devreler ve geceleyin dışarı attığı yanan hidrojen kütleleri daha da netleşir. Ya da güneş tacını engelleyip sadece fotosfere bakabilir, hatta onu büyütüp tüm görüş alanınızı kaplayacak hale bile getirebilirsiniz; ta ki her biri şiddetle yanan bir ateşe işaret eden, hep beraber saniyede beş milyon ton hidrojen tutuşturan binlerce konveksiyon hücresinin kıvrılıp yanan yüzeyleri ortaya çıkana dek… ki bu oran, güneşin dört milyar yıl daha yanmaya devam edeceğini gösterir.

Tüm o uzun ateş spikülleri, adına güneş lekeleri denilen küçük siyah halkaların etrafında dairesel desenler çizerek dans eder ve ateş fırtınalarının arasında değişken girdaplar oluşturur. Spikül yığınları, akıntıyla dövülen yosun yatakları misali hep birlikte dalgalanır. Tüm bu karmaşık hareketlerin biyolojik olmayan açıklamaları vardır: farklı hızlarda hareket eden farklı gazlar, durmaksızın değişen manyetik alanlar, daimi ateş girdaplarının şekillenmesi… hepsi de salt fiziğe dayalı şeylerdir, başka hiçbir şey söz konusu değildir. Buna rağmen güneş size canlıymış gibi görünür, hatta çoğu yaşayan şeyden bile daha canlı. Merkür’ün her şeyi açığa çıkaran şafağında ona bakarken canlı olmadığına inanmak imkânsızdır. Kulağınızın dibinde haykırır, sizinle konuşur.

Güneşgezerlerin çoğu, zamanla tüm filtreleri dener ve sonunda aralarından en çok beğendiklerini seçerler. Bazı filtreler ya da filtre kombinasyonları bir tür ibadet, kimi tek başına kimiyse ortaklaşa yapılan birer ritüel halini alır. Bu ritüeller esnasında kendinizi kaybetmek çok kolaydır; güneşgezerler yerlerinde durup şafağın söküşünü izlerken aralarından fanatik olanların manzaradaki bir şey, daha önce hiç görmedikleri bir desen karşısında transa girmeleri alışılmadık bir durum değildir; ansızın o ateşli kirpiklerin cızırtısı duyulur bir hale gelir, gürültülü bir kükremeye dönüşür… aslında kulaklarınıza hücum eden kanınızın sesidir bu, fakat o sırada güneşin yanışını işitiyormuşsunuz gibi gelir size. Böylece insanlar olması gerekenden daha uzun bir süre boyunca dışarıda kalırlar. Bazılarının retinaları yanar, bazıları kör olur, bazılarıysa güneşin yakıcı ışınları karşısında iflas eden uzay elbiselerinin ihanetine uğrayıp oracıkta can verir. Bazen onlarca kişilik grupların kavrulduğu olur.

Onların aptal olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hiçbir zaman öyle bir hataya düşmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? O kadar emin olmayın. Kesinlikle hiçbir fikriniz yok. Bu daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemez. Buna alışacağınızı, insan zihninin dışındaki hiçbir şeyin sizin gibi sofistike ve bilgili birinin ilgisini gerçek anlamda çekemeyeceğini düşünebilirsiniz. Ama yanılıyorsunuz. Siz de güneşin yaratıklarından birisiniz. Onun güzelliğini ve korkunçluğunu bu kadar yakından görmek tüm zihinleri boşaltıp herkesi transa sokabilir.

Bazıları bu deneyimin Tanrı’nın yüzüne bakmak gibi olduğunu söyler ve güneşin yıldız sistemimizdeki tüm canlılara yaşam bahşettiğinin doğru olduğu düşünüldüğünde o, bir bakıma bizim tanrımızdır. Sadece onu görmek bile zihninizi anında boşaltabilir. İnsanlar da tam olarak bunu hissetmeyi hedefler. O yüzden, görülebilecek her şeyi denemeye diğer herkesten daha meyilli olan Swan Er Hong adlı kadın hakkında endişelenmek için geçerli bir sebebimiz olduğunu söyleyebiliriz. Kendisi güneşgezerliğe sık sık çıkar, bunu yaptığı zamanlarda güvenlik önlemlerini ihmal eder, hatta güneş ışınlarının altında gereğinden daha uzun süre kaldığı bile olur. Huzmelerinin yoğunluğu, granüllerinin nabız gibi atışı, spiküllerinin akışı… Swan güneşe âşıktır. Ona tapar; odasında bir Sol Invictus* mihrabı bulundurur, pratahsamdhya ayinini gerçekleştirir ve her sabah uyandığında güneşi selamlar.

