Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

EKİM – 2

Ekim, gülerek bana döndü. Keskin görünümlü dişleri ağzını öyle donatmışlar ki, gülümsemesi bile yabani ve saldırgan. Jeray yüzüne daha uygun, yumuşak bir tebessümle bakıyor bana. İşte yine başlıyoruz. Benim hakkımda konuşup bana bakıyorlar. Bu sinir bozucu. Yürürken onlar sürekli ileri doğru baktıklarından ve yol durumu, hava şartları gibi konularla ilgilendiklerinden yolculuk benim için kolaylaşıyor. Bu yüzden bekleme süremizin neredeyse bitmiş olmasına seviniyorum. Yaklaşık 10-15 dakika sonra tekrar yola koyulacağız. Hala sırıtarak bana baktıkları için kaşlarımı çattım ve;
“Ne oldu?” diye sordum.

Jeray başını öne eğerek sırıttı. Ekim ise umursamamıştı, omuz silkerek önüne döndü. Kendimi toplayarak, onlara bağırıp çağırma hatta yumruk atma isteğimi bastırdım. Bunun yerine sakin çımasına gayret ettiğim bir sesle; “Fırtına ne durumda?” diye sordum. Jeray;
“Devam ediyor. Ama bekleyemez. Az zamanda yola çıkacağız,” diye yanıtladı beni.
Derin bir nefes aldım. Eldivenden geçecek olmak dehşete kapılmama neden olsa da biraz daha burada kalmak tüm sinir sistemimi mahvedecek. Bu yüzden, artık yola çıksak diye umuyorum. Jeray,
“Su iç,” derken çantamdan matarayı çıkardı. Teklifine itiraz etmedim. Taze ve serin su kendimi biraz daha iyi hissetmemi sağladı.

Tekrar yola çıktığımızda Jeray benim yanımda yürüdü. Ekim ise bizden birkaç metre ilerideydi. O zaman hareketlerinin ne kadar zarif olduğunu fark ettim. İkisi öndeyken pek dikkatimi çekmemişti çünkü sürekli aralarında ne konuştuklarını düşünmüştüm. Şimdi, o ritmik adımlarını atarken ona bakıyorum ve ona olan öfkem bile hafifler gibi oluyor. Duyulmayan, ama eşsiz olduğundan neredeyse emin olduğum bir müzikle beraber hareket ediyor sanki. Ağır adımları, dans eder gibi. Yan gözle baktığımda, Jeray’ın Ekim’e oranla daha mekanik, daha aceleci bir yürüyüşü olduğunu gördüm. Bacakları sonsuz bir döngünün parçası olduklarının bilincinde, görevlerini büyük bir disiplinle, kusursuz olarak yerine getiriyorlar. Oysa Ekim’in hareketlerinde sanatsal, hatta şiirsel bir hava var. Peh, bu yer altı kabusu başıma vurmuş olmalı. Gözlerimi indirip, kendi bacaklarıma baktım. Eğri büğrü iki odun parçası gibiler. Uzun süre yürüdükten sonra, iki saat boyunca oturdum. Bu bacaklarımın hareketini iyice bozdu. Adımlarımdan bazıları sola bazıları sağa kayıyor. Bu açıdan baktığımda bana neden güldüklerini anlayabilirim. Ama bunu anlamak kendimi iyi hissettirmeyecek. Zavallı kompleksinden kurtulmak için Jeray’a Eldiven’e ne zaman ulaşacağımızı sordum.

“Az kaldı. Zaten bunu takcak-sın. Nefes alma için.”
Bana cebinden çıkardığı kara renkli bir kutuyu uzattı. Kutuyu açtığımda içinde; pembe renkli, 2-3 santimetrelik ana gövde ve şeffaf iki koldan oluşan burun filtresini gördüm. Yeni nesillerin solunum sistemi, Dünya’nın değişen atmosferine uygun olarak çalışıyor. Ancak benim için aynı şey geçerli değil.

Ben doğmadan 18, ilk yeni neslin doğumundan ise ancak bir yıl kadar önce, M16’da korkunç bir süpernova patlaması yaşandı. Bu olağan bir yıldız ölümü değildi tabii, bu yüzden bilim adamları önceden göremediler olacakları. Hesaplanamamış ve tahmin edilememiş bir etkisi oldu patlamanın. Çekimsel etkisi ile Arz yörüngesinde 3yay saniyelik bir değişim yaşandı. Bundan doğan yer sarsıntıları ve volkanik faaliyetlerin bileşiminden oluşan felaket şaşırtıcı derecede ucuz atlatıldı. Ama bu yaşama devam edebilmemiz için yeterli değildi. Yıldızdaki güçlü nükleer reaksiyonlar sonucu oluşan kozmik ışınlar, hayal edilemeyecek bir hızla uzaya yayıldı. Atmosferimize kadar ulaşan bu ışınım, insan vücudunun alışık olduğu oranları bile korumakta zorlanan atmosferi büyük ölçüde değiştirdi. Yeni doğanlar, helyum çekirdekleri ve nötrinoların saldırısına maruz kalan atmosfere uyum sağlamış bir solunum sistemine sahiptiler. Burun deliklerinde bulunan kanallar doğal arıtıcı görevi görürken, ciğerlerine dolan hava, özel bir mekanizma sayesinde iki kez devinerek, oksijenden mümkün olan en yüksek değerde yararlanmalarını sağlıyordu. Bu sayede onlar yaşamlarını devam ettirebildiler ve benim ırkım yok oldu. Tabii olanları bu kadar basite indirgemek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Ama benim gibiler için sonun başlangıcı böyleydi; uzak bir yıldızla beraber “insan”da hayata veda etti…Artık sadece ben varım.

