Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

32 Mayıs

Paul Ernst (7 Kasım 1899-21 Eylül 1985), Amerikalı yazar.

Chris Brand, George Alden Edson, George Edson, Emerson Graves, Kenneth Robeson, Paul Frederick Stern gibi alternatif isimler de kullanmıştır. Yayınlanan ilk eseri Weird Tales için yazdığı “The Temple of Serpents” idi. En bilinen eserleri ‘The Avenger’ ve ‘Doctor Satan’ serileridir.

Bu hikâye ticari bir kaygı olmaksızın, paylaşım amacıyla yayınlanmıştır.

Akşamı, eski dostlarım olan Bay ve Bayan Barton ile onların Long Island’daki evlerinde geçirmiştim. O gün Mayısın otuz biri, evlilik yıl dönümleriydi. Yemek masasında uzun uzun söyleşmiş ve sohbete oturma odalarındaki şöminenin başında devam etmekteydik. Son derece konforlu, alımlı görünüşe sahip bir odaydı. Uzun ve oldukça dardı, tam olarak kare değildi fakat iç duvarın ilginç açısı yüzünden, kuzey ucu güney ucundan yarım metre daha genişti.

Duvarlarında muhteşem resimler asılıydı ve odanın güney ucunda parlak bir dörtgen oluşturan antika, Floransa işi bir ayna vardı. Aynanın bir-bir buçuk metre kadar önünde aynı boyda bir kemerli ayna öyle bir açıyla yerleştirilmişti ki Floransa işi aynaya bakan kendini arkadan görebilirdi. Uzun ayna buraya Bayan Barton bize Tom Barton’un kendisine yıl dönümü hediyesi olarak verdiği kenarları kürklü yazlık şalı gösterdiği -ve bu olayın mutlu anısıyla keyiflendiği sırada getirilmişti.

Eski dostlarla ne hoş bir akşam! Ama saatime baktığımda bir çığlık altım ve hemen kalktım. Akrep ve yelkovan on ikiye bir kalayı gösteriyorlardı.

“Saat doğru mu?” diye sordum “Gece yarısı olamaz!”

“Saat saniyesine kadar doğru” dedi, çok dakik ve sistematik biri olan Barton. “Rasathaneyle karşılaştırdım. Ama gece daha yeni başlıyor.”

“Benim için değil.” diyerek kestim. “Şapkamı nereye koydum, hah, eğik aynanın ardındaymış.”

Pipomu şöminenin içine silkeledim. Yelkovan on iki figürünün üzerine geldi. Barton’un saatin içine yerleştirtmiş olduğu karmaşık elektrikli gongun ilk vuruşu duyuldu. Pencere kenarındaki koltuğun üzerine dikkatsizce atmış olduğum şapkam için eğik cama doğru ilerledim. Saat sanki ben yürüdükçe, zamanı adımlarıma uyduruyor gibiydi. Bir, iki, üç, dört…

Pencere kenarındaki koltuğa ilerlerken Floransa işi aynaya göz attım. Eğik camda sırtımı görüm. Ve fark ettim ki ben ilerledikçe arkadaki eğik aynadaki aksim bir çerçevenin içinden adım alıyordu – hiçliğe doğru! Sekiz, dokuz, onuncu kez vurdu saat. Yansımam eğik aynanın çerçevesinden, ceketimin eteğinin ucu dışında tam olarak geçtiği anda ayağım bir şeye takıldı.

Saat on birinci notayı vurdu. Ardından ses titreşimlerinin silikleşen dalgaları arasında, on ikinci nota çınlamaya başladı. Takılıp öne doğru yuvarlandığımı hissettim…

O akşamdan bu yana neler olduğunu anlamaya çalışarak çok zaman geçirdim. Aslında, bundan başka hiçbir şey düşünmedim, ama neler olduğu konusunda bir teori dahi geliştiremedim ve bir başkasının yapabileceğinden de şüpheliyim. Birbirleriyle aynı anda hem yüzümü, hem de sırtımı görebileceğim bir açıda duran karşılıklı iki aynanın arasından geçtim. Aksimin eğik aynadan içeri girişi, tökezleyişim ve on ikinci vuruşun başlangıcı, hepsi aynı anda oldu. Tüm bildiğim bu. Derken ellerimin ve dizlerimin üstündeydim, böylesine düşüşümdeki sakarlığıma gülüyordum.