Arazi ve performans sanatlarının çoğunu güneşe adamıştır ve bugünlerde zamanının çoğunu gezegenin yüzeyine goldsworthyler, kendi bedenineyse abramovicler** yaparak geçiriyor. Yani güneş, Swan’ın sanatının bir parçasıdır. Şimdiyse bu teselli anlamına da geliyor, çünkü Swan şu anda dışarıda ve yas tutuyor. Eğer o sırada birileri Tanyeri Şehri’ndeki büyük Şafak Duvarı’nın tepesinde bulunan gezinti alanında duruyor olsaydı, Swan’ın güneyde, ufuk çizgisinin çok yakınında olduğunu görebilirdi. Acele etmesi gerekiyor. Şehir, raylarının üzerinde hareket ediyor ve Hesiodos ile Kurasawa kraterlerinin arasındaki devasa çukurun dibinde ilerliyor. Ayrıca güneşin ışıkları da çok geçmeden tüm araziyi batıya doğru yıkayacak. Swan’ın bir an evvel kente geri dönmesi gerekiyor ama buna rağmen hâlâ orada dikiliyor.

Şafak Duvarı’nın tepesinden bakıldığında gümüş bir oyuncağa benziyor. Uzay elbisesinin büyük ve yuvarlak bir başlığı var. Tozdan kararmış botları çok büyük görünüyor. Aceleyle şehrin batısındaki yükleme platformuna dönmesi gerekirken bot giymiş küçük bir karınca gibi orada durup yas tutuyor. Diğer güneşgezerler çoktan kente doğru koşmaya başlamış bile. Bazıları peşleri sıra küçük el arabaları ya da tekerlekli kızaklar çekerek malzemelerini veya uyuyan arkadaşlarını taşıyor. Şehrin hareketi oldukça tahmin edilebilir olduğundan, zamanlamalarını ucu ucuna ayarlamışlar. Çünkü kent kendi zamanlamasından sapamıyor; yeni doğan günün ısısı rayları genişletiyor, altındaki taşıyıcı iskelet onları sıkıca sarıyor ve böylece günışığı batıya doğru sürüyor şehri.

Geri dönen güneşgezerler şehrin yaklaşmakta olduğu yükleme platformuna doluşuyorlar. Bazıları haftalardır, hatta tam bir tavaf yapmak isteyenleri aylardır dışarıda. Şehir yanlarından geçerken basınç odalarının kapıları açılacak ve hep birlikte içeri girecekler. Bunun gerçekleşmesine çok az kaldı. Swan’ın da orada olması gerekirdi. Yine de hâlâ aynı çıkıntının üzerinde duruyor. Retinalarının pek çok kez onarılması gerekmişti ve sık sık bir tavşan gibi koşmadığı takdirde ölüme mahkûm olmasına ramak kalmıştı.

İşte şimdi bunu yine yapmak zorunda. Şehrin tam güneyinde, ufuk huzmeleri tarafından tamamen aydınlatılıyor; görüş alanınızdaki gümüşi bir bulanıklıktan farksız. Bağırmak hiçbir işe yaramasa da düşüncesizliği karşısında bağırmadan edemiyorsunuz.

Swan, seni aptal! Alex öldü! Bunu hiçbir şey değiştiremez! Koş, canını kurtar!

Ve işte yapıyor. Yaşam –hayatta kalma dürtüsü– ölüme baskın geliyor ve Swan dönüp koşmaya başlıyor. Merkür’ün yerçekimi Mars’ınkinden neredeyse farksızdır ve çoğunlukla hız yapmaya oldukça elverişli olduğu söylenir; çünkü ona alışık olan insanlar dengelerini sağlayabilmek adına kollarını sallarken tüm araziyi koca koca sıçramalarla katedebilirler. Swan da aynı o şekilde sıçrayıp kollarını sallıyor, bir keresinde botu bir yere takılıyor ve yüzüstü kapaklanıyor ama çabucak ayaklanıp sıçramaya kaldığı yerden devam ediyor. Şehir hâlâ platformun yanındayken oraya ulaşması gerek; çünkü bir sonraki platform on kilometre batıda. Platformun basamaklarına ulaşıyor, tırabzanı kavrıyor, kendini yukarı çekiyor ve dosdoğru yarı yarıya kapanmış basınç odasının içine atlıyor.