Bu tüneller onlar için hazırlandığından içeride nefes almam oldukça güç. Eldivende ise yoğunluk ve basınçla ilgili bazı ayarlamalar yaptıkları için nefes almam imkansız hale gelecek. Ekim ve Jeray biraz daha sık nefes alıp vermek zorunda kalacaklar, oysa ben bu aptal alet olmadan yaşayamam.

Kırgın gözlerle pembe filtreye baktığımı gören Jeray,
“Nasıl kullandın biliyorsun?” diye sordu.
“Evet,” dedim istemeyerek, “Daha önce de kullanmıştım.”
Pembe halkayı elimde evirip çevirirken Ekim yavaşladı ve bizim hizamızda yürümeye başladı. Önce aralarında konuştular yine. Sonra Ekim bana dönerek;
“Dışarı gece. Ay Tutulması var. Üstelik fırtına da devam ederken, Eldiven geçmek zor olacak,”dedi.
Ah, ne kadar şanslıyım böyle. Dünya üzerindeki son insan olmam yetmiyormuş gibi, bu ikisi ile saatlerdir yürüyorum. Ve üstelik korkunç bir fırtına patlak veriyor. Bir de Ay tutulması var. Lanetlenmiş olmalıyım.

Jeray daha sakin bir sesle;
“Ama korkman gerek yok. Eldiven güvenli. Artık filtre tak yetecek,” dedi.
Başımla “tamam” dedim ve pembe, halka benzeri şeyi burnuma sokuşturdum. Şeffaf kollar, burnumun iki yanına sarıldı. İğrenç bir duygu olduğunu hatırladım. Yüzümü buruşturarak, tünelin sona erdiği ve Eldivenin başladığı noktaya baktım. Kısa dalga boylarında ışıklandırılmış ve gözümü rahatsız eden, muhtemelen pek çok ayrıntısını göremediğim bir bağlantı bölgesi, tüneli eldivenin girişine bağlıyor. Yine mor ötesi gözlüklerimi takmak zorunda kalacağım anlaşılan. Bundan sonra, eldivenin “aya” kısmından geçeceğiz. Orta büyüklükte bir oda genişliğindeki ayadan sonra ise, ağızdan, üç cam tünele çıkacağız. Hangisini kullanacağımızı henüz bilmiyorum. Zaten aralarında fark olduğunu da sanmıyorum. Pantolonumun arka cebinde taşıdığım gözlükleri çıkarıp taktım. Bu halde, klasik modellerden 2000Harley kullanan, sanal müzelerdeki atalarıma benziyor olmalıyım. Bu gözlüğü benim için tasarlamış olmaları pek de gurur duyulacak bir durum değil. Yine de kör bir şekilde, Jeray’a, daha da kötüsü Ekim’e muhtaç olarak yürümek zorunda kalmamdan daha iyi olduğunu itiraf etmeliyim.

Bağlantı bölgesi diğerlerine göre çok daha uzun olmasına rağmen kısa sürede içinden geçmeyi başardık. Eldiven ayasına girdiğimizde kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Kulaklarımdaki uğultuya okyanus dibindeki akıntılar neden oluyor sanırım. Bir de basınç. Korku, alyuvarlarım ve akyuvarlarım kadar normal bir şeymiş gibi damarlarımda pompalanıyor ve tüm vücuduma yayılıyor. Titriyorum da. Ekim ilk kez beni aşağılamaktan vazgeçti. Bakışları endişeli. Jeray sırt çantasının dibinden çıkardığı metal bir tabakayı yüzüme kapadı. Bir an beni boğmaya çalıştığını düşündüm.

“Korkma. Maske kolaylaştıracak, derin nefes alma sadece. Oldu?”dedi gülümseyerek.
“Tamam,”diye yanıtlamaya çalıştım onu, ama maske yüzünden sadece bir homurtu çıkarabildim. Ekim güçlü eliyle kolumu kavradı. Jeray da bu sırada sol bacağıma, ne işe yaradığını anlayamadığım bir alet bağladı. Üçümüz de bir an birbirimize baktık. İlk kez kendimi onlara yakın hissettim. Sonra Ağızdan dışarı çıktık.