Tom Barton’a bir şey söylemek için doğruldum; kelimeler ve kahkaham dudaklarımda donup kaldı.

İnsan aklının bir kerede kaldıramayacağı kadar büyük bazı şoklar vardır. Mesela savaşta karnının yarısı parçalanan bir insanın korkunç fiziksel darbeden sonra, kendisine olanın farkına varması birkaç saniye alır. Benzer şekilde, o an yaşadığım şok o denli büyüktü ki gördüklerimi kavramam tam bir dakika aldı sanki.. Bilinçli olarak ilk farkına vardığım şey ışığın değişmiş olduğuydu.

Barton’ların oturma odasındaki ışık, şöminedeki alevlerle boyanmış, pembemsi bir görünümdeydi. Şimdiyse ışık, aniden inci grisi, loş ve şafak ışığı gibi durağandı. Sonra fark ettiğim şey ise ortasında hasır şapkamın bulunduğu pencere kenarındaki koltuğun orada olmadığıydı. Ne de arkasındaki pencerenin, ve pencerenin bulunduğu evin duvarının…

Bakışlarım bunlara takılıp kalmadı, devam etti ve ileriye, uzakta, çok uzakta bulunan ufuk çizgisine doğru gitti; neredeyse ince çizgisi görülmeden yiten bir ufuğa. Gözlerimi kırpıştırdım ve tekrar baktım. Aynı durağan, inci grisi ışıkla aydınlanan muazzam uzaklık değişmeden kaldı. İlk dehşet kalbime saplandı. Deliriyor olmalıydım; bir anda çıldırmıştım herhalde, sanki bir elektrik düğmesi çevrilmiş gibi mantık devre dışı kalmıştı. Daha önce Tom Barton’un oturma odasındaydım. Şimdiyse, göz açıp kapayana değin…

Neredeydim?

Yere baktım. Görünüşe bakılırsa takılıp düştüğüm şey ayağımın altındaydı, yaklaşık bileğim kalınlığında bir altıgen çubuk. Ona ayakkabımın ucuyla dokundum ve biraz hareket etti! Çubuğu yer boyunca izledim ve yaklaşık on metre mesafede, belki bir metre yirmi santim yüksekliğinde bodur altıgen bir kütlede sona erdiğini gördüm. Sanki küçük bir altıgen tank, sekiz santimlik altıgen bir göbek bağıyla yere bağlıydı. Ama göbek bağı yere bağlı değildi! Üzerinde durduğum şey yer değildi. Sanki… Onu sadece bir madde olduğunu söyleyerek tarif edebilirim.

Ayağımın altındakinin sıkı, yine de elastik olduğunu fark ettim. İçine biraz batmıştım, buna rağmen yüzeyde bir gevşeklik hissetmedim. Havası biraz kaçmış bir lastik tekerlek üzerinde durmak gibi bir histi. Sersemlemiş, etrafımdakileri hissiz bir şekilde algılamaktan fazlasını yapamayacak kadar şoke olmuş dununda etrafa bir süre daha bakındım. Her tarafta her birinden akıl almaz kökler gibi, düzgün uzanan, altıgen göbek bağları ya da dokungaçların çıktığı altıgen kütleler vardı. Varılabilecek tek bir olası izlenim mevcuttu. O da bu tuhaf, geometrik cisimlerin bir çeşit bitki, ve üzerlerinden tökezlediğim dokungaçların ise kökleri olduğuydu.

Altıgen bitkiler! Altıgen kökler!

Yaptığımın neredeyse farkında olmayarak ayağımdaki çubuğumsu kökü tekmeledim. Bir parçası sıyrıldı ve ana kütlenin titrediğini gördüm. Ama yalnızca gördüm, hissetmedim. O an için kendimi burada buluşumun yol açtığı ilk şoktan daha fazlasını hissetmek mümkün değildi… Beni bilincime kavuşturan da bu sözlerdi.

Kendimi burada bulmak – Ama burası neresiydi?