SWAN VE ALEX

Alex’i anma töreni, Swan Tanyeri’nin merkezindeki büyük merdiveni güç bela tırmandığı sırada başladı. Bulvarları ve meydanları dolduran şehir halkı sessizce bekliyordu. Kentte pek çok ziyaretçi de vardı; Alex tarafından ayarlanan bir konferans verilmek üzereydi. Kadın geçen cuma tüm ziyaretçilerini bizzat karşılamıştı, bu cuma ise cenazesini düzenliyorlardı. Aniden yıkılmıştı ve onu hayata döndürmeyi bir türlü başaramamışlardı. O yüzden şehir halkı ve diplomatlar bir aradaydı; hepsi de Alex’in insanlarıydı, hepsi de yas tutuyordu.

Swan Şafak Duvarı’na çıkan yolun yarısında durdu, daha fazla devam edemiyordu. Damlar, teraslı avlular ve balkonlar uzanıyordu altında. Ve bir de kocaman seramik saksıların içindeki limon ağaçları… Dört katlı beyaz apartman bloklarıyla, siyah demir parmaklıklı balkonlarıyla, geniş bulvarları ve dar ara sokaklarıyla küçük Marsilya’yı andıran hafif eğimli bir bayır, parka tepeden bakan bir gezinti alanına doğru alçalıyordu. Her yer insan kaynıyor, hepsi de Swan’ın gözlerinin önünde türleşiyordu; her surat son derece kendine özgü ama bir o kadar da tipikti: Olmek kafası, nacak, kürek. Tırabzanlardan birinin yanında üç tane küçük duruyordu; üçü de birer metre boyunda, üçü de siyahlara bürünmüş. Merdivenlerin dibindeyse şehre henüz dönen güneşgezerler toplanmıştı; güneşten iyice esmerleşmiş ve toz toprak içinde gözüküyorlardı.

Onları görmek Swan’ın kalbini sızlattı; güneşgezerler bile gelmişti cenazeye. Swan geri dönüp basamakları inmeye başladı; bir yandan da kendi kendine sayıklıyordu. Alex’in öldüğünü duyar duymaz yalnız kalma ihtiyacı hissetmiş ve kendini şehirden dışarı atmıştı. Şimdiyse kadının külleri savrulurken görülme fikrine katlanamıyordu; ayrıca Mqaret’i, yani Alex’in hayat arkadaşını görmek de istemiyordu. O yüzden parka gidip kalabalığın arasına karıştı. Herkes hareketsiz bir biçimde duruyor, yukarı bakıyor ve perişan görünüyordu. Birbirlerine sarılıyorlardı. Alex’e güvenen çok fazla insan vardı. Merkür’ün Aslanı, şehrin kalbi. Sistemin ruhu. Onlara yardım eden ve onları koruyan kişi. Aralarından bazıları Swan’ı tanıdıysa da onu yalnız bıraktılar; bu ona taziye dileklerinden daha fazla dokundu ve yanakları gözyaşlarıyla ıslandı. Parmaklarıyla yüzünü hızlı hızlı sildi. Derken biri onu durdurdu.

“Siz Swan Er Hong musunuz? Alex sizin büyükanneniz miydi?”

“O benim her şeyimdi.” Swan dönüp uzaklaştı.

Çiftliğin daha boş olabileceğini düşündü ve böylece parktan ayrılıp ilerideki ağaçlara doğru yürümeye koyuldu. Şehrin hoparlörlerinden cenaze marşı yükseliyordu. Bir geyik çalıların altına düşen yaprakları kokladı. Çiftliğe varmasına çok fazla bir şey kalmamıştı ki Şafak Duvarı’nın Büyük Kapakları açıldı ve kubbenin altındaki havayı yaran güneş ışınları o tanıdık, sarı renkli, yarı saydam ve dikey huzme çiftini yarattı. Swan huzmelerin içindeki sarmallara, kapakları açtıklarında yukarı fırlatılan talk pudralarının dönüşüne, renkli toz taneciklerinin süzülüp yok oluşuna odaklandı.

Derken duvarın dibindeki yüksek teraslardan bir balon havalandı ve batıya doğru süzüldü; altında küçük bir sepet sallanıyordu. Alex, bu nasıl olabilir? Müziğin içinde bir itiraz dalgası yükselip basların gümbürtüsünü gölgede bıraktı. Balon sarı huzmelerden birine girdiği sırada sepet ansızın patladı ve Alex’in külleri aşağıya, ışığın dışına doğru süzülüp şehrin havasına karıştı, sonra da tıpkı bir çöl yağmuru gibi daha yere bile değmeden silinip gitti. Parkın olduğu taraftan tezahüratlar ve alkışlar yükseldi. Birkaç genç adam kısa süreliğine, “A-lex! A-lex! A-lex!” diye bağırdı. Alkış birkaç dakika boyunca sürdü, ardından uzunca bir süre devam eden ritmik bir vuruşa dönüştü.

