Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

KABUKİ – 3

Önceki bölümler:
Kabuki – 1
Kabuki – 2

Laboratuvara yakın bir semtte bana tahsis edilmiş olan lojman evimde saatler sonra zorlukla daldığım uykumdan, kâbuslar görerek uyandım. Uykuyla uyanıklık arasındaki o gri bölgede, karanlık odamın bir köşesinde beni izleyen ve yavaşça hareket eden bir Kabuki varmış gibi hissederek titredim.

Daha fazla uyuyamayacağım belliydi. Kalkarak hazırlandım ve sabahın erken saatlerinde tekrar laboratuvara döndüm.

Henüz aydınlanmaya başlayan Ankara sokaklarında fazla insan yoktu ve bu işime geliyordu. Çünkü gün içinde dışarıda olduğum ender zamanlarda, ne kadar ünlü olduğumun farkına varıyordum ve bundan rahatsız olmaya başlamıştım. İsmim ve resmim, Kabuki’lerle ilk temastan sonraki haftalar boyunca o kadar çok yaygınlaşmıştı ki, beni gördüğü anda tanımayan insan yok gibiydi. İmza isteyenler, fotoğrafımı izin istemeden çekenler ve hatta sadece beni görür görmez bağırıp alkışlayanlarla başa çıkmakta zorlanıyordum. Hiç kimseyi geri çevirmiyordum ve söylenenlere nezaketle karşılık vermeye çalışıyordum; ama sırf bu aşırı ilgi nedeniyle dışarı mümkün olduğunca az çıkıyordum. Haberleri de artık takip etmiyordum – ana konu artık sadece Kabuki’ler ve onların üzerine çeşitlemelerdi. Her haberin içinde de bir şekilde ben yer alıyordum.

Dünyanın en popüler insanı olmuştum ve istediğim bu değildi.

Yüzlerce, binlerce röportaj talebi geliyordu. Reklamlarda oynamam için teklifler yağıyordu. Hiç birine yanıt vermiyordum, çünkü bir görevim vardı ve henüz bu konuda gerçek bir başarı sağlayabilmiş değildim.

Kabuki konusunda ilk haberi yapan Sema’dan da bir kaç kere röportaj için talep gelmişti. Konuşursam onunla konuşacaktım, ama bunun için erkendi.

Laboratuvara girdiğimde ilk iş olarak, gece Kabuki’nin etrafına yerleştirdiğim kameraların kayıtlarını kontrol ettim. Bu kayıtların sadece kendi istasyonuma iletilmesini ve başka hiç kimse tarafından görülmemesini sağlayacak güvenlik önlemlerini geceden almıştım.

Kayıtlarda hiç bir hareket yoktu. Gece boyunca Kabuki bir daha hareket etmemişti.

Biraz hayal kırıklığına uğramıştım, fakat Kabuki’nin hemen aynı gece tekrar hareketlenmesi de fazla mantıklı olmazdı. Sabırlı olmalıydım.

Saat sekizi biraz geçerken laboratuvarın çelik kapısının açılma sesiyle irkildim ve yukarı kattaki kapıya baktım.

Zeynep gelmişti.

Ekibimin en genç üyesiydi ve onu ben seçmiştim. İstanbul’da aynı üniversitede çalışıyorduk ve onu fazla tanımamama rağmen, zeki olduğunu biliyordum. Karşılaştırmalı Dilbilim üzerine doktorası vardı ve bir gün Kabuki’lerle iletişime girebilme ihtimalini düşünerek onu seçmiştim.

Oysa şimdi, onunla ne paylaşacağımdan emin değildim.

Merdivenlerden inerken bana gülümsedi ve ben de aynı şekilde karşılık verdim.

“Bütün gece burada kalmış gibisin,” dedi. Uykusuzluğum suratımdan belli oluyordu mutlaka.

“Bütün gece değil,” dedim, “Ama büyük kısmı.”

“Bu kadar kendini yıpratma,” dedi. “Daha çok işimiz var.”