Kendime tekrar tekrar hala Barton’ların oturma odasında olmam gerekliğini, bunun yalnızca görsel bir yanılma olduğunu söyledim. Ama bunu söylemenin bir faydası yoklu. Etrafıma korku dolu bir yüzle bakıp, yeni mekanımın tamamını gördüğüm zaman, anlamsız saçmalıklardı bunlar. Engin kozmik düzlükle bir parazittim. Bir düzlük mü? Buna bir düzlem demek daha doğru olacaktı! Çünkü üzerinde. dans pistindeki bir böcekmişçesine sersemlemiş, uçsuz bucaksızlığı karşısında afallamış olduğum yer, çelik bir levha kadar düzdü, devasa bir plak gibiydi.

Göz alabildiğince her yerde, düz sıralar halinde yayılan altıgen çubuğumsu dokungaçlarıyla altıgen kütleler vardı… Bitki miydiler? Yumuşak taşlar mı? Yoksa canlı varlıklar mı? Ve üzerlerine her yerden ve hiçbir yerden gelen inci rengi ışık vurmaktaydı.

Neredeydim?

Sanırım o zaman, saf, kör bir dehşet içinde bağırdığım zaman bu gri evren hakkında ikinci bir gerçeği keşfettim. Burada ses yoktu. Dudaklarım, eğer becerebilseydim neredeyse bir kadının dehşet çığlığına benzeyebilecek bir feryat için açıldı, ciğerlerim havayı gırtlağımdan dışarı itmek için sıkıştılar – ve çarpılmış ağzımdan bir fısıltı bile çıkmadı! Geometrik cisimlerin, sıkı, elastik bir şeyden yapılmış bir yerden köklendiği, -nasıl demir havaya benzemezse, bizim bildiğimiz yerden o kadar farklı- sessiz ve hareketsiz gri dünya. Ama ben burada değildim. Ben Barton’ların oturma odasındaydım. Ya deliydim, ya da halüsinasyon görüyordum.

Ayağımdaki kökü tekmeledim, bir tabakanın daha sıyrıldığını ve tekrar on metre ötedeki altıgen ana cismin titrediğini gördüm. Bu bir halüsinasyon değildi!

Neredeydim?

Ve nihayet tamamen şoktaydım, tam anlamıyla mantığı tahtından alaşağı edilmiş bir manyak olup çıkmıştım. Esnek yüzey üzerinde, altıgen cisimlerin arasında, karabasan dehşetiyle sessiz çığlıklar atarak oradan oraya koşuşumu belli belirsiz hatırlıyorum. Sanıyorum cisimlerin bazılarına çarpmıştım çünkü süngerimsi, lastiğimsi ve belli belirsiz nemli oluşlarını hissettiğimi anımsıyorum.

Derken ya gerçek bir bilinçsizlik ya da tam bir sinirsel bitkinlikten kaynaklanan boşluk beni kapladı ve soğuk, tekdüze gri ışık yerini karanlığa bıraktı. Sanırım gözümdeki konileri ve çubukları harekete geçiren, kapalı göz kapaklarımın içinden geçip beni tekrar bilincime ve beynimi paralayan korkuya kavuşturan şey, ışıktaki bir değişiklikti. Bir an için sönük bir güneş görüyormuş gibi bir hisse kapıldım, büyük turuncu bir disk gibi. Ve en imkânsız zamanlarda bile zihinde yükselen vahşi umutla birlikte etrafıma bir göz gezdirdim.

Bir an için garip, korkutucu bir düş görmüştüm. Şimdi Barton’ların oturma odasındaydım. Fakat devasa inci rengi boşluk vardı etrafımda, altımdaysa esnek yerin insana anlatılamaz elastiki katılığı… Vahşi umut bir anda sönüverdi. Sanki bir göz kırpışla kendi gezegeninden sürülmüş biri gibi hala bu anlaşılmaz yerdeydim. Ve etrafımdakiler nasıl mümkün bir tarifinin ötesinde ise ruhumu kaplayan korku da öylece sözlerin ötesindeydi. Derken, yarı kendimdeyken bulanık olarak gördüğüm şeyi bilincim yerinde olarak gördüm; gri gökte, sönük bir güneş gibi turuncu bir disk.