İnsanlar alkışı kesmek istemiyorlardı, çünkü bir şekilde bu her şeyin sonu olacak, Alex’i o anda kaybedeceklerdi. Lakin sonunda alkışlamayı bıraktılar ve hayatlarının Alex’ten sonraki dönemini yaşamaya başladılar. Swan’ın yukarı çıkması ve Alex’in ailesinin geri kalanına katılması gerekiyordu. Bu düşünce karşısında inledi ve çiftlikte boş boş dolanmaya devam etti. Sonunda Büyük Merdiven’e doğru seğirtti ve basamakları körü körüne, her yanı kaskatı kesilmiş bir halde tırmanmaya koyuldu. Bir ara durup bir süre boyunca, “Hayır, hayır, hayır,” diye sayıkladı. Ama bunun hiçbir anlamı yoktu. Birden, o andan itibaren yapacağı her şeyin anlamsız olacağını fark etti. Bu durumun ne kadar devam edeceğini merak etti, sonsuza dek olabilirmiş gibi görünüyordu gözüne ve bu onu korkuttu. Bu değişimi ne değiştirebilirdi?

En nihayetinde kendini toparlayıp Şafak Duvarı’nın tepesindeki özel cenazeye yollandı. Alex’e yakın olan herkesle selamlaşmak zorunda kaldı. Mqaret’le kısaca, üstünkörü bir şekilde kucaklaştı ve yüzündeki ifadeye göğüs gerdi. Ama adamın aklının başında olmadığını görebiliyordu; karşısındaki kişi hiç de tanıdığı Mqaret’e benzemiyordu. Yine de adam gitmek zorunda olduğunu söylediğinde onu çok iyi anladı. Bunu görmek rahatlatıcıydı elbette. Mqaret’in Alex’e kendisinden daha yakın olduğunu, kadınla ne kadar çok zaman geçirdiğini, ne kadar süredir hayat arkadaşı olduklarını düşündüğünde ve kendi acısını göz önüne aldığında adamın nasıl hissettiğini hayal bile edemiyordu. Ya da belki de edebiliyordu. Mqaret artık başka bir gerçeklikten başka bir gerçekliğe bakıyordu; sanki Swan’a nezaket gösterir gibi bir hali vardı. Swan ona sarılıp daha sonra ziyaretine geleceğine dair söz verdi, ardından Şafak Duvarı’nın en yüksek terasını dolduran diğerlerinin arasına karıştı. Bir müddet sonra tırabzanların yanına gidip aşağıdaki şehre ve etrafını saran şeffaf kabarcığın ötesindeki siyah araziye baktı.

Kuiper kadranını geçiyorlardı ve buradan baktığında Hiroshige Krateri’ni görebiliyordu. Bir keresinde Alex’i goldsworthylerinden birine, Japon bir ressamın en meşhur resimlerinden bir tanesine atıfta bulunan taştan bir dalgaya yardım etmesi için Hiroshige’nin apronuna götürmüştü. Kırılan dalganın zirvesini oluşturacak kayayı dengelemek için pek çok başarısız çaba sarf etmişlerdi ve Alex’le birlikteyken her zaman olduğu gibi Swan’ın karnına gülmekten ağrılar girmişti. Taş dalgayı hâlâ görebiliyordu, oradaydı işte. Şehirden bakıldığında hayal meyal seçilebiliyordu; dalganın zirvesini oluşturan kayaların yerinde yeller esiyordu gerçi. Şehir yanlarından geçerken ortaya çıkan titreşim yüzünden devrilmişlerdi belki de ya da buna sebep olan şey yalnızca güneşin etkileri de olabilirdi. Aldıkları kötü haber yüzünden de devrilmiş olabilirlerdi elbette.

Swan birkaç gün sonra Mqaret’i laboratuvarında ziyaret etti. Adam güneş sisteminin ileri gelen sentetik biyologlarından biriydi ve laboratuvarının her yanı makinelerle, depolarla, deney tüpleriyle ve renkli diyagramlarla dolu ekranlarla kaplıydı. O ekranlardaki şey, baz çifti üzerine baz çifti eklenerek elde edilen, giderek artan karmaşıklığıyla hayattı. Yaşamı sıfırdan başlattıkları yer burasıydı; şu anda Venüs’ü, Titan’ı, Triton’u, yani aklınıza gelebilecek her yeri yaşanabilir hale dönüştüren pek çok bakteri burada üretilmişti. Ama artık hiçbirinin önemi yoktu. Mqaret ofisinde öylece oturuyor, duvarlara boş boş bakıyordu.