İlk anda kendimi bir boşlukta sandım. İki saniye sonra, soldaki cam tüneldeydik. Başımın bir karpuz gibi şiştiğini duyumsadım. Gözlerim yuvalarından uğrayacaktı sanki. Dehşet içinde cam duvardaki yansımama baktım; burnumdan fırlamış şeffaf kollar, gözlerimde yüzyıllar öncesine ait kara gözlükler ve ağzımdan boynuma kadar uzanan metal maskem öyle tuhaf ki, bir de kocaman açılmış gözlerimi ve titreşen parmaklarımı katarsak inanılmaz derecede komik görünüyorum. Hava farklı elementlerle düzenlenmiş olduğundan yer çekimi oranı da değişmiş, bu yüzden attığım her adımda 4-5 santimetre yukarıya sıçrıyorum. Ekim’in güçlü parmakları her seferinde beni aşağı doğru çekiyor. Bu hoş bir deneyim aslında. Tünelin sonunda uzunca bir süre kusacakmış gibi hissedecek olsam da bu, yaşadıklarımın ilginç olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kolum da şimdiden çürüdü. Ama önemli değil. İlk 20 metreyi aştık sayılır. Epey yavaş ilerliyoruz. Deliler, hızlı hızlı nefes alıp veriyorlar.

Okyanusun dibinde olmak öyle tuhaf ki, aynı anda hem kalbim hem de zihnim demir bir çekiçle dövülüyormuş gibi hissediyorum. Cam tavandan dışarıya göz attıysam da pek bir şey göremedim. Eğer gece olmasaydı (ve üstelik Ay tutulması da) dahi, hastalıklı Güneş ışınlarının bu kadar derine ulaşması imkansız olurdu. Yine de belli belirsiz, hareketli cisimler seçebiliyorum. Bunlar yosunlar belki. Balıklar genelde daha yukarıda yaşıyor. Hem zaten okyanusta fazla balık da kalmadı. Hala çıkarmadığım gözlüklerim nedeni ile görüş mesafesini tam ayarlayamıyorum, sol gözümün üzerinde, gözlüğün çerçevesinin biraz altında, optik derinlik sayacım çıldırmış gibi kırmızı ve sarı rakamlar sıralıyor bana. Bu koşullar altında emin olamasam da, tahminen 30 metre yukarıda, ışıklı bir şey var? Şimdiye kadar hiç deniz anası görmedim ben. Denize hayran biri olduğumu söyleyemem. Bir iki yunus görmüştüm, akvaryumlarda beslenen türden balıklar da gördüm. Oysa şimdi, o muhteşem, fosforlu ve dev yaratıklardan biri bize doğru yaklaşıyor. (Muhteşem ve fosforlu olduklarını Dezen’den öğrendim. Merkez’de kaldığım süre boyunca bana, okyanus ve su canlıları hakkında hikayeler anlattı.)

Merakla, yerden 5 santim yükselmiş, gözlerimi açmış denizanasını görmeyi bekliyorum. Bu sırada önüme bakmadan attığım bir adım yüzünden Ekim’e çarptım. İki metreyi aşan boyuyla, çelik gibi güçlü bedenine çarptığımda büyük bir sarsıntı yaşadım. Eldiven’den geçerken insan vücudu pelteye dönüyor, basıncın yüksekliği ve benim basit bir ölümlü olmam durumu daha da kötüleştiriyor. Ona çarpmamla ise içimdeki tüm organlar titreşti. Ya kusacağımı, ya bayılacağımı, yada ikisini aynı anda yapıp, beyin kanamasından öleceğimi sandım! Ama kısa sürede normale döndüm (iyileşmedim tabii). Bu kez panik sardı içimi. Ekim kaşlarını çatmış, somurtkan yüzü daha da vahşi bir görünüme bürünmüştü. Koyu mavi, nerdeyse lacivert gözleri ciddi bir ifade ile yaklaşmakta olan deniz anasına kilitlenmişti. Aynı durum Jeray için de geçerli. Birden yaklaşmakta olanın başka bir şey olduğunu kavradım. Beni bulmuşlardı! Bu mümkün müydü? Koskoca Atlas Okyanusu’nun dibinde bulabilirler miydi beni?

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

İmren MUTLU

1982 doğumlu bir okuyucu İmren. Yazmak, yazarlığından değil okuduklarını hayal etmekle yetinemediğinden doğan, okumayı çok, sevmesinin bir sonucu sadece. Buna rağmen İki antoloji kitabında öyküleri yayınlanan İmren aynı zamanda da İstanbul Üniversitesi Astronomi mezunudur.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da