Ama zihnimin berrak olmayışından dolayı farkına varamadıklarımı ancak şimdi görebiliyordum. Bu şey uzaktaki bir güneş değil, havada benden on iki metreden daha az mesafede, altı metre boyutunda, yeni bir peniye benzeyen, kırmızımsı sarı bir diskti. Disk, benim hayretle bakışımı fark etmiş gibi yavaşça kenarını bana döndü. Elips şekli giderek inceldi. Derken kayboldu. Kaybolmuştu, ama hala oradaydı. İnce kenarı bana dönüktü, kavranamaz incelikteki bir kağıt mendil gibi, orada olduğunu hissedebiliyordum.

Daha fazlasını hissediyordum. Ani, kesin bir içgüdüyle, yaklaşmakta olan tehlikeyi. Sendeleyerek kalktım ve diskin olduğu yerden geriye doğru ilerledim. Ta ki altı köşeli cisimlerden birine sırtımı çarpana kadar geri geri gittim, ve gerilerken havada dar bir elipse dönüşen, ortası kalın, turuncu renkli ince çizgiyi gördüm. O şey hala oradaydı. Aslında kaybolmamıştı; sadece ince yanını bana gösterecek kadar dönmüştü. Ve geriye doğru hareket ettiğimde yine onun yüzeyini görebileceğim bir açıya gelmiştim.

Kısaca ifade etmek gerekirse disk üç yerine iki boyutluydu!

Geri çekilişimi durduran altıgen sürgünlere doğru sindim. Çömeldikçe, sanki beni gözlemlemesi için yüzünü bana dönmesi gerekiyormuşçasına bana çevirdi. Elips tekrar bir turuncu disk oldu. Kesinlikle gözlenmekte olduğum inancına kapıldım, dikkatli gözler üzerimdeydi. Şimdiyse disk bana doğru eğilmeye ve dikey yerine yatay bir elips biçimine girmeye başlamıştı. Ta ki kayboluncaya kadar gittikçe inceldi, -artık sadece bilincimdeydi. Diskin görünmez olarak asılı olduğu noktanın altındaki ‘yer’de çalkantılı bir hareket vardı. Gri gökte sanki kurşunkalemle çizilmişçesine bir şey gördüm. Çizgi yaklaşık iki metre uzunluğundaydı. Sanki dik tutulan bir tele asılı, meltemle kıpırdayan bir sıra kağıt disk gibi bir kalınlaşıp bir kaybolarak yer yer titredi.

Ama çizgi veya şey ya da her neyse, bana doğru ilerlemekteydi! İki boyutlu diskten iki boyutlu bir şey çıkmış, bana yaklaşıyordu! Hareket ettim, titreme ve yaklaşan çizgi anında durdu ve kayboldu, ama şey hala oradaydı. Bunu, ve şimdiye dek bulunduğumdan daha büyük tehlike içinde olduğumu sezdim. Kaçmalıydım, ama yapamıyordum. Sadece süngersi cisme doğru çömelip titreşen çizginin bulunduğu noktaya bakabildim. Ve dikkatle baktığımda çizginin tekrar oluştuğunu gördüm, ama artık titremiyordu. Ne olduğunu anlamam birkaç dakika aldı.

Diskten gelen şey, köşesi bana dönük olmasına karşın gözlerimin çift odaklılığı yüzünden görebileceğim kadar yakın değildi.. Sağ ve sol gözümün görüş açısıyla iki boyutlu eninin çok az bir kısmını görebiliyordum, bu yüzden bana bir çizgi gibi gözükmüştü. Bu demekti ki benim yalnızca birkaç metre ötemdeydi! Çağlar boyuncaymış gibi gelen bir süre boyunca çizgi, sadece bir çizgi olarak kaldı. Derken, -yaratık döndükçe, bazı yerlerde fazla olarak kalınlaştı, ta ki şimdi bunları anlatırken dahi kanımı donduran yüzeyini görene kadar.

Boyu tam iki metreydi. Genel hatları insanı andırıyorsa da, insana hiç benzemiyordu. Bacakları yoktu, ama anahtar şekilli gövdesine tutturulmuş, dörtgen bir kaideye benzer kalın bir bacak üzerinde duruyordu. Gövdenin üzerinde mükemmel yuvarlaklıkta bir disk, diskin ortasındaysa yine yuvarlak olan göz yer alıyordu. İki yanından sarkan uzun dar dörtgenler gibi kolları vardı. Kollarda fark edilebilir birleşme yerleri yoktu ama yaratık beni izlerken onların birbirlerine doğru biraz kıvrıldıklarını gördüm ki bu da yaratığın içinde eklem yerlerini gerektirecek kemiklerin olmadığını gösteriyordu.

Evet, beni izliyordu!

O karabasan yaratığa dikkatle bakarken, o da, koyu renkte ve nemli gibi görünen, zeki bir bull terrier gözü gibi, tamamen göz bebeğinden oluşan tek gözü ile beni inceliyordu. Ama bir fark vardı. Ben korku ve dehşet içinde bir merakla bakıyordum. O ise sadece merakla. Beni tetkik edişinde korku yok gibiydi, yalnızca savaş zamanındaki ihtiyatlılık gibi bir şeydi.

Aniden, onu artık göremez oldum. Bir anda gözümün önündeydi, derken kaybolmuştu. Gözlerimi hızla kırpıştırdım ama tekrar belirmedi. Sonra hareketini gözümün ucuyla yakaladım ve hızla sola döndüm. O şey beni soğuk, donuk, tek gözüyle incelemekteydi. Tek ayağının ya da kaidesinin üzerinde nasıl hareket edebilmişti? Hepsinden öte nasıl bu kadar hızlı hareket etmişti? Bilmiyorum. Hareketini yaparken hiç zaman geçmemiş gibiydi ve ses çıkarmamıştı. Ama zaten bu korkunç gri yerde hiç ses yoklu, varsa bile insan kulağının duyabileceği türde değildi.

Ürperdim. Donuk, kapaksız gözdeki ifadenin bana anlattığı, şeyin bakmakla işini bitirdiği ve şimdi harekete geçmek üzere olduğuydu. Dahası, donuk göz aniden ölümcül bir vahşilik ile parıldadığı için dışavurumu bana gelecek hareketin vahşice olacağını anlatıyordu. Bildiğimiz cinsten elleri yoktu. Ama kollarının uçları geri kalan yerlerinden daha esnek gibi görünüyordu, ve bu kolların uçlarının şeyin arkasına doğru kıvrılıp her birinde ince bir çubuk ile geri geldiğini gördüm.

İki ince çubuk ne cins olduğunu bilmediğim katı bir metaldendi. Otuz santim uzunluğunda ve uçları kare şekilliydiler. Bana yöneltilmiş olan yalnızca iki metal çubuktu ama çubukların duruşu ve yaratığın gözündeki ölümcül bakış vücudumdan ter boşanmasına sebep oldu. Yaratık, ben kendimi onları incelemeye kaptırmışken, çubukları kare uçları elmas şeklini alana kadar hafifçe çevirdi. Sonra diğerine açık uçlu bir açı yapana kadar birini hafifçe eğdi.

Yine sessiz bir çığlık dudaklarımdan koptu. Benim için bilinçli, ama anlamsız hareketimle birlikte iki muazzam rüzgarın beni parçalara ayırmak için gayret ettiğini hissettim. Yaratık beni merhametsiz gözüyle hissiz bir ilgiyle seyrederken, altıgen cismin yanında, kasırganın ortasında kaldığım sürece sallandım,. Derken anlaşılması güç, ölümcül basınçtan kurtuldum, yaratık gitmişti.

Onun, bana kenarını dönüp görülebilir ama yakın olmadığını, gerçeklen gitmiş olduğunu nasıl bilebildiğimi bilmiyorum. İnsan zihni için kavranması mümkün olmayan bir ölümden nasıl kıl payı kurtulduğumu bilemiyorum. Ama biliyordum. Nasıl bilebildiğim konusunda yürütülebilecek tek tahmin, insanın beyninin ve uslam gücünün bir hayaletler dünyasındaki makineli tüfekler kadar etkisiz kaldığı bu yerde, her insanın olduğu gibi benim de içinde gömülmüş bulunan. hayvansı içgüdünün, hayatımı kurtarma çabasının aşırı duyarlılığıyla iş görmeye başlamasıydı.

Her neyse, o an için yaşamımın kurtulduğundan emindim, ama sebebini bilemiyordum. Bu kadar tuhaf şekilde kayıp geldiğim bu yere nasıl geri dönebileceğim üzerinde düşünmeye çalıştım – Barton’ların oturma odasına. Ama bir an için o anlaşılabilir, sıcakkanlı insanların, üç boyutlu varlıkların yaşadığı dostça sığınağı düşünürken neredeyse başım çatlıyordu.

Bu yer neydi, ya da neresiydi, hayal bile edemiyordum. Nasıl olup ta Barton’ların oturma odasında bir şeye ayağımın takıldığını, ve kendimi bu şeytani yerde ellerimin ve dizlerimin üzerinde bulduğumu aklım almıyordu. O anda umurumda da değildi, düşünebildiğim tek bir şey vardı: Ya kaderimde hayatımın sonuna kadar burada kalmak varsa? Bu gri dünyanın ölü sessizliğinde, dudaklarımdan bir tek ses bile gelmeksizin, süngerimsi, dehşet verici bitkinin yanında inledim ve saçmaladım. Sonra aklımı başıma toparladım ve yapıcı bir şeyler düşünmeye koyuldum.

Barton’ların odasında, ayağı eşiğe takılıp da bilmediği bir odaya düşen bir adam misali, bir şeye takılıp bu yere düşmüştüm. Bu yerde ya da bu odada, ayağıma takılan şey, bir bitkinin çubuk benzeri köklerinden biriydi. Barton’ların oturma odasında buna karşılık gelen şey neydi, bilemiyordum, ve söylediğim gibi, umursamıyordum da.

Yapmam gereken, o kökü bulmaktı! Eğer onu bulabilirsem, üzerinden geri yürüyüp, kendimi güzel dünyamda bulmam akla yatkındı. Eğer bu hareket beni oraya götürmezse…

Evet, eğer o kökü bulup, üzerinden geçip insanların ölümlü dünyasına geri dönemezsem ya çıldıracağımın ya da kendimi öldüreceğimin farkındaydım. Ama zihnimi bu olasılığa karşı kapadım. Şu an için kökü bulmak yeterliydi. Tam bu sırada etrafa bakındım ve şok oldum. Göz alabildiğince her yönde, uçsuz bucaksız düzlemin tamamı, birbirlerine geçmiş, ve çözmeye uğraştığım vakit başımı döndüren geometrik desenler halinde altıgen yükseltilerle kaplıydı. Ve her bir yükselti, göze çarpan bir ayırt edici işaret olmadan, tıpkı diğerlerine benziyordu.

En yakınımdaki kütlenin tepesine tırmandım, ve ayaklarım bileklerime kadar iğrenç maddeye gömülerek tekrar çevreye baktım. Tek elime geçen birbirinin aynısı altı kenarlı çıkıntılardan daha fazlasını görebilmek oldu. Umutsuzca, aklım başımdan uçup ta kör bir çılgınlıkla koştuğum zaman hangi tarafa gittiğimi hatırlamaya çalıştım, ama bunu yapamıyordum. Ve eğer kazara birkaç metre sağımdaki bir bitkinin kenarında bir kusur görmüş olmasaydım, bunlar son anlarım olabilirdi.

Bitkiye doğru koştum, yaklaştıkça umutlarım büyüdü. Bitkinin bir köşesinde bir sıyrık vardı – ve diğerlerinin hiçbirinde geometrik mükemmeliyeti bozacak en ufak bir hata bile göremedim. O yöne mi gitmiştim? Çarptığım vakit kenarından bir parça mı koparmıştım? Böyle olsun diye sessiz bir dua okudum. Sonra, gözlerim gri ışık altında yaptığım aramadan dolayı ağrır bir halde, bitkiden uzanan sert, düz, altı köşeli dokungaçları inceleyerek etrafında döndüm.

Üzerinde iki sıyrık olan bir kök! Ayakkabımın burnunun işaretlediği bir kök! Bu tuhaf kütlelerin her birinden dört kök çıkıyordu. Bu bitkide gördüğüm köklerin üçü kusursuz, dokunulmamıştı. Tırnaklarım etime geçinceye değin sıktım yumruklarımı. Dördüncüsü…

Bir anda kaskatı kesiliverdim. Gökte, önümde bir turuncu nesne daha belirmişti. Benden on metre ötede hareketsiz asılı kalıncaya dek büyüdü. Ama, bu daha önce gördüğüm şey değildi, o bir diskti, buysa bir üçgen. Solukça ışıldayan parlak turuncu şey, gri atmosferde asılı duruyordu, ve tekrar izlenilmenin verdiği o tüyleri diken diken edici hissi duyuyordum. Yine, kısa bir süre sonra doğrulanacak şekilde, bu turuncu ikizkenar üçgenin ortaya çıkışının, turuncu dairenin ortadan kayboluşunun sebebi olduğu kanaatindeydim hafifçe. Dairenin içindeki şey, üçgen ve içindeki her neyse, onun gelişinden önce geri çekilmişti.

Üçgen, dairenin yaptığı gibi kaybolmadı. Önümde kıpırtısız durdu, ve içinden çıkan şeye arka plan görevi yaptı. İçinden çıkan, daireden gelene çok benzeyen bir ucubeydi. Üçgenden gelen yaratık bana doğru ilerledi. Beynimin küçük bir kısmı, kaidesi hareketsiz dururken yaratığın nasıl hareket edebildiği konusuna takılıydı. Kendini bir şekilde ayırdığı üçgenden, bana doğru süzülürmüş gibiydi. Ama zihnimin büyük bölümü, geri dönen korkunun çılgın kaosu içindeydi.

Üç metre ötemde, üçgenden gelen yaratık durdu. Tek gözünün, morumsu mavi renkli olduğunu görecek kadar fırsatım oldu, oysa öbürünün gözü koyu kahverengiydi, sonra “elleri” kıpırdadı, ve her birindeki kısa dörtgen çubukları bana doğrulttu. Çubuklar bir anda tuhaf, birinci yaratığın da bana doğrultmuş olduğu açık uçlu açıyı yaptılar, ve hemen sağa sıçradım. Çünkü bu yaratıkların çubuklarla oluşturdukları açıların her nasılsa ölümcül sonuçlar yaratabildiğini zaten öğrenmiş bulunuyordum.

Sağa sıçradım, ama yeterince hızlı değildim. Görünmez rüzgarların, ya da iki çubuğun açısıyla meydana gelen gizemli güç akımının sol yanıma hücum ettiğini hissettim. Kendime baktım, ve sol omzumun olması gerekenden beş santim aşağıda olduğunu, ve sol kolumun neredeyse yerinden kopacak kadar büküldüğünü gördüm.

Şok yine öylesine büyüktü ki, ardından gelmiş olması gereken acıdan baskın çıktı. Tek yapabildiğim, ölümcül tek gözlü yaratık çubuklarını kaydırırken yine eğilmek ve koluma bakakalmaktı. Fakat, hayatım bir kez daha, çabuk bir kayboluş sayesinde kurtulmuştu. Üçgenden çıkan yaratık bir anda kayboldu, beni iğrenç şekilde mafsalından çıkmış kolum ve acının getirdiği baş dönmesiyle yalnız bıraktı.

Sonra bu ikinci kayboluşun sebebini gördüm. Turuncu disk geri dönmüştü. Havada, asılı duran üçgenin yakınında duruyordu, ve bir anda ona doğru atıldı. Daire üçgene çarptı. Ses yoktu, ama iki şekil de geri sekerken korkunç bir şok duygusuna kapıldım. Bir şok duygusu, ve korkunç, çarpışan güçler.

İki şekil yine birbirlerine hücum ettiler. Yine ses yoktu. Ama bu sefer, cisimler benden on beş metre uzakta olmasına karşın, bir depremin etkisiyle olmuş gibi, dizlerimin üzerine savruldum, ve ikinci darbenin mücadeleyi sonlandırdığını gördüm. Üçgenin üçte ikisi, inci grisi ışıkla karışıp, tamamen kayboluncaya dek yavaş yavaş soldu. Geriye kalan parça, düşüşü sırasında tıpkı ince bir kağıt parçası gibi dönerek yavaşça yere indi.

O yere çarparken sessiz göğe tekrar haykırıp ellerimle dizlerimin üzerine düştüm, ve iki parçası sıyrılmış köke atıldım. Çünkü, üçgen parçasının düşüşüyle birlikte disk bana dönmüştü ve parmak şıklatıncaya kadar geçen zamanda – o ilk ucube karşıma dikilmiş, donuk, ölümcül gözünü bana dikmiş, ve küçük dörtgen çubukları bana doğru kaldırıyordu.