Swan’ın geldiğini fark edince ayağa kalkıp ona baktı. “Ah, Swan… seni görmek güzel. Uğradığın için teşekkür ederim.”

“Sorun değil. Kendini nasıl hissediyorsun?”

“Pek iyi sayılmaz. Sen?”

“Berbat,” diye itiraf etti Swan, kendini suçlu hissederek; yapmak istediği son şey Mqaret’in yükünü artırmaktı. Ama böyle bir zamanda yalan söylemenin hiçbir anlamı yoktu. Zaten kendi düşüncelerine dalmış olan adam da sadece halden anlar bir şekilde kafasını sallamakla yetinmişti.

Aklı başında değil, diye düşündü Swan. Masasının üzerinde iflah olmaz bir biçimde birbirine dolanmış, parlak ve sahte renkleriyle proteinleri temsil eden küpler vardı. Mqaret kendini işe vermeye çalışmıştı.

“Çalışmak zor olsa gerek,” dedi Swan.

“Şey, evet.”

Rahatsız edici bir sessizliğin ardından, “Alex’e ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Swan.

Mqaret başını hızlı hızlı, sanki yersiz bir şey sorulmuşçasına, iki yana salladı. “Yüz doksan bir yaşındaydı.”

“Biliyorum ama yine de…”

“Yine de ne? Ölüm hayatın bir gerçeği Swan. Er ya da geç, bir şekilde hepimiz gideceğiz.”

“Sadece neden olduğunu merak ediyorum.”

“Bir nedeni yok.”

“O zaman nasılını…”

Adam başını tekrar iki yana salladı. “Herhangi bir şey olabilir. Alex’in durumundaysa bu beynin kritik bir noktasındaki bir pıhtılaşmaydı. Ama ölümümüze neden olabilecek pek çok farklı şey var. Asıl şaşırtıcı olanı bu kadar uzun süre yaşayabilmemiz.”

Swan masanın kenarına oturdu. “Biliyorum. Ama… şimdi ne yapacaksın?”

“İş.”

“Ama az önce dedin ki…”

Mqaret ininden çıkıp Swan’a bir bakış attı. “Faydasız olduğunu söylemedim. Bu doğru olmaz. Her şeyden önce Alex’le yetmiş yıldır beraberdik. Tanıştığımızda ben yüz otuz yaşındaydım. Birincisi bu. İkincisiyse bu iş ilgimi çekiyor, tıpkı bir bulmaca gibi. Çok büyük bir bulmaca. Aslına bakarsan biraz fazla büyük.”

Ardından sessizleşti ve konuşmasına bir süre devam edemedi. Swan bir elini onun omzuna koyduğunda da yüzünü ellerine gömdü. Swan onun yanında kalıp çenesini kapalı tuttu. Mqaret bir müddet sonra gözlerini sertçe ovuşturdu, sonra da onun ellerini kavradı.

“Ölümü yenmenin bir yolu yok,” dedi sonunda. “Bu imkânsız. Hayatın doğal akışına ters. Esas olarak, termodinamiğin ikinci yasasına. Sadece onu ertelemeyi umabiliriz. Geciktirmeyi. Bunun yeterli olması gerek. Neden olmadığını anlayamıyorum.”

“Çünkü bu her şeyi daha da kötüleştiriyor!” diye söylendi Swan.

“Ne kadar uzun yaşarsan ölüm o kadar kötüleşiyor.”

Mqaret başını iki yana sallayıp gözlerini tekrar ovaladı. “Bunun doğru olduğunu sanmıyorum.” Derin bir iç geçirdi. “Ölüm hep kötü bir şey olagelmiştir fakat onun acısını sadece hayatta kalanlar hissediyor, o yüzden…” Omuzlarını silkti.

“Sanırım söylemek istediğin bunun bir tür hata olduğu. Biri ölür, biz de neden diye sorarız. Bunu önlemenin bir yolu yok mu, deriz. Bazen vardır da. Ama…”

“Bu zaten bir tür hata!” dedi Swan. “Gerçeklik bir hata yaptı ve sen de onu düzeltiyorsun!” Elleriyle ekranları ve küpleri işaret etti. “Öyle değil mi?”

Mqaret aynı anda hem gülüp hem de ağladı. “Öyle!” dedi, burnunu çekip gözyaşlarını silerek. “Bu çok aptalca. Ne kibir ama. Gerçeği düzeltmeyi kastediyorum.”