Gülümseyerek başımı salladım. Zeynep belki benden de genç olduğu için, ekibin içinde beni sorgulamaya başlayanlara hiç katılmamıştı. Bu nedenle, grup içinde en fazla güvendiğim kişiydi.

Kendi çalışma masasına geçerek, diğer (canlı) Kabuki’nin kayıtlarını incelemeye ve bir dil modeli çıkartma konusundaki çalışmalarına yeniden başladı. Bu konuda pek bir yol alamamıştı; tek başına ve sadece eski kayıtlar üzerinden çalışmak zorundaydı. Asıl Kabuki Amerika’daydı ve aynı konu üzerinde çalışan binlerce bilim insanıyla (ve sınırsız teknik olanakla) rekabet etmesine imkân yoktu. Bunu o da biliyordu, ama moralini bozmasına izin vermiyordu. Bir görevimiz vardı ve elimizden geleni yapmak zorundaydık.

Kumral saçları, ince uzun yüzünün yanlarından omuzlarına dökülüyordu. Çoğu zaman dalgın ve düşünceli bir hali vardı; ama gülümsemesi çok samimiydi ve içimi ısıtıyordu. Zaman zaman kendimi uzaktan onu izlerken ve içten içe gülümsemesini isterken yakalıyordum.

Kaçak yaşadığım ve kendimi insanlardan soyutladığım elli yıla yakın zaman içinde, bazen bütün bunlar yaşanmasaydı neler olabileceğini hayal etmeye çalışıyorum. Kafamda hiç yaşanmamış mutluluk anıları hayal ediyorum ve bunlara tutunmaya çalışıyorum. Zeynep’in ve Sema’nın görüntüleri iç içe geçiyor (zaten gerçekte nasıl göründüklerini gitgide daha zor hatırlıyorum) ve tek bir kişi, hiç ulaşamayacağım bir sevgili oluyorlar. Bir insan dokunuşundan ve içten bir duygudan uzak geçen yılların içinde, bazen bu hayaller ile (ne kadar imkânsız da olsalar) daha derinlere kaçabildiğimi hissediyorum. Ama daha sonra, bunlardan (zaman ve mekân olarak) ne kadar uzakta olduğumu ve bu hayatların hiç yaşanmayacağı gerçeğini hatırladığım zaman, kendi başıma ağlıyorum.

Her şeyle başa çıkabiliyorum, bir tek bu duygu hariç…

Bu yüzden artık çevremde kalın bir kabuk oluşturdum ve hiç bir duygunun bana ulaşmasına izin vermiyorum. Kabuki’nin benimle oyunu bu olmalı: İçten içe bir ölü Kabuki haline geldim – sabit, hareketsiz ve tepkisiz…

Ekibin diğer üyeleri de yavaş yavaş geldiler ve sonuç vermeyen çalışmalarına başladılar. Kabuki’nin etrafında kurduğum kameralar bir kaç kişinin dikkatini çekti, ama bunun benim kendi takip edeceğim bir çalışma olduğunu, konuyu fazla da büyütmeden, açıkladım.

Fazla dikkat çekmeden, belli aralıklarla, kayıtlara bakıyor ve insan gözünün saptayamayacağı bir hızla bile olsa, Kabuki’de herhangi bir hareket olup olmadığını kontrol ediyordum.

Akşama doğru, NASA’daki bize tahsis edilmiş iletişim memuruyla haftalık video konferansımıza başladım.

Adı Morgan’dı ve birbirimizle bütün gelişmeleri paylaşmamız bekleniyordu. En azından protokol bu şekildeydi.

Ama benimle her şeyi paylaşmadıklarını gayet iyi biliyordum.

İşin kötüsü, bunu benden bir şey saklamak için değil, gerçekten anlamayacağımızı düşündükleri için yapmalarıydı. Sanki bir çocukla konuşur gibi konuların üzerinden ana hatlarıyla geçiyor ve bunu yaparken sinir bozucu şekilde gülümsüyordu.

“… Yani, yakında Kabuki’yle ortak kullanabileceğimiz bir dil oluşturabileceğimizi düşünüyoruz,” diyordu Morgan, ince bıyığının altından gülümseyerek. “Bizim çocuklar çok umutlu ve hızla sonuca doğru ilerlediklerini söylüyorlar.”

İşte bu dikkatimi çekmişti. “Öyle mi?” diye sordum. “Nasıl bir dilden bahsediyoruz?”

Gülümsemesini hiç bozmadan, “Ayrıntıları bana da anlatmıyorlar,” dedi. “Kabuki’nin bizim dilimizi anladığına dair bir işaret yok. Biz de onu anlayamıyoruz. Dolayısıyla iki tarafı ortada buluşturacak, basit bir dil oluşturmaya çalışıyorlar. Tabii ki, Kabuki’nin o karışık ve değişken yansımalarına benzeyecek. Ama onu taklit etmemiz, hatta takip etmemiz imkânsız gibi. Bu nedenle daha basit bir form üzerinde çalışıyorlar.”

Bundan daha fazlasını bildiğinden emindim, ama kapasitemin ancak bu kadarını kaldırabileceğini düşünüyordu besbelli.

Ben de fazla uzatmadan, ölü Kabuki üzerindeki çalışmalarımızdan ve ulaşamadığımız sonuçlardan bahsettim. Gece olanlar konusunu elbette açmadım.

Bizim, yani geri kalmış bir ülkedeki bilim insanlarının hiç bir sonuç alamayacağını doğal olarak en baştan kabul etmiş bir havası vardı ve söylediklerimi başını sallayarak onayladı. Aynı diğer görüşmelerde olduğu gibi…

Görüşmeyi bitirirken içimden ‘Sen bekle Morgan efendi’ diye düşündüm. ‘Gün doğmadan neler doğar…’ Bizim taraftan dişe dokunur hiç bir sonuç çıkmayacağına inanıyordu. Gerçi bir gün önce ben de ondan farklı düşünmüyordum. Ama ölü olduğunu düşündüğümüz Kabuki’nin hareket etmiş olması (artık buna tamamen inanıyordum) avantajı bizim tarafa çevirmişti. Sadece yeniden hareket edişini kaydetmeli ve bunu çözmeliydim.

Sekiz gün sonra sabah laboratuvara geldiğimde, artık otomatikleşmiş bir şekilde kendi masama geçtim ve önceki geceki kayıtları incelemeye başladım.

O güne kadar Kabuki’de ikinci bir hareketin olmamış olması şevkimi kırmaya başlamıştı ve o gece gördüklerimden şüphe etmeye başlamıştım. Belki gerçekte olmayan bir şeyi gördüğümü sanmıştım. Belki gerçekten olmuştu, ama bir daha tekrar etmeyecekti ve boşu boşuna bekliyordum.

Ama beklemekten ve izlemekten başka bir çarem de yoktu.

NASA’dakiler, Kabuki’yle ortak kullanılabilecek basit bir dil yaratmayı başarmışlardı. Bir gün önceki telekonferansımızda, Morgan heyecan ve sevinç içinde bana haberi vermişti. Hatta bu ortak dil için kullanılabilecek bir bilgisayar programını da bizim tarafa yollamıştı. Nasıl olsa, Kabuki onların yanındaydı ve onunla sadece kendileri konuşabilecekti; bu yüzden bizden bunu saklamalarına gerek yoktu. Yeni dil, Kabuki’nin o muhteşem güzelliğinden ve karmaşıklığından çok uzaktı. Ama onun anlayabileceği birtakım şekiller, ışıklar, renkler ve bunların kombinasyonları üzerine inşa edilmişti. Bilgisayar programı da insan dilini (elbette İngilizce’yi!) bu ortak dile çeviriyor ve havada üç boyutlu bir holograma dönüştürüyordu.

Morgan, Kabuki’yle konuşmaya daha yeni başladıklarını ve henüz ellerinde önemli bir bilgi olmadığını söylemişti. Bunun doğru olup olmadığını bilmeme imkân yoktu elbette. Daha önceki görüşmelerimizde, Kabuki’nin gemisinin de aynı ölü Kabuki’de olduğu gibi sert ve pürüzlü bir yüzeyle kaplanmış olduğunu ve içine girilemediğinden bahsetmişti. Şimdi Amerika’dakilerin bu uzay gemisine girmeye ve teknolojisini çözmeye çalıştıklarından emindim. Kabuki’yle konuşmalarının ilk amacı buydu mutlaka. Bu teknolojiye ve bilim düzeyine sahip olmak, paha biçilmez bir buluş olacaktı. Başbakanın bana daha önce söylediği, Amerika’nın Kabuki’yi almak için bize yapacağı bir kaç milyar dolarlık hibeden çok daha değerli olduğu kesindi.

“Çok uzaktan geldiklerini söylüyor,” demişti Morgan. “Samanyolu’nun dışındaki bir galaksiden. Hangisi olduğunu ve tam yerini henüz anlayamadık, ama bu kadarı kesin. Ayrıca, Dünya’ya inerken bir kaza geçirmişler ve sizdeki Kabuki de bu nedenle ölmüş. Gerçi bu kadarını tahmin ediyorduk, ama Kabuki’nin bunu teyit etmesi de şimdilik önemli bir bilgi…”

Bizim ise elimizde hala hiç bir şey yoktu ve Amerika’lıların verdiği bir kaç bilgi kırıntısına muhtaç durumdaydık.

Görüntü kaydındaki hareketi gördüğüm anda hızla klavyeye vurdum.

Laboratuvarda henüz benden başka kimse olmaması çok iyiydi, aksi halde bu tepkimi izah etmekte zorlanabilirdim.

Heyecandan titreyen ellerimle doğru tuşu bulmaya çalıştım ve görüntüyü durdurdum.

Hareketi çıplak gözle fark etmem imkânsızdı tabii, kullandığım analiz programının uyarısına tepki vermiştim. Dondurduğum görüntüyü yavaşça geriye doğru oynattım ve hareketin olduğu (uyarının geldiği) ana geri döndüm. Dijital kaydın elverdiği en kısa zaman birimini kullanarak kare kare ilerlemeye başladım.

Kabuki’nin yüzeyi eskisi gibiydi; aynı şu anda olduğu gibi. Ve bir an sonra, saat 04:42’de, hareket ettiği ana ulaştım.

Sadece bir tek kare vardı elimde, sonra tekrar eski haline dönüyordu. Şans eseri kaydedebildiğim tek bir kare…

Bu kareyi incelemeye başladım.

Yine üzerinde sert kabuğu vardı ve canlı olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Fakat ilk görüşte bütün yüzeyinin yapısının farklı olduğunu anlamıştım. Saatlerce seyrettiğim ve artık ezberlediğim kavisli çizgiler, girinti ve çıkıntıların tümünün şekli daha farklıydı. Daha başka yerlerden dönüyorlar ve birbirleriyle başka şekillerde birleşiyorlardı. Kabuki’nin üzerindeki minik olukların eğimleri de farklıydı.

Birbirinden tamamen farklı iki ağacın kabuk yapısı gibiydi gördüğüm fark…

Tamamen farklı bir kişi haline gelmişti sanki, bir an için de olsa. Aynı Kabuki oyuncularının giydiği maskeler gibi…

Kabuki’nin hareket ettiğini artık kanıtlamıştım ve ölü olmadığından emindim. Ama bu bilgiyle ne yapacağımı bilmiyordum. Bunu kendi başıma çözmem mümkün müydü?

Bu kareyi dondurdum ve kendim için bir çıktı aldıktan sonra, tekrar şifreleyerek kapattım.

Tam o sırada, her sabah olduğu gibi saat sekizde, Zeynep içeri girdi. Merdivenden aşağı inerken gülümseyerek “Günaydın Onur,” dedi. “Amerika’lıların yeni Kabuki dilini mi çözmeye çalışıyorsun sabah sabah?”

Ben de gülümseyerek karşılık verdim: “Günaydın.” Gerçekten de gülümsemesiyle günümü aydınlatmıştı. Sonra usulca ekledim: “En son baktığımda bu senin görevindi. Senin tarafta bir gelişme var mı?”

Masasına gelerek bilgisayarının açılmasını beklerken başını salladı. “Ortak dil programını daha dün aldık biliyorsun. Çok ayrıntılı inceleyemedim.” Dün gece yarısına kadar bununla uğraştığını biliyordum aslında. O ve birkaç kişi daha, ancak benim zorlamamla dışarı çıkmışlardı.

“Yine de bir fikrin vardır,” dedim. “İlk izlenimini öğrenmek istiyorum sadece.”

Yorgun gözlerini devirerek, “Bir dilden ziyade bir şifreye benziyor,” dedi. “Sanki kriptografi uzmanları tarafından oluşturulmuş. Semboller ve anlamları üzerine biraz da tahmine dayalı ve tekdüze bir şey gibi görünüyor.”

“Nasıl tekdüze?” diye sordum. Bu konu ilgimi çekmişti, çünkü bizdeki Kabuki’nin hareketinden (varsa) bir anlam çıkarabilmem için bunu anlayabilmem ve sonrasında uygulayabilmem gerekiyordu. Amerika’dakilerden yardım istemeye niyetim yoktu. Zeynep’ten yardım isteyebilirdim, ama bunun da son çare olarak yapacaktım. Önce neler döndüğünü benim anlamam gerekiyordu.

“Kabuki’yi insan gibi düşünmüşler,” dedi Zeynep. “Aynı bir insan dilini çözmeye çalışır gibi, sabit sembollerden ve bunların sabit anlamlarından yararlanmışlar. Oysa gerçek bir Kabuki bunlardan çok daha farklı. Akışkanlık, değişkenlik ve bunların karşısındaki üzerinde uyandırdığı duygu yoğunluğu ile iletişime geçmeye çalışıyor.

“Ayrıca insan dilleri, insanların ihtiyaçları üzerine oluşmuştur. Hemen her dilde gördüğümüz ortak kalıplar, bu ortak ihtiyaçlar ve bunların ifadesi üzerine kurulu. ‘Üzgün’ bir insan olmasaydı, ‘üzgün’ kelimesine de ihtiyacımız olmayacaktı örneğin. Aslında bundan çok daha karmaşık bu konu – hayatta kalma, türünü devam ettirme gibi temel ihtiyaçlarla başlar ve gitgide daha üst seviyede ihtiyaçlarla devam eder. Örneğin sevgi ifade eden sözcükler gibi…”

“Sevgi de bir ihtiyaçtır çünkü,” diye ekledim.

Yine gülümsedi ve devam etti: “Algılar ve duyular da önemli. Bir Kabuki’nin dünyayı ve çevresindekileri nasıl algıladığını henüz bilmiyoruz. Onun için önemli olan, öncelikleri nedir? Aslında bunlar bir dilin oluşmasında en temel kavramlar…”

“Ama yine de iletişime geçebilmişler,” dedim.

“Öyle görünüyor. Demek ki yaptıkları bir ölçüde işe yaramış. Ama yine de, bu ortak dilde anlamın çok büyük kısmını kaybettiğimizi düşünüyorum. Bizim söylediğimizi düşündüğümüz şeyle, Kabuki’nin anladığı şey arasında çok büyük fark olabilir.”

“Eh, bunu da zaman içinde anlayacağız,” dedim. “Bir yerlerden başlamak lazım.”

“Evet,” diye onayladı. “Umarım bu arada çok büyük yanlış anlamalar olmaz. Sonuçta ilk kez farklı bir türle konuşuyoruz ve verilecek yanlış bir mesajın sonuçları çok kötü olabilir. Ben asıl bundan korkuyorum.”

Zeynep doğru söylüyordu. Bir Kabuki’yle konuşurken onun ne söyleyeceğinden daha çok dikkat etmemiz gereken bir şey vardı: Bizim ne söyleyeceğimiz.

Devam etti: “Ortak dili kurmuşlar ve bunu bizimle paylaştılar. Şimdi benim yapmak istediğim şey şu: Elimizde Kabuki’nin normal görüntüleri var, daha önceki kayıtlardan. Ortak dilden hareketle, Kabuki’nin gerçek dilinde ne demek istediğini çözmeye çalışacağım. Tabii sen de onaylarsan.”

Başımla onayladım. Tabii Zeynep bunu başaramayacaktı, ama bunu o zaman bilmiyordum. Elindeki sınırlı olanaklarla başarması da imkânsızdı. Yıllar sonra, ben tüm insanlığın nefretinden kaçarak saklanırken, NASA bünyesindeki bir çalışma grubunun başına geçecek ve gerçek Kabuki dilini o zaman çözecekti. Ama bunu da çok az kişi bilecekti – benim ekibimden birisi olduğu için, bu başarısı kamuoyuna açıklanmayacaktı. Başarı, ABD’li bir grup bilim insanına atfedilecekti.

Sonra Zeynep, farkında olmadan çok önemli bir şey söyledi: “Gerçek dilinde söylediklerini ortak dildeki karşılığına çevirmek, büyük ölçüde sadeleştirmeye dayalı olmalı. Örneğin Monet’nin bir tablosunu benim çizmeye çalışmam gibi. Ya da Suç ve Ceza’yı üç cümleyle özetlemek gibi.”

İşte çözüm buydu.

Sadeleştirmek. Ya da tam tersi, elimdeki bir gölge parçasından bütün şekli, üç boyutlu ve hareketli olarak tahmin etmeye çalışmak.

Hemen çalışmaya başladım.

Elimde “ölü” Kabuki’nin ilk halinin ve değiştiği şeklinin değişik açılardan sabit fotoğrafları vardı. Bunları üç boyutlu olarak yeniden oluşturmak fazla vaktimi almadı.

Sonra, ilk halinden diğer haline nasıl değişmiş olabileceğine dair fikirler üreterek bunları denemeye başladım. Bilgisayarımdaki özel programları kullanarak, üzerindeki girinti ve çıkıntıların nasıl, hangi hızda ve yönde değişmiş olabileceğinin simülasyonlarını oluşturdum.

Daha sonra, bunları eleyerek teke indirdim. Artık elimde Kabuki’nin o bir anlık görüntüye nasıl ulaştığını gösteren en olası simülasyon vardı.

Dikkat çekmemeye çalışarak, Amerika’lıların oluşturduğu yeni dili incelemeye başladım. Arada bir de, Zeynep’in çalışmalarını kontrol ediyor ve mantığını anlamaya çalışıyordum.

“Ölü” Kabuki kabuğunun üzerindeki değişimle, aslında gerçek dilinde ifade ettiği bir şeyi anlatmaya çalışıyor olmalıydı. Ama bunu yapabilmek için elinde fazla bir malzemesi yoktu – sadece kabuğunu, sınırlı ve anlık olarak kullanabiliyordu.

Mantığım buydu.

Üç hafta içinde, Amerika’dan gelen yeni bilgileri ve ortak dildeki gelişmeleri de kullanarak, “ölü dili” (artık ona bu adı vermiştim) kendimce anlayabilecek bir seviyeye geldim.

Kabuktaki değişimlerin ve sabit şekillerin, ortak dildeki ve Kabuki’nin orijinal dilindeki karşılıklarını az çok anlayabilecek konumdaydım artık. En azından tek başıma ulaşabileceğim en ileri noktadaydım.

İşin kötüsü, “ölü” Kabuki’nin söylediklerinde bir anlam yoktu.

Kabuğunun mevcut yapısı içinde söylediği hiçbir şey yoktu. Sadece, belki yoğun bir acıyı simgeleyen bazı şekiller görüyordum. Bu da çok şaşırtıcı değildi aslında, ne de olsa uzay gemisinin dünyaya düşüşü sırasında “öldüğünü” biliyorduk. Kaza sırasında hissettiği acı olabilirdi bu pekâlâ.

Kabuğundaki değişim ile söylemeye çalıştıklarının pek çoğunu hala çözemiyordum. Bunu sadece benim değil, NASA’dakilerin de kolay kolay çözemeyeceğini düşünüyordum.

İlk önce, sadece tek bir sözcüğü kesin olarak çözdüm: Işık…

Kabuğunun etrafında belirli aralıklarla dört kere rastlanıyordu bu sözcüğe. Kabuktaki girintilerin derinlikleri farklı olduğu için, farklı ışıklardan söz edildiğini düşünüyordum. Belki farklı renkte, farklı yoğunlukta ışıklar…

Ne demek istiyordu?

Sonra ikinci bir sözcüğü çözdüğümü fark ettim: Konuşmak…

Işıkla bağlantılıydı bu ve bir istek içeriyordu. Emir kipi yoktu Kabuki’nin dilinde, sadece bir telkin, olması gerekeni sakince paylaşmak gibi bir şeydi bu.

Konuşmak için ışık…

Bunu anladığım anda, Kabuki’lerle ilk karşılaştığım gece sabaha karşı, askerlerin aniden projektörleri yakmaları ile diğer Kabuki’nin “kabuk bağlaması” aklıma geldi. Kabuk ile ışık arasında bir bağlantı olmalıydı.

Sakince, dikkat çekmeden, tamamen benim kullanımıma bırakılmış olan dolgun ödeneği kullanarak dört tane projektör sipariş ettim ve onlar gelene kadar geçen sürede laboratuvarın elektrik altyapısının güçlendirilmesini sağladım. Projektörleri ne kadar süre kullanacağım belli değildi ve “sigortaların atması” riskini göze alamazdım.

En sonunda projektörler geldi – aynı istediğim gibi, tek başıma taşıyabileceğim, portatif, ama güçlü ve ışık seviyeleri ayarlanabilen dört tane projektör…

Onları laboratuvarın ufak deposuna kaldırdım ve gecenin gelmesini beklemeye başladım.

Gecenin gelmesini, herkesin çıkmasını ve “ölü” Kabuki’yle baş başa kalmamızı…

En sonunda, projektörleri kabuğun üzerindeki “ışık” sözcüklerinin arasındaki mesafeye göre Kabuki’nin etrafına yerleştirdim ve ışık seviyelerini yine aynı şekilde ayarladım.

Bir elim dört projektörü de aynı anda yakacak olan şalterin üzerindeyken, Kabuki’ye doğru baktım. “Ne dersin, biraz sohbet edelim mi?”

Şalteri indirdim.

Sırada: Kabuki – 4

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

6 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

  • 3. bölümde harika olmuş. Alışılmışın dışında uzaylı tasvirlerini seviyorum ve Kabuki şu ana kadar hiç duymadığım/görmediğim/düşünmediğim bir tür olarak ufkumu açtı diyebilirim. Kabuki’lerin dilini nasıl çözeceksiniz onu da merakla bekliyorum.

    • Teşekkürler Gürkan Bey. Uzaylıları romanlarda ya da filmlerde büyük çoğunlukla insana benzer olarak tasvir ediyoruz. Bazı farklar olsa da kendimizden yola çıkarak anlatıyoruz. Oysa düşündüklerimizden çok farklı yaşam ve zeka türleri de olabilir. Belki Kabuki buna sadece bir örnek.

      Bu bölümde dil ve iletişim konusundaki bazı önemli noktalara değinmeye çalıştım. Belki karşılaşsak dahi iletişime (tanım gereği) geçemeyeceğimiz türler de olabilir. Burada, Kabuki ile bir düzeyde iletişime geçilebiliyor. Bunun sonuçlarını da önümüzdeki bölümde birlikte göreceğiz.

      Tekrar teşekkürler…

  • Badahan bey’in bu öyküsü ilk bölümden sarmıştı beni, çok da iyi gidiyor. Dediğiniz gibi alternatif uzaylı tasarımları benim de çok hoşuma giden bir alan. Kabuki Tiyatrosuyla uzaylı bir ırkın eşleştirilmesi de ayrıca başarılı bir uygulama burada 🙂

    Devamını merakla bekliyorum.

  • İşler gitgide ilginçleşiyor. Onur’un nasıl olup da yeryüzündeki en çok nefret edilen insana dönüşeceğini merakla bekliyorum. Önümüzdeki bölümlerde Kabuki’lerin derdi neymiş onu da öğreneceğiz sanırım. Beklemedeyiz 🙂

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da