Üzerinde rastgele tekmelerimin izlerin bulunan kökü yakaladım. Barton’ların oturma odasına düştüğüm zamanki pozisyonumu bulmak için emekledim. Köke doğru geri geri gidiyordum. Belki de bunu yapmam gerekmezdi, belki sadece kökün üzerinden aşıp dünyama dimdik ayakta, başım ileride dönebilirdim. Bilmiyorum. Aklımdaki tek şey kendi boyutumdan buraya korkunç geçişim sırasında yaptığım her şeyi ters yönde tekrarlamaktı.

İki boyutlu yaratık, çubuklarıyla açısını yaptı. Başparmaklarım ilk düşüşümde olduğu gibi üzerine gelecek şekilde köke geriledim. Güçlü rüzgarın bana doğru esmeye başladığını hissettim. Tek kolumla, bir korku nöbeti içindeki vücudumu, kökün diğer yanında dik durabileceğim şekilde doğrulttum…

Etraf pembemsi, sıcak bir ışıkla titreşiyordu. Önümde evin bir duvarı, ve pencere kenarında üzerinde özensizce fırlatılmış bir hasır şapka bulunan bir koltuk vardı. Bir çalar saatin ahenkli titreşimleri dolaşıyordu havada – şöminenin üzerinde duran Barton’ların saatiydi bu, gece yarısının son notasını çalıyordu.

Bir süre sırtım şömineye dönük, titreyerek öylece durdum, elbiselerim terden yapış yapıştı. Tom Barton’un konuştuğunu duydum.

“Şu halıyla ilgili bir şeyler yapmalıyız. Hep kıvrılıp insanların ayağına takılıyor.”

Ruth Barton “Ne kadar da komik! Ayağın takıldıktan sonra bir an için seni göremedim! Sanırım göz doktoruna gitmem gerek,” diyerek güldü.

Sonra arkamı döndüm, ve ikisi de ağızları açık bakakaldılar.

“Aman Tanrım!” diye haykırdı Ruth sonunda. “Kağıt gibi bembeyaz olmuşsun. Tom! Çabuk! Doktora telefon et! Korkunç biçimde omzu çıkmış!”

Bitkince en yakın iskemleye gittim ve çökerek oturdum. Ama yürürken, uzun kemerli aynayı duvarın sonundaki Floransa işi aynayla yaptığı kahrolasıca açıdan kurtardım!

Bu, hikayeyi ilk anlatışım. Ve söylerken hiçbir açıklama getiremiyorum.

Barton’ların tuhaf açılı oturma odalarındaki kemerli ayna ile Floransa işi aynanın arasından geçtim. Düştüm – akla hayale gelmeyecek yaratıkların birbirlerine karşı metal çubukların oluşturdukları girift açılarla savaştıkları bir diğer dünyaya, düzleme, boyuta ya da ne derseniz oraya gittim. Öyle görünüyor ki açıların denenmemiş kombinasyonlarında, insanın hayal bile edemediği güçler yatıyor ve geometri de dünyalar arasında bir kapı. Ve şans eseri, kemerli ayna, duvardaki aynayla beni bir düzlemden diğerine taşıyan bir açı yaptı. Ama sizin tahmininiz de benimki kadar iyidir.

O iğrenç gri düzlemden geriye, korkunç biçimde çıkmış bir omuzla geri dönmüş olduğum elle tutulur gerçeğinin bile bağlanabileceği bir nokta yok. Omzum düşerken de çıkmış olabilir gerçi bunun imkânsız olduğunu yürekte biliyorum.

Sadece tek bir konuda zihnimde kesinlik var. O da zaman unsuru. Aynaların korkunç açısından geçip bir diğer boyuta, gece yarısının son vuruşunun titreşimleri kulağımdayken girmiştim. Klikten geri geri giderek doğruldum – ve Barton’ların oturma odasına döndüm ve çınlama hala kulaklarımdaydı! Belli ki benim gri düzlemde dakikalar boyu dolaşmış olmama karşın, burada hiç zaman geçmemişti.

Ama, bildiğimiz gibi, biraz zaman geçmiş olmalıydı. Ve bu zaman ne Mayıs’ın otuz biri, ne de Haziran’ın biri olmadığı için, maceramın Mayıs’ın otuz ikisinde meydana geldiğini açıklamaktan başka hiç çıkar yol yok!

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da