“Ama aynı zamanda da iyi bir şey,” dedi Swan. “Öyle olduğunu biliyorsun. Sana Alex’le birlikte yetmiş yıllık bir beraberlik sağladı. Ayrıca zamanın geçmesini de sağlıyor.”

“Doğru.” Derin bir soluk alıp ona baktı. “Ama… onsuz hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Swan bu acı gerçeğin tüm benliğini kapladığını hissetti. Alex onun için bir arkadaş, koruyucu, öğretmen, üvey anne, vekil anne ve daha pek çok şey olmuştu… ve kahkaha atmanın bir yolu. Bir neşe kaynağı. Yokluğu soğuk bir his yaratıyor, duygularını öldürüyor ve geriye hüzün dolu bir boşluk bırakıyordu. Mutlak bir hissizlik. İşte buradayım. Burası gerçeklik. Kimse bundan kaçamaz. Devam edemem, etmek zorundasın diye konuşmanın o noktasını bir türlü aşamadılar. Ve sohbetleri bu şekilde sürüp gitti.

***

Biri laboratuvarın kapısını tıklattı. “Gel,” diye seslendi Mqaret, gereğinden biraz daha yüksek sesle. Kapı açıldı ve eşikte duran bir küçüğü açığa çıkardı. Çoğu küçük gibi oldukça çekici bir görünümü vardı; olgun, ince… Sarı saçlarını at kuyruğu şeklinde, düzgünce toplamıştı ve üzerinde mavi renkli, gündelik bir ceket vardı. Boyu Swan ile Mqaret’in beline anca varıyordu; tıpkı ufak bir maymun ya da bir şempanze gibi başını yukarı kaldırarak bakıyordu ikiliye.

“Merhaba Jean,” dedi Mqaret. “Swan, bu Jean Genette. Asteroitlerden. Kongre için buradaydı. Jean, Alex’in yakın bir arkadaşıydı; kendisi aynı zamanda asteroit birliğinin bir müfettişi ve bize sormak istediği bazı sorular var. Ona senin buraya uğrayabileceğini söylemiştim.”

Küçük, tek elini kalbinin üstüne koyup Swan’ı başıyla selamladı.

“Kaybınız için en içten taziyelerimi sunuyorum. Buraya sadece bunu söylemeye değil, aynı zamanda aramızdan pek çok kişinin oldukça endişeli olduğunu belirtmeye geldim, çünkü Alex en önemli projelerimizden bazılarının merkeziydi ve ölümü çok ani oldu. Bu projelerin yola devam edeceğini garanti altına almayı arzuluyoruz. Ayrıca, dürüst olmak gerekirse, bazılarımız da ölümünün doğal yollardan gerçekleştiğinden emin olmak istiyor.”

“Jean’ı öyle olduğuna dair temin ettim,” dedi Mqaret, Swan’ın yüzündeki ifadeyi görünce.

Yine de Genette tamamen ikna olmuş gibi görünmüyordu. “Alex size bir düşmandan, tehditten ya da herhangi bir tehlikeden söz etti mi hiç?” diye sordu küçük.

“Hayır,” dedi Swan, hatırlamaya çalışarak. “Alex öyle biri değildi. Demek istediğim, her zaman pozitif davranırdı. Her şeyin yolunda gideceğine güvenirdi.”

“Biliyorum. Kesinlikle öyleydi. Ama her zamanki iyimserliğinin dışına çıkan bir şey söyleyip söylemediğini hatırlamanız bu yüzden önemli zaten.”

“Hayır. Öyle bir şey hatırlamıyorum.”

“Size herhangi bir vasiyet veya vekaletname bıraktı mı? Ya da bir mesaj? Ölümü halinde açılması gereken bir şey?”

“Hayır.”

“Bizim aramızda bir vekaletname vardı,” dedi Mqaret, başını iki yana sallayarak. “Fakat içinde alışılmadık hiçbir şey yok.”

“Ofisine bir göz atmamın sakıncası var mı?”

Alex çalışmalarını Mqaret’in laboratuvarının sonundaki bir odada yürütürdü. Adam kafa sallayıp küçük müfettişe koridorun sonuna kadar eşlik etti. Hemen arkalarından gelen Swan, müfettişin Alex’in ofisinden haberdar olmasına; Mqaret’in orayı göstermekte hiç tereddüt etmemesine; düşmanlardan, “doğal sebeplerden” ve tersinin olabileceğine dair imalarda bulunulmasına hem şaşırmış hem de içerlemişti. Alex’in ölümü bir tür polis tarafından soruşturuluyor, öyle mi? Aklı bunu bir türlü almıyordu.

