Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

Nöbetçi – Arthur C. Clarke

Arthur Charles Clarke (16 Aralık 1917 – 19 Mart 2008), İngiliz Şövalyelik Nişanı’na sahip mucit ve bilimkurgu yazarı. Aynı zamanda Mysterious World adlı İngiliz televizyon serisinin yapımcılığını ve sunuculuğunu da yapmıştır. Clarke, Robert A. Heinlein ve Isaac Asimov‘la birlikte, bilimkurgunun “üç büyük yazar”ından biri olarak kabul edilmektedir.

Bu hikâye ticari bir kaygı olmaksızın, paylaşım amacıyla yayınlanmıştır.

 

Bir dahaki sefere Ay’ı dolunay halinde yükselirken görürseniz, sağ kenarına dikkatle bakınız. Bir saatin ikiyi gösteren akreple yelkovanı arasındaki bölge, uydumuza uygulanırsa, bu kısımda küçük, karanlık, oval bir leke dikkatinizi çekecektir; normal bir gözle bakıldığında da kolaylıkla seçilebilir. “Mare Crisium/Krizler Denizi” olarak bilinen, Ay’ın en güzel, en yüksek ovalarından biridir. 300 mil çapında, aşağı yukarı halka biçiminde muhteşem dağlarla çevrilidir. Biz geçen 1996 yazında girene kadar da kimse tarafından keşfedilmemişti.

Keşfimiz büyüktü. Gereksinmelerimizi ve teçhizatımızı Mare Serenitatis’deki Ay üssünden 500 mil öteye sürükleyebilecek iki ağır gemimiz vardı. Bizim yüzey taşıtlarımızın geçemeyeceği bölgelerin üzerinden kısa mesafe taşımacılığını beceren üç küçük motora sahipti. Şansımıza Mare Crisium’un büyük kısmı son derece düzdü. Derin uçurumların hiçbiri alelade sayılmazdı ama çok tehlikeli de değillerdi. Söyleyebildiğimiz kadarıyla, güçlü tırtıl traktörleri gitmeyi arzuladığımız herhangi bir yere bizleri götürürken zorlanmıyorlardı.

Denizin güney bölgesinde keşfe çıkan grupta görevli bir jeolojisttim, daha doğrusu selenolojisttim. Bir zamanlar, birkaç bin milyon yıl öncesi deniz olan sahil boyunca, dağların eteklerinden geçerek, bir hafta içinde, 100 mil yol tepmiştik. Dünyada hayat başladığında, burada ölmekteydi. Bu şaşılacak kayaların böğürlerinden sular fışkırıyor ve Ay’ın boş yüreğine doğru iniyordu. Geçtiğimiz saha üzerindeki okyanusta gelgit olayı bir defada yarım mil derinliği buluyordu ve şimdi bu rutubetin izleri, hiçbir şekilde kuru güneş ışığının sızmadığı mağaralarda bazen karşılaşılan kırağılardı.

Yolculuğumuza erkenden, güneş şafağında başlamıştık ve gecenin gelişinden önce, dünya zamanına göre, ortalama bir haftadır sürüyordu. Günde yarım düzine, araçları terk ederek uzay elbiselerimizle ilginç mineralleri toplamaya veya gelecekteki gezginlere yol gösterecek yer işaretleri koymaya dışarı çıkıyorduk. Ay keşfiyle ilgili kısmi bir heyecan veya tehlike yoktu. Bir ay boyunca basınçlı traktörlerimizde rahatça yaşayabilir, bir derde düşsek radyo ile yardım isteyebilir ve bizi kurtarmaya bir uzay gemisi gelene dek bekleyebilirdik.

Ay keşfiyle ilgili heyecan olmadığını söyledim, ama tabii ki bu doğru değil. Dünyadaki yumuşak tepelerden çok daha engebeli olan bu inanılmaz dağlarda kimse yorgunluk hissedemez. Bu görünmeyen denizin yüksek kısımlarını ve tepelerini dolanırken, bize ne tür sırlarını gösterdi, bilemeyiz.

Mare Cridium’un tüm güney çemberi, belki de Ay’ın genç olduğu kısa volkanik çağda, dağları sarsan bol yağmurlarla beslenmişti. Bu eski vadilerin her biri, bilinmeyen ötelerdeki bölgelere tırmanmamızı programlayan birer davet gibiydi. Ama yine de tamamını dolanabilmemiz için 100 milimiz vardı ve sadece ölçülmeleri gereken en yüksekleri boyunca ilerleyebiliyorduk.

Traktöre dünya saatine göre biniyorduk, yaklaşık saat 22.00’de son radyo mesajımızı üsse gönderecektik ve günün sonuna ulaşacaktık. Dışarıda, tepedeki güneşin altında kayalar kavrulacaktı ama sekiz saat kadar sonra, biz tekrar uyanana kadar bizim için geceydi. Sonra, bizlerden biri kahvaltı hazırlayacak, elektrikli tıraş makinesinin vızıltısı yükselecek ve bir başkası, dünyadan kısa dalga radyo yayınını çevirecekti. Gerçekte, kızaran sosislerin kokusu kabini doldurmaya başlayınca, bazen geride kalan dünyamızda olmadığımıza inanmak zordu. Ağırlığımızın azaldığını hissetmenin ve düşen cisimlerin doğal olmayan yavaşlığı dışında, her şey çok normal ve evcildi.

Tepsi gibi düz olan ana kabinin köşesine kahvaltı hazırlamak için dönmüştüm. Bu anı, bunca yıl sonra oldukça açık hatırlayabiliyorum; eski bir Gal şarkısı, en sevdiğim melodilerden biri “Beyaz Kayalık’tan David” çalıyordu. Sürücümüz dışarıda, uzay elbisesinin içinde, traktörün tırtıllarını inceliyordu. Yardımcım Louis Garnett, alınan dünkü malzemelerin bazılarını inceleyip denetliyordu ön tarafta.

Herhangi bir ev kadını gibi, kızartma tenceresinin başında, sosislerin kahverengileşmelerini beklerken, Ay’ın doğudan batıya güney ufkunu çevreleyen dağ duvarının üzerinde bakışlarımı avare avare dolaştırdım. Bunlar, traktörden sadece bir iki mil uzakta görünüyordu, ama en yakındakinin 20 mil ötemizde olduğunu biliyordum. Ay’da tabii ki uzaklıkla detaylar kaybolmazdı. Dünya üzerindeki tüm uzak şeylerin bazen şekil değiştirmesi ve yumuşaması, tamamen kavranamayan olaylardan biriydi.

Bu dağlar 10 bin fit yükseklikteydi ve erimiş kabuğun içinden, onları gökyüzüne fırlatan asırlar öncesinin bazı yeraltı fışkırmalarını anımsatarak, ovalardan dışarı dikine tırmanırdı. En yakındaki taban, ovanın yükselen yüzeyince gözden saklanmıştı; bu, Ay için çok küçük bir dünyaydı ve bulunduğum yatay hattan sadece iki mil uzaktaydı.

Hiç kimsenin asla tırmanamadığı doruklara doğru gözlerimi kaldırdım; doruklar, hükümran yaşam gelmeden önce, mezarlarına güvensizce gömülen okyanusları kollayarak, onlardan umutlanarak ve bir dünyanın sabahına söz vererek süre gelmişlerdi. Güneş ışığı, bu rampaları, gözleri yakan bir parlaklıkla dağlıyordu; üzerindeki belirli yörüngedeki yıldızlar ise, dünyadaki bir kış gecesinden daha karanlık bir gökte parlıyorlardı.

Denizden batıya doğru, otuz mil mesafedeki büyük bir karaltının kenarında, bir metalsi parlaklığı gözlerim yakaladığında dönmek üzereydim. Bu zalim doruklardan biri tarafından gökten kazınan bir yıldız gibi, boyutlu bir ışık noktasıydı, bazı yumuşak kaya yüzeylerinin güneş ışığını yakalayıp gözlerime doğru üç boyutlu olarak gönderdiğini düşündüm. Bu tip şeyler doğaüstü değildi.

Ay, ikinci dördündeyken, dünyadaki gözlemciler Procellarum Okyanusunda, birinden diğerine atlayan ve meyillerinden güneş ışığını fışkırtır gibi mavi beyaz tayflarla yanan geniş gölgeler görürler. Ama ciddi olarak, buradan, ne tip kayaların böyle parlayabileceğini biliyordum; gözlem bölümüne tırmandım ve 4 inçlik teleskopu batıya çevirdim.

Gördüğüm, beni tatmin etmeye yetecekti. Görüntü sahası açık ve kesindi; dağ dorukları yarım mil uzağa gelmişti, ama güneş ışığını yakalayan her ne ise, henüz çözümlenebilmesi için çok küçüktü. Kaçan bir simetrisi vardı ve bulunduğu açık tepe, oldukça düzdü. Çeyrek milyon millik seyahatleri sonunda kahvaltımız olacak olan sosislerin yanık kokusu burnuma gelene dek, bu pırıldayan şeye gözlerim dalarak uzun süre baktım.

Tüm sabah boyunca, batı dağlarının göğe yükseldiği yere kadar, Mare Crisium’u geçme konusunda yolumuzu tartıştık durduk. Uzay giysilerimizin içinde beklerken bile, radyo vasıtasıyla tartışmamız devam ediyordu. Kesinlikle apaçıktı. Arkadaşlarım, Ay üzerinde asla akıllı bir yaşam şeklinin olmadığına emindiler. Tek canlılar, birkaç ilkel bitki ile onların çok az miktarda dejenere olmuş devamlarıydı. Ben de herhangi biri kadar bunları biliyordum, ama bir bilginin de aptallık etmekten kaçınmadığı zamanlar vardır.

“Dinleyin!” dedim, sonunda. “Ben şu tarafa gidiyorum, sadece öyle uygun bulduğum için. Bu dağlar 12 bin fitten daha az yüksek değildir. Dünya çekimi ile sadece 2 bin kadardır- ve dışarıda 24 saat gezebilirim. Daima şu dağlara tırmanmayı düşünmüşümdür, neyse… ;bu benim için harika bir özürdür, tabii.”

“Eğer boynunu kırmazsan,” dedi Garnett, üsse döndüğümüz zaman keşfin yüzünden alay konusu olacaksın. Bu dağ, şimdiden sonra ‘Wilson’un Aptallığı’ olarak anılabilir.

“Boynumu kırmayacağım,” dedim ciddi ciddi. “Pico ve Helicon’a ilk tırmanan kimdi?”

“O zamanlar, şimdikinden daha genç değil miydin?” diye sordu Louis kibarca.

“Bu da, gitmem için bir başka nedendir,” dedim büyük bir öfkeyle.

Ön çalışma için yarım mil kadar traktör sürdükten sonra gece erken yattık. Garnett, benimle geliyordu; iyi bir dağcıydı ve daha önceden de benimle bu tür keşiflere sık sık katılmıştı. Sürücümüz, kendisini makineyle baş başa bıraktığımızdan çok memnundu.

İlk bakışta bu tepeler, hiç tırmanılamaz gibi görünüyordu, ama normal değerlerinden altıda bir tüm ağırlığı olan bir dünyada, kolay tırmanma, yükseklik için, herhangi birine iyi bir başlangıçtı. Ay dağlarındaki asıl tehlike, güvensizliğin ötesinde yatardı; Ay’da 600 fitlik bir düşüş, dünyadaki 100 fitten düşmüş gibi öldürürdü.

İlk konağımızı, ovanın 4 bin fit kadar yukarısındaki geniş bir sahada yaptık. Tırmanış zor olmamıştı, ama organlarım güç harcamaya alışmamışlardı ve dinlenmek iyi olacaktı. Tepenin eteğindeki traktörümüz, metalden bir böcek gibi görünüyordu ve ikinci bölüme başlamadan önce sürücüye programımızı bildirdim.

Giysilerimizin içi soğutma ünitelerinin güneşin yakıcılığını engellemesi ve beden ısımızı dengelemesi bakımından rahat bir serinlikteydi. Düzenli tırmanışlarımız haricinde ve en iyi uygulama planını tartışmamızın dışında, nadiren birbirimizle konuştuk. Garnett’in ne düşündüğünü bilmiyordum, belki de ona göre bu yaptığı, en saçma tırmanıştı. Yarısından çoğunda onunla hemfikirdim ama tırmanma eğlencesi, kişinin daha önceden gitmediği yerlerin bilgisi ve geniş manzaranın kışkırtması, gereksinimim olan tüm desteği bana sağlamıştı.

30 mil  kadar uzaktan teleskopla keşfettiğim kaya duvarını önümüzde görünce, birazcık heyecanlandım sanırım. Başlarımızdan 50 fit kadar yukarıda düzleşiyordu ve plato üzerinde, gereksiz şeylerin ötesinde, bana tuzak olabilecek bir şeyler bulunabilirdi.Asırlarca önce düşen ve dış hatları hala tazeliğini ve parlaklığını bu değişmeyen sessizlikte koruyabilen bir meteorun büyük kitlesinden başka bir şey de olmayabilirdi.

Kayanın yüzeyinde herhangi bir tutunma yeri yoktu, kanca kullanmalıydık. Üçlü kancayı tepemde sallarken ve yıldızlara doğru savururken, yorgun kollarıma yeni bir güç gelmişti. İlkinde bağlantı olmadı ve ipi çektiğimiz zaman, kanca ağır ağır geriye düştü. Üçüncü denemede, kancalar uygun şekilde geçti. Ağırlığımız fazla değildi.

Garnett, bana merakla baktı. İsterse önden gidebileceğini söyleyebilirdim, ama kaskımın camı ardından gülümsedim ve başımı salladım. Yavaşça, zamanımı kullanarak, son işleme giriştim. Uzay giysime rağmen, sadece 18 kg ağırlıktaydım, böylece ayaklarımı kullanmadan, ellerimi aşırtarak kendimi yukarı çektim. Uçta durdum ve arkadaşıma el salladım, sonra kenardan öteye emekledim ve önüme dikkatle bakarak ayakta durdum.

Burada karşılaşacağımın benim için alışılmamış veya garip olmayacağına tamamen kani olduğumu, bu dakikaya kadar anlamışsınızdır. Muhtemelen, açıkça olmasa da, beni yönettiği kuşkusuzdu. Tabii, uzun sürmeyen bir şüpheydi, çok geçmeden düşleme başladı.

Bir platoda duruyordum, belki de 100 fit uzunlukta. Bir zamanlar düzdü -doğal olabildiğince düz- ama düşen gök taşları yüzeyini ölçülemeyecek sayıda hırpalamıştı. Çok yüzlü dev bir mücevher gibi kayadan, iki adam boyunda, parıldayan kabaca piramit şeklinde bir yapıya dayanarak kademelenmişti.

İlk birkaç dakika içinde, kafamda hiçbir düşünce belirmedi. Derken, yüreğimde büyük bir hoplama oldu; tuhaf, tanımlanamayan bir sevinç! Ay’ı sevdiğim için şimdi biliyordum ki, Aristarchus ve Eratosthenen sürüngen sarmaşığı, onun gençliğinde yetişen tek hayat şekli değildi. Eski, ilk kaşiflerin inanılmaz hayalleri gerçekti. Her şey bir yana, bir Ay Uygarlığı vardı ve onu ilk bulan, bendim. Belki de beni etkileyen yüz milyon yıl kadar geç kaldığım halde, her şey için yeterliydi.

Kafam normal çalışmaya başlıyordu, sorular soruyor ve analiz ediyordu. Bu bir bina, bir sunak veya dilimde adı olmayan bir şey miydi? Bir binaysa, niçin bir noktası diğerine eş olmayacak şekilde inşa edilmişti? Eğer bir tapınak ise bazı garip ilkeller diye adlandırılan şeylerin, ölen okyanuslara hayat vermesi için, tanrılarına yakardıkları bir görüntü canlandırıyordum, gözlerimin önünde.

Cismi daha yakından izlemek için bir düzine adım attım, ama bazı durumlar, fazla yaklaşmamı önledi. Biraz arkeoloji biliyordum ve dağı süzerek gözlerimi hala kamaştırmakta olan cam gibi bir yüzeyi gerçekleştiren uygarlığın kültür seviyesini tahmine çalıştım.

Mısırlıların bunu yapmış olmaları gerektiğini düşündüm, eğer işçiler eski mimarların kullandığından daha farklı yabancı maddeler kullanmışlarsa. Cismin küçüklüğünden dolayı, ‘kendi uygarlığımdan çok daha öncesine ait bir el sanatına baktığım’ fikrine kapılıyordum. Ay’ın zeki yaşama sahip olmuş bulunduğu fikri hala kavranması çok muazzam bir düşünceydi ve benim kibrim, alçak gönüllülüğe bir türlü dönüşmeye olanak tanımıyordu.

Ve sonra arka tarafta bir kitlenin uzandığına dikkat ettim; şimdiye dek kimsenin dikkat etmediği çok önemsiz ve günahsız bir şey… Platonun gök taşlarıyla çizildiğini söylemiştim; ortalığı karıştıracak rüzgarların bulunmadığı bir dünyanın üzerinden süzülen kozmik tozlar, yüzeyi inçlerce delerdi. Küçük piramidin çevresinde; zamanın ve yavaşlığın saldırısından, uzayın devamlı bombardımanından korunmayan görünmez bir duvar varmışcasına, geniş bir daire içinde, bu gök taşı çizikleri ve tozlar son buluyordu.

Kulaklıktan bir bağırtı duydum ve Garnett’in bir süreden beri beni çağırdığını fark etim. Kayanın kenarına yürüdüm ve konuşmaya cesaret edemeyerek, bana katılmasını işaret ettim. Bir kaya parçası aldım ve parlayan şeye doğru fırlattım. Bu şey, görünmeyen bir engelde kaybolursa, benim için sürpriz olmayacaktı; ama sanki yumuşak küresel bir yüzeye çarptı ve yere süzüldü.

Kendi çağımın eskiliğini düşünmekten başka bir şey yapmadığımı biliyordum. Bu bir bina değil, sonsuzluğu planlamış, gücüyle kendini koruyan bir makineydi! Bu kuvvetler, her ne iseler, hala görevdeydiler ve ben, şu anda çok yakınlarındaydım. Geçen yüzyıl içinde insanlığın yakaladığı ve uysallaştırdığı tüm yayınları düşündüm. Tüm bildiğim, korunaksız bir atom pilinin ölümcül sessiz ışını içine yürümüş gibi değişmez bir kaderimin olduğuydu.

Bana katılan ve yanımda hareketsiz duran Garnett’e döndüğümü anımsıyorum. Bana oldukça açık göründü, böylece onun aklını karıştırmadım, ama düşüncelerimle hesaplaşma çabamdan dolayı, kayanın kenarına doğru yürüdüm. Altımda Mare Crisium uzanıyordu -gerçekte garip ve çok kişiye korkunç gelirdi- fakat bana güven verecek kadar doğaldı. Belirli yıldızlar arasında uzanan dünyanın hilaline gözlerimi kaldırdım ve bu bilinmeyen inşaatçıların işlerini bitirdiğinde ne tür bulutlarla kaplı olduğunu düşündüm. Buğulu ormanların, ilk Anfibiaların keşfettikleri çıplak sahil boylarının olduğu Karbon Devri veya daha önceleri, hayat gelmeden önceki uzun yalnızlık dönemi miydi?

Yakın gerçeği niçin görmediğimi bana sormayın, gerçek şimdi çok açıkça görülüyor. Kuşkusuz bu kristal görüntünün, ‘Ay’ın geçmişine ait bazı uygarlıklarca’ yapıldığını iddia ederdim, ama birden, üstün gelen bir güçle, bunun, benim kadar Ay’a yabancı olduğu inancına kapıldım. 20 yılda, hayat değil, dejenere birkaç bitki bulmuştuk. Kaderi her neyse, Ay uygarlığı basit bir işaret dışında bir şey bırakmamıştı.

Ayda bulunması gerekenden daha fazla kalmış görünen ışıltılı piramide tekrar baktım ve birden kendimi merak ve atılımın ötesine geçiren histerik bir kahkaha, aptalca bir çırpınış içinde buldum: Küçük piramidin benimle konuştuğunu ve “Üzgünüm, burada ben de bir yabancıyım.” dediğini tasarladım.

Bu görünmeyen bariyeri geçmek ve bu kristal duvarın içindeki aygıtı keşfetmek için 20 yılımız geçmişti. Anlayamadığımız, doğal atom gücünün sonunda becerebildiğimiz tek şey, şimdi burada, dağın tepesinde şu pırıltılı şekillerin karşısında duruşumuzdu.

Piramitlerin mekanikliği manasızdı -eğer gerçekten mekanikseler- bizim ufkumuzun çok ötesinde, belki de salt fiziksel güçlerin teknolojisine uzanan bir teknolojiye aitti.

Diğer gezegenlere ulaşan esrar hayalimizi şimdi daha fazla zorlamaktadır; oysa evrenimizde sadece dünyanın akıllı hayatın yuvası olduğunu sanırız. Plato üzerindeki tozların inceliği yüzünden yaşını ölçmemiz olanaksız bulunan bu makineyi, kayıp uygarlıklarımızdan hiçbiri yapmamıştı. Dünyanın denizlerindeki hayat başlamadan önce, dağların üzerine kurulmuştu.

Dünyamız çağının yarısındayken, bir şey, kendi sözü edilen yörüngesini terk ederek güneş sistemi boyunca yıldızları taradı ve yoluna devam edip gitti. Onu tahrip ettiğimiz zamana kadar, makine kurucularının amacıyla doluydu ve bu amacı, tahminime göre burada bulunuşumuz.

Aşağı yukarı yüz bin milyon yıldız, Samanyolu grubunda dönüyor. Çok önceleri diğer güneşlerin dünyaları üzerindeki diğer uygarlıklar, bizim ölçümüze ulaşıp geçmiş olmalılar. Bu tür uygarlıkları düşünerek, sadece bir avuç dünyada hayatı başlatan çok genç evren ustaları, yaradılışın ortaya çıkıp gelişmesine karşın, zamanın çok ötesindedirler. Tahmin edemeyeceğimiz bir yalnızlığa sahiptirler; sonsuzluğa bakan ve düşüncelerini kimseyle paylaşmayan tanrıların yalnızlığıdır bu.

Bizim gezegenleri bulduğumuz gibi, onlar da yıldız yaratanları keşfetmiş olmalıdırlar. Dünyalar her yerde vardır, fakat boşturlar ve sürünen insanlar, akılsızdırlar. Büyük volkanların dumanları göğe yükselirken, Plüton’un öteki ucundan kayarak şafakta ilk akıllı gemisi geldiğinde, kendi dünyamız da bu tür bir şey olmalıydı, Hedeflerinin bir bölümü üzerinde yaşamlarını sürdüremeyeceklerini bilerek donmuş dış dünyadan geçtiler. Güneşin çevresinde kendilerini ısıtarak ve öykülerinin başlamasını bekleyerek iç gezegenler arasında dinlenmeye koyuldular. Bu gezginler ateş ile buz arasındaki dar bölgede emniyet içinde dönerken, dünyaya bakmış ve güneşin çocukları için ideal bir yer olarak önermiş olmalıydılar. Uzak bir gelecekte, burada zeka gelişmiş olacaktı; onlardan önce var olan sayısız yıldız hala buradaydı ve onlar bir daha bu yöne dönmediler.

Böylece hayat vadeden tüm dünyaları gözleyen, evren boyunca milyonda bir yayın yapan bir ‘nöbetçi’ bıraktılar. Herhangi biri onu bulana dek, gerçeği sabırla çağlar boyu yayınlayan bir işaret feneriydi bu.

Belki bu kristal piramidin neden Dünya yerine Ay üzerinde kurulduğunu anlamışsınızdır. Kurucularının, şimdi vahşetten kurtulmaya çabalayan toplumla bir ilgisi yoktu. Uzayı geçen, beşiğimiz olan dünyamızdan kaçan, çevremizle uyuşmamızı ispatlayan uygarlığımız onların ilgisini çekiyordu. Bu, geçmişteki ve gelecekteki tüm akıllı yaşama bir çağrıdır. Bu, atom enerjisinin fethine ve hayatla ölüm arasındaki son seçim üzerine bir çağrıdır.

Bu krizi bir keresinde geçirdik, piramidi bulmadan ve onu açmaya zorlamadan önce, bu bir zaman sorunuydu. Şimdi bu sinyaller başlayınca, onların akıllarını dünya üzerine çevirecekti. Belki, bizim çocuksu uygarlığımıza yardım etmeyi diliyorlardı. Ama çok çok yaşlı olmalıydılar ve yaşlılar, gençlerden son derece akıllı olurlardı. Bu yıldız bulutları yığınının neresinden yayın geldiğini merak etmeden Samanyoluna artık bakamıyorum. Eğer olağan bir gülümseyişle beni bağışlarsanız, yangın alarmı verdiğimizi ve beklemekten başka yapacak bir şey olmadığını söylemek isterim.

Fazla uzun bekleyeceğimizi de sanmıyorum.

 

 

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

2 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da