O eşikte oturup bunun ne anlama geldiğini kavramaya ve gerçekliğini idrak etmeye çalışırken, Genette de Alex’in ofisini arıyor, çekmeceleri açıyor, dosyaları indiriyor ve her nesne ile yüzeyin üzerinde kalın bir değnek dolaştırıyordu. Mqaret ise tüm bu olan bitenleri kayıtsızca seyrediyordu. Küçük müfettiş sonunda işini tamamladı ve yüzünde meraklı bir ifadeyle Swan’ın karşısına dikildi. Swan yerde oturduğu için neredeyse birbirlerinin göz hizasındaydılar. Müfettiş başka bir sual sormanın eşiğindeymiş gibi görünüyordu ama en nihayetinde hiçbir şey söylemedi.

“Eğer yardımcı olabileceğini düşündüğünüz herhangi bir şey hatırlarsanız, bana söylediğiniz vakit minnettar kalırım,” dedi sonunda.

“Elbette.”

Müfettiş bunun üzerine onlara teşekkür edip odadan ayrıldı.

***

“Neydi bu şimdi?” diye sordu Swan.

“Bilmiyorum,” dedi Mqaret.

Çok üzgün görünüyor, diye düşündü Swan. “Alex’in pek çok şeyde parmağı olduğunu biliyorum. Ta en başından beri Mondragon Antlaşması’nın öncülerinden biriydi ve o insanların pek çok düşmanı var. Güneş sistemiyle ilgili bazı sorunlar hakkında endişelendiğini de biliyordum fakat bana bu konuyla ilgili ayrıntılı bir şey anlatmadı.” Bir eliyle laboratuvarı işaret etti.

“Çok fazla ilgilenmeyeceğimi biliyordu.” Yüzünü buruşturdu. “Kendi problemlerim olduğunu… Beraber yaptığımız çalışmalar hakkında bile çok fazla konuşmazdık.”

“Ama…” diye başladı Swan fakat cümlesini nasıl tamamlayacağını bilemedi. “Şey… düşmanlar mı dedin? Alex’in mi?”

Mqaret içini çekti. “Bilmiyorum. Bu tür meseleler oldukça risklidir. Mondragon’a karşı çıkan bazı güçler var, bunu sen de biliyorsun.”

“Ama yine de bu hiç olası değil.”

“Biliyorum,” dedi adam. “Sana bir şey bıraktı mı?” diye ekledi, kısa bir duraksamanın ardından.

“Hayır! Neden bıraksın ki? Demek istediğim, ölmeyi beklemiyordu ki.”

“Çok az insan bekler. Ama bir şeyleri ya da belirli bir bilgiyi saklamak isteseydi sana sığınacağını tahmin edebiliyorum.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Şey, sana söylemeden kubine bir şey yerleştirmiş olamaz mı?”

“Hayır. Pauline kapalı bir sistemdir,” dedi Swan, sağ kulağının arkasına dokunarak. “Bugünlerde onu çoğunlukla kapalı tutuyorum. Hem zaten Alex öyle bir şey yapmazdı. Bana sormadan önce Pauline’le konuşmayacağına eminim.”

Mqaret bir kez daha derin bir soluk aldı. “Eh, bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla bana da bir şey bırakmadı. Bize haber vermeden bir yere bir şeyler tıkıştırmak tam Alex’e göre bir davranış olurdu. Ama henüz ortaya çıkan bir şey olmadı. Yani kesinlikle hiçbir fikrim yok.”

“Otopside sıradışı bir şey yok muydu?” diye sordu Swan.

“Hayır!” dedi Mqaret fakat bunu tekrar düşündüğü görülebiliyordu. “Beyinsel bir anevrizma, muhtemelen doğuştan. Patlamış ve intraparankimal kanamaya yol açmış. Olur böyle şeyler.”

“Eğer birisi kanamaya neden olabilecek bir şey yapsaydı… bunu kesin olarak anlayabilir miydin?”

Mqaret ona kaşlarını çatarak baktı. Derken laboratuvarın kapısının yeniden çalındığını işittiler. Hafif bir ürperti hissederek birbirlerine baktılar. Mqaret omuzlarını silkti; başka birini beklemiyordu.

“Gel!” diye seslendi tekrardan.

***

Kapı açıldığında Müfettiş Genette’in tam zıttı olan bir şey çıktı ortaya: çok büyük bir adam. Çıkık çeneli, düzgün kalçalı, aşırı yağlı, fırlak gözlü bir… bir kurbağa, otlubağa, tosbağa… onu tanımlayan kelimelerin kendileri bile çirkindi. Swan kısa bir anlığına insanların ses benzeşmelerine düşündüklerinden bile daha yatkın olduğunu fark etti; lisanları bir kuş gibi şakıyarak dünyadaki her nesneyi aksettiriyordu. Swan’ın beyninde de bir parça tarlakuşu vardı. Kurbağa. Bir keresinde bir amazonyumda, bir su birikintisinin kıyısında oturan bir kurbağa görmüştü. Siğilli, ıslak cildi altın sarısı ve bronz rengiydi. Swan onun görünüşünü sevmişti.

“Ah,” dedi Mqaret. “Wahram. Laboratuvarımıza hoş geldin. Swan, bu Titan’dan* Fitz Wahram. Alex’in en yakın iş arkadaşlarından ve en sevdiği kişilerden biriydi.”

Alex’in hayatında böyle biri olduğunu daha önce hiç duymadığı için şaşıran Swan karşısındaki adama kaşlarını çatarak baktı. Wahram bir elini kalbinin üstüne koydu ve başını otistikçe denebilecek bir hareketle eğerek onları selamladı.

“Çok üzgünüm,” dedi kurbağamsı bir vıraklamayla. “Alex benim için çok şey ifade ediyordu, hepimiz için. Onu çok severdim. Çalışmalarımız için hayati bir öneme sahipti, hatta bir liderdi. Onsuz ne yapacağımızı bilmiyorum. Nasıl hissettiğimi düşündüğümde sizin duygularınızı ancak ucu ucuna tahmin edebiliyorum.”

“Teşekkürler,” dedi Mqaret. İnsanlar böyle anlarda ne tuhaf şeyler söylüyordu. Swan hiç bu tarz laflar edemezdi. Alex’in sevdiği birisi. Swan sağ kulağının arkasındaki deriye dokunup kendini cezalandırmak adına kapattığı kubiyi aktifleştirdi. Pauline artık sağ kulağının içine usulca fısıldayabilir, onu yeni bilgilerle donatabilirdi. Swan’ın bugünlerde ona tahammülü yoktu ama ansızın bilgiye ihtiyaç duymuştu.

“Kongre ne olacak?” diye sordu Mqaret.

“Erteleyip yeni bir tarih belirleme konusunda tam bir fikir birliğine varıldı. Şu anda hiç kimsenin bir kongre düzenlemeye gönlü yok. Dağılıp daha sonra tekrar toplanacağız, muhtemelen Vesta’da.”*

Ah, elbette. Alex olmadığına göre toplantılar artık Merkür’de düzenlenmeyecekti. Buna hiç şaşırmayan Mqaret başını olumlu anlamda salladı.

“O halde Satürn’e dönüyorsun?”

“Evet. Ama gitmeden önce Alex’in benim için bir şey bırakıp bırakmadığını öğrenmek istedim. Herhangi bir formatta bir bilgi ya da data.”

Mqaret ve Swan aralarında bakıştılar.

“Hayır,” dedi ikisi de aynı anda. “Aynı şeyi az önce Müfettiş Genette de sordu,” diye ekledi Mqaret, elini sallayarak.

“Ah.” Kurbağa adam ikiliyi patlak gözlerle süzdü. O sırada Mqaret’in asistanlarından biri odaya girip adamdan bir konuda yardım istedi. Bunun üzerine Mqaret izin isteyerek yanlarından ayrıldı. Böylece Swan da ziyaretçileriyle ve sorularıyla baş başa kalmış oldu. Kurbağa adam oldukça iri biriydi: büyük omuzlar, büyük gövde, büyük karın. Kısa bacaklar. Tuhaf bir halktandı. Şu anda da başını iki yana sallıyor ve derin, pütürlü bir sesle (Swan’ın itiraf etmesi gerekirdi ki güzel bir sesti. Kurbağamsı evet, ama okkalı bir titreşime sahip, rahat ve derin bir sesti aynı zamanda. Sanki bir tür fagot ya da bas saksofon gibi),

“Seni böyle bir zamanda rahatsız ettiğim için üzgünüm. Farklı şartlar altında tanışmış olmayı isterdim. Arazi enstalasyonlarının** bir hayranıyım. Alex’le akraba olduğunu duyduğumda ona seninle tanışma imkânımın olup olmadığını sormuştum. Rilke Krateri’ndeki eserini ne kadar çok beğendiğimi söylemek istemiştim.

Gerçekten de çok güzel.”

“2312” – Kim Stanley Robinson
Ön Okuma PDF

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın