Fantastik Fantastik Hikaye Hikayeler

Şövalyenin Düşü

Yaşlı adam gecenin yarısında nefes nefese ilerliyor, peşinden de onun kocaman adımlarına ayak uydurmaya çalışan bir çocuk koşuyordu. Kız arada sırada arkasına bakıyor ama baştan aşağı zırhlı olan adamın karanlıkta zar zor seçilen gövdesini gözden kaybetme korkusu yüzünden, bu bir kalp atımından daha uzun sürmüyordu. Eğer gülen Ay yerine saklı Ay olsaydı etraflarını görmeleri mümkün olmayacaktı.

Belki bu konuda bir şeyler de yapabilirdi. Avar bu kadar hızlı ilerlemeseydi belki bir şeyler düşünmeye de fırsat bulabilirdi. Adamın burnundan çıkan buharı soluk ay ışığında bile seçmek mümkündü. Bu esnada çıkardığı seslerse sadece yorgunluktan değil öfkedendi. Böyle olduğunda iyice çekilmez olduğunu bildiği için sesini çıkarmadı. Sonuçta kendisi de sinirliydi. Bir keresinde ona bütün şövalyelerin böyle asabi olup olmadığını sormuştu. Adamsa bambaşka bir soruya cevap verir gibi ”Şövalye değil, Nigahdar” demişti. O dediği başka ülkelerde yaşarmış.

Adam düşüncelerini duymuş gibi ”Buna bir son vermen gerekiyor,” dedi. Saatler olmuştu en son konuşalı.

”Basuç amca artık kışları üşümek istemiyordu ama!”

”Kuyusundan lav çıkmasını ister gibi mi görünüyordu? ”

Hayır görünmüyordu. Üstelik evi de yanmıştı, işte o zaman gerçekten öfkeli görünmüştü. Ordan da daha önce geçtikleri çoğu kasabadan olduğu gibi öfkeli bir kalabalığı arkalarına alarak kaçmışlardı.

”Ona lav mı deniyor? Güzelmiş aslında!”

Nigahdar hiç durmayacakmış gibi görünmesine karşı durdu ve döndü. Kıza artık aşina olduğu o bakışı attı. Kızın artık susması gerektiğini bildiren kısa ama etkisiz bir bakıştı. Çünkü başını çevirir çevirmez şunu duydu.

”Nereye gidiyoruz?”

Adam ”Beğdüzü’ne,” diye homurdandı.

”Oradan da kovulmamış mıydık?”

”Kasabaya girmeyeceğiz, etrafından dolaşacağız!” Evet oradan da kovulmuşlardı. Gökçe kabak yetiştiren birinin isteğini kıramamıştı. Neyle raksettiğini bilmeyen adamın bir anda ev büyüklüğünde balkabakları olmuştu. Felaketse eğimli olan bostanlıktan bu kabakların yuvarlanmasıyla gelmişti. Avar, iki evin dümdüz olduğundan emindi. En az dört tane evin de iyi bir tamirden geçmesi gerekiyordu. İyi ki ölen biri olmamıştı. Avar mucizeden aşağı kalmayan bu gerçeği söylemişti ama kasabalılar yarım ağızla yapılan teselli çabasına daha da öfkelenmişlerdi.  Aşağı yukarı kasabada koşabilen ne kadar erkek varsa onları bir gün boyunca kovalamıştı. Halbu ki ne umutlarla gelmişti Beğdüzüne.

Oradan yaşlı da olsa iki at alıp Islık geçidini hızla geçebilmeyi ummuştu ama sonrasında tarikte nigahdar olduğu andan beri yanından ayırmadığı kalkanını alamadan kaçmak zorunda kalmıştı. En çok ona üzülüyordu. Bir de şimdi yaklaşan kışa rağmen kuyularından lav yükselen Fereklilerin, kışın bu sene erken yaklaşması sebebiyle Islık geçidinin geçilmez durumda olduğunu söylediklerinde bu kadar üzülmüştü. Gökçe’yi sultanlığın dışına çıkarma çabası böylelikle büyük bir darbe almıştı. Şimdi Karas Sırtı denilen sıradağların etrafını dolanmaları gerekecekti. Kırk yıl önceki halindeyken bile o kadar deli kanlı değildi. O dağlarda ünü ülkenin diğer tarafına ulaşan eşkiyalar yaşardı.

Sinir bozucu bir durumdu ama adamın canını sıkan tek şey değildi. Gökçe ile karşılaşmasına kadar zırhından kılıcına  kadar bakımına son derece dikkat etmiş olan emekli nigahdar, şimdi yol kesenlerden hallice görünüyordu. Zırhının ilinti yerlerindeki deri kayışların kimisi kopmuştu. Kenarları paslanmaya başlamıştı. Acaba bağlı olduğu Ayinatın Kalkanı Tariği’nden ”Uzun yürüyüşe” katılmayı istemeseydi daha mı mutlu olurdu?

Pek sanmıyordu. Çabuk akıllanan biri olmamıştı hiç bir zaman.

Sebebi yaşıydı. Artık herhangi bir çarpışma için çok yaşlı ve masa başında iş almak içinse fazla idealistti ama Avar için asıl sorun tariğe katıldığı sırada hayallerinin hiç birinin gerçekleştirememiş olmasıydı. Uzun yürüyüşe çıkan nigahdarlar sultanlığın uç sınırlarına kadar dolanıp tariğe göre güçsüzleri koruyup zalimleri durdurmakla mükelleftiler. Elbette bir kadı kadar yetkileri yoktu ama tarafsız hakem sayılıyorlar ve suçlara tanık sayılıp tutuklama emirleri çıkarabiliyorlardı.

Gökçe’yle bir grup köylü tarafından kovalandığı esnada karşılaşmıştı. Tabii ufak tefek kızın bir grup yetişkini bu derece öfkelendirmesine inanmadığı için kalabalığın karşısında durmuştu.

”Umarım kamp kurmayı düşünüyorsundur,” dedi kız.

Avar Ferek’ten yeterince uzaklaştığını biliyordu. Öfkesinden dolayı hızla ilerlemek istemişti. Başka türlü yatışacağına inanmıyordu. Gökçe’nin sadece bir kaç hafta içinde, yıllar boyu süren eğitimin kazandırdığı öfkesini kontrol altında tutma yetisini sınırlarına getirmesine inanamıyordu. Gerçekten  de yaşlanmış olmalıydı. Dedesi gibi atarlı, sabırsız bir ihtiyar olup çıkmış mıydı?

Hayır. Asıl sorun, hayatını geçirdiği tariğin, hayatlarını kurtardığı arkadaşların ve hayatını borçlu olduğu insanların kızı öldürmesi gerektiğini düşündüğünü bilmesiydi. Gökçe’nin büyücülerin ”cevher” sultanlığınsa ”afir” dediği şeye sahip olduğu açıktı. Sebep olduğu zararsız felaketlere bakılırsa da bir hayli güçlüydü.

Bir cevap arar gibi etrafına bakındı. ”Şu aşağıda uygun bir açıklık olabilir,” dedi. ”Yola bu kadar yakın kamp kurmasak iyi olur. Ayrıca rüzgardan korunmamız gerekiyor. Yanımdan ayrılma!” Kız sesini çıkarmadan onu izledi. Bazen böyle mucizeler gerçekleşirdi.

Yaşlılıktan yana doğru çöküp soluklanmak istemiş gibi görünen; yıkıldığı mı, yoksa ta başından beri mi böyle olduğu belli olmayan; eciş bücüş bir ağacın koynunda aradıkları korumayı buldular.

Beraber yakacak topladılar sonra da ateş yaktılar. Henüz kar yağmıyordu ama geceleri artık çok soğuk oluyordu. Bu gece her zamankinden fazla odun toplamışlardı. İşlerini bitirip oturduklarındaysa ne kadar yorulduklarını anlamışlardı. Avar kıza bir somun ekmek vermişti. Ateşte kaynattıkları suya da tat versin  diye kurutulmuş mesen yaprakları katmıştı.

Sabaha kadar sürecekmiş gibi görünen sessizliği Gökçe bozdu. ”Belki de Vahala yerine sultanlıkta kalmalıyım.”

”Büyücülük sultanlıkta yasak. Bunun hakkında konuşmuştuk.”

”Ama şimdiye kadar insanlar cevhere sahip olduğumu duyduklarında yardımımı istediler.”

”Şu ana kadar hep hudut yakınlarında dolaştığından öyle olduğunu zannediyorsun. Sonuçta sınıra yakın yaşayan insanlar sultanlık konusunda biraz daha geniş oluyorlar.”

”Ama sonuçta burası da sultanlık.”

”Evet ve burada kalmaya devam edersen  er ya da geç sultanlığın emirlerini harfiyyen uygulayan birine rastlayacaksın. Hep saklanarak mı yaşamayı düşünüyorsun?”

”Belki ormanda yaşarım. Çaste olurum ben de!” Kızın tadı, kuruyan ekmeğinki gibi kaçıverdi nigahdarın suratını görünce.

Bunun düşüncesi bile Avar’ın tüylerini diken diken ediyordu. Yerleşim yerlerine yakın ormanlarda yaşayan avare büyücülere rastlamak mümkündü. Avar’ın kendisi de bir keresinde Mehmus adında bir çastenin peşinden Görükle korularına girmişti. Çastenin tuzaklarının da etkisiyle hayatının en uzun ve korkunç üç haftasını o korularda geçirmişlerdi. En yakın iki arkadaşını da büyücüye kurban vermişti. Nihayetinde adamı öldürmüşlerdi ama bir başarıdan sözetmek mümkün değildi.

”Böyle bir şeyi aklından bile geçirme. Çasteler çoğu zaman aklını kaybeder ve birileri mutlaka onları öldürmek için gelir. Hayatını böyle insanları bekleyerek geçirmek istemezsin.”

Gökçe gözlerini nigahdarınkilere dikmişti. Avar kızın düşüncelerini okumaya çalıştığından emindi. Ensesinde bir karıncalanma hissediyordu. Başaramayacağını düşündükçe gülümsedi.

Kız pes etti. ”Bana anlatmadığın bir şey var,” dedi.

”Sana anlatmadığım pek çok şey var.”

”Ama o zaman sana nasıl güvenebilirim ki?”

”İnsanlara güvenmek için düşüncelerini okumana gerek yok. Pek çok insanda seninki gibi bir yetenek yok ve gayet iyi geçiniyorlar.”

”Hem nasıl bu kadar rahat engelleyebiliyorsun ki beni?”

”Tariğim beni büyüden etkilenmemem için çocukluktan beri eğitti. Buluğ çağına kadar özel bir beslenmeden de geçtim.”

”Peki o zaman az önce ne düşünüyordun onu söyle bari.”

”Çocuklara göre bir hikaye değil. Üzgünüm ama büyümen gerekiyor bunu duymak için.”

”Belki kendimi büyütebilirim,” dedi. Parmağını da dudağına düşünürken yaptığı gibi dokundurdu. Sonra nigahdarın bakışlarına karşılık vererek gülümsedi ”Şaka yapıyordum,” dedi.

Avar gülümsemedi. ”Başka bir şey sor benden. Belki onu anlatabilirim,” dedi.

Gökçe bu soruyu ciddiyetle tarttı. Bunu yaptığı zamanlar alnında ona yakışmayan bir kırışıklık beliriyordu. ”Yeşil kesede ne var?” diye soruverdi.

Avar bu soruya şaşırdı. Pelerinin altında arkasında kemerine asılı olan keseyi çıkardı. ”Bu mu?”

Gökçe’nin başı abartı bir biçimde bir aşağı bir yukarı sallandı. Kız için gerçekten de büyük bir gizemdi demek ki.

”Hayret, kesenin içindekileri göremiyor musun?”

Kız bu soruya gerçekten bozulmuştu. Belki de bunu hiç düşünmemişti. Avar kızın alnında ki yaşına hiç yakışmayan çizgileri yine görünce gülümsedi. ”Şaka yapıyordum.”

Gökçe hala somurtuyordu. ”Denesem bile tılsımlı falan çıkar şimdi!”

”Yok tılsımlı değil ama içinde ilginç bir şey de yok. Al bak.”

Kız keseyi alınca ağırlığına şaşırdı. Beklediğinden hafifti çünkü. Hemen açtı ve avucuna dökülen tohumlara şaşırarak baktı. ”Bunlar ne?”

”Pelit tohumları. Daha doğrusu dünyanın en güzel kokulu pelitleri. Sadece Daricem’de yetişirler.”

”Neden onları yanında taşıyorsun?”

”Doğduğum yer. Tariğe katılmadan öncesine kadar orada yaşamıştım. Annem vermişti onları bana.” Avar o sırada ateşlerin raksında hep günbatımlarında ayrı bir güzel olan pelit bahçelerinin arasında koştuğunu hatırladı. Dün kadar yakındı anısı, başka bir hayata aitmişcesine de uzak.

”Ne yapmayı düşünüyorsun onlarla?”

”Belki bir gün bir yere yerleşirsem orada yetiştirmeye çalışacaktım.”

”Ama sadece doğduğun yerde yetiştiğini söyledin.”

”Belki de oraya dönerim bir gün; ama pelitlerin sadece Daricem’de yetişmesinin sebebi başka bir yerde yetişememeleri değil bizden başka kimsen in onları nasıl dikmesi gerektiğini bilmemesidir.”

”Neymiş o sır?”

Avar kısa bir süre düşündü. Bu sırrın Gökçe’yle paylaşmak büyük bir sorun olmazdı herhalde. Ne de olsa seneye bu zamanlar sultanlığın dışına çıkmış olmayacaklar mıydı?

”Önce toprağın üstünde ot ve çeşitli bitkileri yakmak gerek. Bunun başta toprağın haşare ve zararlı otlardan arınması için yapıldığını sanmıştım ama Pelit’in küllere ihtiyaç duyduğunu zamanla öğrendim,” Sonra elinde üç parmağını gösterdi. Serçe ve  başparmağını bükmüştü. “Toprağa küller haricinde tam olarak bu derinlikte çekirdekleri gömmen gerekir,” dedi. “Ayrıca sadece gün batımınında güneş gören bir yere dikilmeliler. Dağ sırtı gibi.”

Gökçe onu dikkatle dinledi. Sonra “Sen böyle anlatınca canım çekti. Ben hiç pelit yemedim,” dedi.

“Aaaa! Çiçekleri baharda harika kokar. Onları kurutup çok güzel çaylar yapabilirsin ama biraz daha beklersen meyvelerini yersin ki onlar bambaşkadır. Şeftali kadar büyük olmalarına rağmen çekirdekleri küçüktür ama tatları çok  güzeldir. Yaz günü yendiğinde insanı ferahlatır.”

”Vahala da dikeriz bunları belki?”

”Bahtla felaha, bahtla bedbahta,” dedi.

Kızın birden gözleri doldu. Kamp ateşinin parlaklığı kızın gözlerinin önüne geçmişti. İki küçük ateş nigahdara bakakalmıştı.

”Yanlış bir şey mi söyledim?”

”Annemden duyduğum son söz bahtın açık olsundu,” dedi.

”Özür dilerim Gökçe, onları sana hatırlatmak istemedim.” Nigahdar’ın tek bildiği kızın ailesinin öldüğüydü. Bir kaç kez onlar hakkında Gökçe’ye soru sormuştu ama kızın o konudan kaçındığını görünce bırakmıştı. Kız, gidebileceği biri olup olmadığı sorusuna ”Hepsi öldü,” diye yanıt vermişti. Başka sorulara yer bırakmayan bir cevaptı.

Bu sefer cevaplar soruları aramadan geldi. Bazen böyle mucizeler gerçekleşirdi.

”Bahtın açık olsun demişti. Beni ışınlamaya hazırlanıyolardı. O zamanla ilgili çok şey hatırlamıyorum ama o anı gözlerimi kapamadan bile görebiliyorum. Bu normal mi?”

”Yeterince güldüğümüz, ağladığımız ve öfklendiğimiz her anımızı mezara götürebiliriz.”

”Neden ama? Ben daha güzel şeyleri hatırlamak istiyorum. Babam bana ‘eşiği geçmeyi’ öğretmeye çalışırdı mesela. O zamanlardan da çok keyif alırdım ama gözümün önüne getiremiyorum o anları.”

”Hangi anları çok iyi hatırlayacağımıza biz karar vermeyiz Gökçe, hayatımızı değiştiren olaylar kendilerini bize hatırlatır. Annen ve babanda da mı cevher vardı?” Sıradışı bir şey olmazdı bu.

”Evet. Bevarize’de pek çok büyücü vardı.”

Bu kelime Avar’ın betinin benzinin atmasına sebep oldu. Afir İfsad’ının anıları hala tazeydi. Gökçe kelimenin etkisini nigahdarda görmüştü.

”Ne oldu? Bevarize’de hiç bulundun mu?”

”Kimse sana oralarda ne olduğunu anlatmadı mı?”

”Daha önce kimseye nerden geldiğimi söylemedim. Hem inanmazlar dı ki. Annem beni Lebhafe’ye ışınlamıştı. Kendime gelip insanlara sorduğumda benimle alay etmişlerdi. Bevarize nerdeyse sultanlığın diğer tarafındaymış!”

Avar Lebhafe’yi biliyordu. Harika kumsalları, güneşin keyfini çıkarmayı seven insanlarıyla sevilen bir beldeydi. Kızın oradan buralara kadar gelebilmesi bile başlıbaşına bir hikaye ediyor olmalıydı.

”Çınar yılının ilk hasat ayıydı değil mi annen seni ışınladığında?”

”Evet , babam semayı öğrenmem ve izlemem için beni hep teşvik ederdi. Her zaman hangi ayda olduğumuzu ve gündönümüne ne kadar kaldığını falan bilmemi isterdi.”

Avar, gecenin karanlığında ağaçların arasından onlara izleyen yıldızların bakışına karşılık verdi. “Hiç bir zaman semayı anlamaya çalışmadım. Hep insan neden altından kalkamayacağı bir işe bulaşsın ki diye düşünürdüm,” bunu şimdi ironik buluyordu.

”Oradan ayrıldığım akşamı nerden biliyorsun?”

”O gece  Afir İfsadı  denilen şey  Beverize’yi vurmuştu.”

”Afir dediğin şeyler beceriksiz büyücüler oluyor değil mi? Beni kovalayan insanların bazen arkamdan öyle bağırdıklarını duymuştum.”

”Afir aslında içten gelen kötülük demek. Beceriksizlikle pek bir alakası yok. ”

”Bana neden öyle diyorlardı peki? Ben kötü bir şey yapmak istemedim ki?”

”Gökçe, hiç bir eylem niyetine göre ölçülemez, neden biliyor musun?”

Gökçe kaşlarını kaldırmıştı.

”Çünkü kimse kimsenin düşüncelerini okuyamaz ama herkes yapılanların sonuçlarını görebilir.”

“Ha… Konuyu yine buraya getirdin.” Avar’ın ciddi olduğunu görünce devam etti. Cılız bir sesle ”Kabakların yuvarlanması benim suçum değil ama büyük olmalarını ben istemiştim,” diye mırıldandı.

Avar fıfladı ve devam etti. ”Afir ayaklanmasından bahsediyordum.  Gaşiye kıddesini duydun mu?”

”Annem büyücü kıddelerinden bahsederken onları da saymıştı.”

”Gaşiye sihircileri kendilerini ölümden sonrasını aydınlatmaya adamışlardı. Yaptıkları deneyler yüzünden kötü bir ünleri vardı.”

”Annem özellikle Ayinat’ın onlardan hiç hoşlanmadığını söylemişti.”

”Öyle. Hiç sevmezler. Ben kendimi bildim bileli Gaşiye kıddesinin kerdedilmesi için uğraşırlardı. Sonunda istedikleri kendiliğinden oldu.”

”Kerdedilmek mi?”

“Yani yasaklanıp sürülmeleri.” Aslında öldürülmeleri demekti.

“Ne oldu?”

”İzlal ismini duydun mu daha önce?”

”Bazen insanların benden için İzlal’ın dölü dediklerini duyuyordum. Kötü anlamda söylediklerini biliyorum sadece. Aynı İzlal mi bu?”

”Evet, İzlal Gaşiye kıddesinin agmarı, yani baş büyücüsüydü. Onlar araştırmaları sırasında çok tehlikeli bir şeyi keşfettiler.”

Avar bunları bilmesinin kız için tehlikeli olup olmayacağını tartıyordu. Bir çocuğa ateşten sakınmasını öğütlemek çoğu zaman çocuğun elini yakmasıyla sonuçlanırdı. En son istediği şey, kızın aklına tehlikeli bir fikir sokmaktı.

Gökçe devam etmesini işaret etti. Gözünü bile kırpmıyordu. Ok çoktan yaydan çıkmıştı.             “İzlal başka büyücülerin cevherlerini ele geçirebilmeyi öğrenmişti. Bu sayede ömrüne ömür, gücüne güç katmasının yolunu bulmuştu. O ve altı çırağı bir süre sonra kıddelerinde kalan herkesi öldürdü. Güç kadar insanı yozlaştıran bir şey yoktur Gökçe, bunu İzlal’in hikayesinde görmen mümkün. Çok geçmeden başka kıddelere ve diğer sihircilerin peşine düştüler. Beverize bu açıdan çok talihsizdi. Büyük ihtimalle İzlal ve kıddaşlarının saldırdığı gece, ailen seni oradan uzaklaştırmayı başardı.”

Bir kor haline gelmiş olan ateşin ışıltısı kızın gözlerinde yanıyordu. Genç sihirbaz geçmişteki o gecenin hayaletleriyle hemen vedalaşamadı. Ateşin memnun mırıltısı nigahdarla kızın arasına bir süreliğine girebildi.

”İzlal ve diğerlerine sonra ne oldu?”

”Ayinat’ın Kalkan’ı tarafından durduruldular. ”

”Öldürüldüler demek istiyorsun değil mi?”

”Evet.”

”Bu senin tariğin değil mi?”

”Evet ben de onlardan biriydim.”

”İzlal öldürülürken orda mıydın?”

”Hayır. İzlal öldürüldükten sonra kalan altısı kaçtılar. Hepsini bulup öldürmek tariğin üç yılını aldı. Asran Leventburnu’nda sıkıştırıldığında oradaydım. Korkunçtu.”

”Neden? Bir bergamana mı dönüşmüştü yoksa?” Kızın gözleri parladı. Avar bundan rahatsız oldu.

”Hayır ejdere falan dönüşmemişti ama insana da pek benzemiyordu. Onu yakalamak için ormanı yakmıştık ve tüm vücudu yanmış haldeydi. Yine de pek çoğumuzu öldürmeyi başardı. Büyüden hoşlanmazdım ama bunun nedenini ilk kez o gün bulmuştum.”

”Ama şimdi hepsi öldüler değil mi?”

”Evet, ama yaptıklarının kabusu hala yaşıyor ve insanların hafızalarından silinmesi çok uzun bir zaman alacak. İzlal’ın unutulduğu zamanları görmek için fazla yaşlıyım. Yine de bunda çok önemli bir ders var Gökçe, sen de bir büyücüsün ve her büyücü gibi yapabildiklerinin bir sınırı olduğunu er ya da geç farkedeceksin.”

Gökçe ”Ben İzlal gibi değilim,” diye kesip attı.

”İlerde ne olacağını bilemem Gökçe ama herkes benim gibi düşünmüyor. İlerde ben yanında olmazsam…”

”Ne demek yanında olmazsam?!”

”…şunları unutma. Asla Ayinat’ın işaretini gördüğün bir yere girme. Hele Ayinat’ın Kalkanı tariğinden uzak dur.”

” ama sen…”

”Beni diğerleriyle bir tutma! O insanların neler yapabildiğini gördüm. Tengri biliyor ya İzlal’in yaptıklarının dehşetini hala hatırlıyorlar ve bu sana yapabilecekleri her şeyi meşrulaştırmak için fazlasıyla yeterli ama içinde afir olan sadece cevherler değil, kimimizin içinde salınmayı bekleyen büyük bir kötülük var Gökçe. Sadece doğru zamanda yanlış yerde olman çok kötü şeyler yaşamana sebep olabilir. O yüzden dikkatli ol.”

”Ayinattan uzak duracağım tamam. beni korkutuyorsun Avar!”

Nigahdar kıza doğru eğilmiş ve gözlerinin iyice içine bakıyordu. Ne zaman böyle eğildiğini hatırlamıyordu bile. Doğruldu.

“Neden onlara katıldın peki?”

“Saçma bir düşüm vardı.”

Kız merakla bakmaya devam etti.

Avar’ın yüzü çocukluğundan kalanları hatırlamasıyla aydınlandı. “Şövalye öyküleriyle büyüyen tek kişi sen değilsin.”

Gökçe muzip muzip “Bergamanlar ve prensesler mi?” diye sordu.

Avar konuyu değiştirme ihtiyacı duydu. Gençliğinin düşlerini hatırlamak yolun sonundaki biri için kolay bir şey değildi. ”Beni bırak şimdi. Senin için sadece Ayinat tehlikeli değil Gökçe. Kendine karşı da korunmalısın. Çok güçlü olduğunu biliyorum ama sakın bunu bir övgü olarak alma. Seni uyarmak için böyle söylüyorum. ”

”Kendimi kendime karşı nasıl koruyabilirim ki?”

”Bunu ancak kendi başına bulabilirsin.”

Bunun üzerine uzun bir sessizlik çöktü aralarına. Ne Gökçe bir şey sordu ne de Avar kızın düşüncelerini bozacak bir cümle sarfetti. Bir süre sonra ateşlerine son dallarını attılar. Avar nöbete kaldı, kız uyudu.

Yola çıktıklarında kar yağmaya başlamıştı. Yiyecekleri büyük bir sorun olabilirdi. Bunu şimdilik düşünmemeye karar verdi. Beğdüzü’ne daha üç günlük yolları vardı.

Yolu her an kenara saklanabilecekleri bir tetiklikle geçtiler. Ne var ki kimseyle karşılaşmadılar. Yollar çoktan kara kış gelmişcesine boştu. Ne Ferek’e giden bir tüccara ne de hanlarda karın tokluğuna anlatacağı hikayeleri besteleyen bir ozana rastlamışlardı. Avar artık yiyecek konusunda takas yapabileceğin biriyle karşılaşmayı ummaz olmuştu.

Mesen suyuna papara edilmiş ekmekten katıklarıysa çoktan tadını kaybetmişti ve soğukta insanın yanına alacağı türden bir nevale olmaktan uzaktı. Avar’ın gittikçe artan endişesini Gökçe de hissediyordu. Avar hala arada sırada kızın zihnine girmeye çalıştığını farkediyordu. Sinirlenmekten ziyade eğleniyordu ama diğer yandan kızın artık ilk karşılaştıkları zamanki kadar zayıf saldırmadığının da farkındaydı. Kızı engellemek için artık onu ciddiye alması gerekiyordu.

Beraber bulundukları süre boyunca bu kadar hızlı gelişmesi onu endişelendirdi ama ne yapabilirdi ki? Kızı öldürmeli miydi? Eğitiminden ziyade Asran’la çarpıştıkları sırada yaşadıkları her anının vardırdığı sonuç aynıydı.

Evet.

Ama bunu yanında yer yer tekerleme söyleyen, Avar yanıt vermediği halde kendi sorularına onun abartılı bir taklidiyle cevap verip konuşmaya devam eden kızı gördükçe yapmayı düşünmek bile Avar’ı bunu yapmış kadar pişman ediyordu.

Gökçe aniden tazı gibi fırlayıp yolun kenarında döktüğü yapraklarından oluşan bir halı üstüne oturtulmuş gibi görünen bir ağaca tırmanmaya başladı.

“Hey! Dikkat et!”

Gökçe  tırmanırken bazı dallardan isyankar çatırtılar kopuyordu. Avar, ağacın altında durmuş ve kollarını kaçınılmaz gibi görünen kızın düşüşüne karşı açmıştı. Korktuğu başına gelmedi.

“Duman!” dedi kız ağacın tepesinden.

“İki elini birden bırakma! Biriyle daima tutun!” Kız iki elini de gözlerinin üstünü kapatmak için kullanıyordu. Bacakları dengesiz bir taburedeymiş gibi dengeyi korumaya çalışıyordu.

“Orada bir şeyler yanıyor!”

Avar gözlerini kızdan isteksizce ayırdı. Ama kızın işaret etmek için savurup durduğu işaret parmağı yüzünden dengesini kaybedeceğinden korkup mecburen o tarafa baktı.

Henüz bir şeyler söylemek için erkendi ama o tarafta gök yüzündeki bulutlar daha kararmıştı. Avar bunu nasıl daha yeni farkettiğine şaşırdı. Yaşlandığını yüzüne vuran gerçeklere şaşırmayı ne zaman bırakacağını merak etti.

Bu düşünceyi fazla kovalamadı. “Tamam hadi in oradan. Şu anda yapabileceğimiz bir şey yok zaten.” Bunu söylemişti ama aklı tekrar yüksek hızda çalışıyordu. Ferek’in yanmış olabileceğine ihtimal vermiyordu. Belki köylüler onlara benzeyen birilerini ormanda görmüşler ve kaçmalarına engel olmak için ormanı yakmışlardı. Ferek gibi bir yerde insanların ekmekleriyle böyle oynayacaklarına pek ihtimal vermiyordu.

“Her taraftan dumanlar yükseliyor ilerde!” Gökçe dibinde bitivermişti bile. “Ne oldu sence?”

“Oraya ulaştığımızda görürüz ama dikkatli olmamız gerek.” Sesi düşünceliydi. Eğer Ferek’te büyük bir yangın çıkmışsa bunun sebebi havalar falan değildi. Çiftçilerin ambarlarından ve ahırlarında yaz sıcaklarının başlattığı yangınların mevsiminde değillerdi.

Bu uzaklıktan farkedilebilecek yangının da yola etraftaki köylere haber vermek ve onlardan yardım istemek için koşan insanları atmamış olmasına şaşırmıştı. Yarım günlük mesafedeydiler ve kimseyi görmemişlerdi daha.

Ferek’e yürürken düşüncelerinden sıyrıldı. Yıllarca aldığı eğitim şimdi onu düşüncelere dalmaktan alıkoyuyor. Tüm dikkatini kulaklarına, gözlerine ve burnuna veriyordu. Zaten Gökçe yangını söylediği anda havadaki kokudan bir yerlerde bir şeylerin yanmış olduğunu anlamıştı. Eskiden olsaydı bunu en az bir iki saat önce kendiliğinden farketmiş olurdu.

Güneş, akşam saatlarine indikçe, kül kokulu bir uğursuzluk üstlerine çöktü. Yolda kimseye rastlamamışlardı ama koku ve dumana bakılırsa büyük bir felaket yaşanmıştı. Ağaçların yapraklarının üstü isle kaplıydı. Nigahdar ve kız ağız ve burunlarını ıslak mendillerle örtmüşlerdi.

“Etrafından dolaşsak daha iyi olmaz mı?”

“Olur, ama neler olduğunu öğrenmek zorundayım.”

“Ney? Anlamadım?”

Avar mendili indirdi. “Neler olduğunu öğrenmeliyim.”

“Neden?”

“Çünkü uzun yürüyüşteyim, böyle bir şeyi görmezden gelemem.” Kızın korktuğunu farketmişti. “Bunu sen yapmadın.”

“Biliyorum ama içimde kötü bir his var.”

“Sadece kokudan. Çok yaklaştık. Yakında sorabileceğimiz birine rastlarız.” Sesinin yalan söylediğini ele vermemesini umuyordu.

Biraz daha yürüdüler.

Mendili tekrar indirdi. “Burada bekle.” Kız itiraz edecek gibi oldu ama adamın aman vermeyeceği açıktı. Son bir kaç dakikada adamın morali gözle görülür şekilde bozulmuştu. Her an kılıcına davranacakmış gibi de gergindi.

Avar yolun kenarına fazlalıklarını bıraktı. “Bunlara göz kulak olursun. Sana söylediklerimi unutma. Kimseye güvenme, yeteneklerini belli etme.”

Gökçe’den itiraz gelmedi. “Ne zaman dönersin?”

“Yakında.”

Kız buna inanmak istediği için kolayca inandı.

Avar, kızı orada görebileceği şeylerden korumak için geride bıraktı. Bunu hiç istemiyordu ama ettiği yemin onu ilerlemeye zorluyordu.

Ferek kasabası artık nigahdarın tatsız bir anısından ibaretti. Evler kasabanın ortasında, yaşlı çınarın gölgelediği meydandan dağılan bir etkiyle parçalanmıştı. Bazılarının taş duvarlarının bir kısmı eskiden oldukları yerleri belli ediyor, sınırladıkları enkazların arasından ince dumanlar tembel tembel yükseliyordu.  En kötüsü evler değildi. İnsanlardı.

Tanınmayacak haldelerdi ve oldukları yerlerde kömürleşmişlerdi. Bazılarının gözleri yerine artık mum alevleri vardı. Alt çeneleri ve çoğunun kolları düşmüştü. Korkunç olayın unutulmasını engellemek istermişcesine hala o an yaşandığındaki duruşlarını koruyorlardı ama biraz şiddetli esen her rüzgarda yanmış kağıt parçaları gibi yavaş yavaş soyuluyor, yıkılıyorlardı.

Şövalye bu kadar büyük bir patlamanın olabileceğine ihtimal vermiyordu ama kasabanın merkezinde, toprağı camlaştırabilecek, insanlara böyle bir dehşeti yaşatabilecek tek bir şey olabilirdi.

Büyü, ama Gökçe yapmış olamaz dı değil mi? Kuyudan yükselen lav Basuç’un evini yaktığında hemen müdahale etmişti kız ve şiddetli bir yağmur başlamıştı. Lavlar da yükselmeyi bırakmıştı. Kaçtıkları esnada en azından yangın kontrol altında görünüyordu. Utanç içinde o an yangının kontrol altında olmaması durumunda daha az insan tarafından kovalanacaklarını düşündüğünü hatırladı.

Belki orada yaptığı büyü burda da bir şekilde bir etki yaratmıştı? Boğazı kurudu bunu düşününce.

Her ne yaşanmışsa Basuç’un evinde meydana gelmiş değildi.

Aslında ejderler de bunu yapabilirdi ama bu çevrelerde hiç bir zaman görülmemişlerdi.

Kılıcını ne zaman çektiğini hatırlamıyordu ama reflekslerinin ipleri eline almış olmasından memnundu. Yaşayan, ona olanları anlatabilecek birini bulma umuduyla aranmaya başladı.  Zor durumda kalırsa cesetlerden birini incelerdi. Bu konuda uzman değildi ama tarikte ölülerin de konuştuğu dili anlayabilenler vardı. Belki bir ipucu yakalardı.

Diğer yandan buradaki durumu en yakın serdara bildirmeliydi hem de vakit kaybetmeden. Gökçe’yi saklayabileceği bir yer veya biri var mıydı?

Çocuklar… Yanmış çocukların cesetlerine takıldı gözleri. Birbirlerine sarılmaya çalışırken buna fırsat bulamadan kömürleşmişlerdi.

Düşüncelerinden ensesinde yayılan bir ürpertiyle sıyrıldı. Tanıdık, nabzını fırlatan ve çarpışmaya hazırlayan bir refleksti. Arkasını hızla döndü ve kolunu olmayan kalkanının arkasına geçeceği şekilde düşüncesizce kaldırdı.

Bir ejder saldırıyor olmalıydı ama niye ses.. Sıcaklık dalgasını hissettiğinde ilk aklına gelen düşünceleri keskin bir acıyla kesildi.

Kendini savunmak için tariğin en temel prensiplerine sarıldı ama daha ilk saldırının sonunda yüzü, ağır yanıklarla kaplanmış, saçları ve kaşları gitmiş; içinde bulunduğu acıyı ifade etmekte aciz kızıl bir kabustu artık.

Zırhı saldırının etkisiyle onu pişiren bir kazana dönmüştü. İlk saldırı karşısında kelimenin tam anlamıyla çuvallamıştı ve pek çoğu için bu yeterdi.

Sol gözü görmüyordu sağ gözü de artık hareket ettiremediği göz kapaklarından karşısındakinin bir ejder olmadığını anlayacak kadar görebilmişti.

Çok daha kötüydü. Bir büyücüydü, yani eskiden öyleydi. Gökçe’ye tüm detayları anlatmamıştı ama Gaşiye kıddesinin diğer büyücülerin hayatını çalmaları sonucu vücutları değişik şekillerde deforme olurdu. Sanki bedenleri çaldıkları özlere ait olmadığını anlıyor ve uyum sağlamaya çalışırken korkunç şekillere giriyor, deformasyona uğruyordu. Bu karşısındaki büyücü de kuru bir dal gibi yanıp kurumuş gibiydi. Hareket ettikçe derisi açılıyor ve altından kırmızı dokusu görnüyordu. Büyük acı çekiyor olmalıydı ama hiç öyle görünmüyordu. Üstüne çektiği kalın kukuleta içerisinde bulunduğu dehşetin çoğunu örtüyordu.

Simsiyah kafasına gömülü olan ve damarları çatlamış olan gözlerinde merak vardı. Avar ensesinde karıncalanmayı hissettiğinde büyücünün zihnini aradığını anladı. Saldırı, Gökçe’ninki gibi bir meltemin cildini gıdıklamasına benzemiyor,  saklanılacak yer olmayan bir düzlükte gürleyen bir fırtınayı andırıyordu. Büyücü karşısında zihnini hiç koruyamadı. Buna benzer bir şeyi tarikteki eğitiminde savunmayı öğrenirken yaşamıştı. Zihni kah bir kaç gün öncesindeki unuttuğunu düşündüğü anıları tam hatırlayamadan bırakıyor, bazılarına saplantıyla takılı kalıyordu. Böyle bir saldırı altındayken doğru düzgün düşünmek olanaksızdı.

Büyücünün aradığı şeyi anlamak zor değildi. Kafa karışıklığı şu anda karşısındaymış gibi görebildiği Gökçe’yle beraber geçti. Bu net görüntü bir süre asılı kaldı. Kızı geride bırakmadan önce arkasına attığı son bakışın donmuş gibi görünen görüntüsüydü. Kız her zamankinden küçük görünüyor ve yerinden kıpırdamıyordu. Eteği de rüzgardan etkilenmiyor gibiydi ama etraftaki her şey rüzgardan etkileniyordu. Yer yer yapraklar kıpırdıyor ve kül etrafta uçuşuyordu.

Büyücü istediğini almıştı. Artık adamı öldürebilirdi.

Avar yaşlı olabilirdi ama hala bir savaşçının dürtülerine sahipti. Düşüncesi açılır açılmaz kılıcına davrandı ve büyücüye doğru atıldı. Bu mesafeden ona ulaşamadan ölebilirdi ama niyeti ona kadar koşup kılcıyla adamı bölmek değildi. Kılıcını adama doğru tehditkar bir biçimde attı. Bir hançer falan olsa çok daha etkili olabilirdi ama kılıcı bile zor tutabilen elleriyle hançerine davransa bile onu tutabileceğinden kuşkuluydu.

Bedeni onu hayalkırıklığına uğrattı. Kılıcı atmayı başardı ama çok yavaş ve dengesiz gitti kılıç. Tek işlevi büyücünün dikkatini dağıtıp onu büyü yapmak yerine kaçınmasına sebep olmak oldu. Biraz zaman kazandırdı.

Nigahdar boş durmadı. Biraz açık olan gözüyle korunabileceği bir yer aradı. Hala yanan bir enkazdaki tanıdık parıltı dikkatini çekti.

Kalkanını görmemiş olmayı diledi.

On belki on beş adım mesafedeydi ama bu haldeyken sultanlığın diğer tarafında olmasından farksızdı bu.

Büyücü, o olmadan düşecekmiş gibi dayandığı asasını adama doğru hafifçe eğdi ve Avar’ın dünyasından sesler çekilip gitti.

Etrafındaki kül ve zaten yıkılmış ola evlerin iskeletleri arkasına savruldu. Ölmeyi bekleyen Nigahdarsa yine o uyarıcı karıncalanma dışında bir şey hissetmedi.

Hissetmedi demek yanlış olur. Acı içindeydi. Ölmeyi istemesine engel olan tek şey karşısındaki canavarın ondan sonra Gökçe’nin peşine düşecek olmasıydı.

Yine de büyüden etkilenmediğini biliyordu. Gözlerini öleceğinden emin olarak kapamıştı. Büyücünün hırıltılı bir ses çıkardığını işitince gözlerini açabildiği kadar açtı.

Başta ne olduğunu  anlayamadı. Büyücü hala karşısında asasını ona doğrultmuştu. Tam bir konsantrasyon halindeydi etrafındaki her şeyi yakıp savuran sıcak bir rüzgar ondan yayılıyordu. Ne var ki Avar’ın etrafından geçip gidiyordu.

Sonra görüş alanına aşağıdan küçük bir el girdi. Gökçe göremediği bir şeyi tutmuş gibiydi. Bırakmaktan korkuyormuşcasına kasılıyordu.

Kızın elbisesi etrafında savrulup duruyordu. Bu haliyle bir fırtınada toprağa tutunmaya çalışan bir çalı kadar çaresiz görünüyordu.

Avar kızın buraya nasıl geldiğini anlamaya ayıracak zamana sahip değildi. Ne de onun Gaşiye’lilerden birine karşı nasıl koyabildiğini anlayabilirdi. Tariğindeki en eğitimli insanların böyle büyücüler tarafından saniyeler içinde öldürüldüğünü, delirtildiğini görmüştü.

Büyücü bu anda saldırısını kesti. Toparlanmak istiyordu. Yorulduğu ve şaşırdığı da belliydi. Yo hayır.

O çıkardığı hırıldamalar aslında kahkahaydı. Büyücü belki de yıllardır böyle bir çaba harcamamıştı. Kıddelerde büyücülerin hırslarından dolayı sürekli kendilerini geliştirebilecekleri ve daha zor olan sınamalardan geçtikleri bir sistem vardı. Eskiden, çoğu büyücü okulu aralarında birbirlerini daha da zorlayabilecekleri turnuvaları tertip ederdi. Zorlukları aramak, büyücü olmanın doğasıydı.

Gökçe’nin yüzünü görememişti ama alnında ona yakışmayan kırışığın olduğundan emindi. Kız korkudan titriyordu. Yine de ne kadar güçlüydü!

Gökçe arkasında Avar’ı aradı. Orada göremeyince panikledi. Adam, enkaza doğru topallayarak koşmaya çalışıyordu. Her zaman dimdik gördüğü adamın bu halde olması yüreğini burktu. Gözleri doldu. Onun çok ağır yaralı olduğunu biliyordu.

Sonra büyüyü hisetti. Bakışlarını büyücüden bir an için ayırmıştı sadece. Anlaşılan bu bir hataydı. Hem de büyük olanından.

Adamın hemen önünde bir alev topu belirdi. O kadar parlaktı ki gündüz vakti olmasına rağmen etraftaki hiç bir şeyi göremiyordu artık ve çıkardığı ses…

Gökçe hayatında hiç bu kadar aç bir alev homurtusu duymamıştı. Etrafındaki havayı içinde çekiyor, derin bir nefes alıyordu.

Sonra hızla kıza doğru fırladı. Gökçe gözleri önünde bir duvar bile hayal edemedi. Büyük bir gürültüyle düşünceleri yarıda kesildi.

Gürültünün ardında bıraktığı çınlama ve patlayan alev topunun arkasında bıraktığı körlük yavaş yavaş geçerken, Avarın ona siper olduğunu anladı. Avar dışında herkes sersemlemiş görünüyordu. Kalkanının arkasına sığınmış olan adam önünde bir kaya gibi yükseliyordu. Gökçe adamın yüzünü göremedi ama adamın boştaki yaralı elinin görüntüsünü hayatı boyunca unutmayacağını biliyordu.

Sonra Adamın sırtı birden dikleşti ve yaralı olduğuna dair hiç bir işaret taşımayan bir hızla öne atıldı. Büyücünün çıkardığı anlaşılmaz sesler, Avar’ın kalkanına ilettiği bütün ağırlığıyla vurduğu sert darbe neticesinde kesildi.

İkisi de yere kapandı ve kızıl bir şimşek çaktı. Gürültü sağır ediciydi.

Avar üstteydi.

Ortalık sessizleşti. Her şey iki dakikadan uzun sürmüş olamazdı.

Kız Avar’a doğru yürümeye başladı. Adamın arkası ona dönüktü ve korktucu bir biçimde hareketsizdi.

“Avar?”

“Avar?”

Büyücünün asasının yanından geçiyordu. Ona bakınca asanın ucundaki kızıl taş göz kırpar gibi parladı. Kız ilgiyle baksa da, orada yatan bir yılan varmış gibi  temkinli geçti.

“Avar?”

Korkuyla büyücüye yaklaştı sonra gözüne göğsünde saplı olan hançer çarptı. Avarı’ın Tariğinin işlemeleri parlıyordu. Bu Efsunlu hançeri daha önce sadece bir kez görmüştü. Büyücünün yüzü kukuletanın altında saklı olduğu için minnettardı. Ölmüş olmalıydı.

Korka korka nigahdara yaklaştı.

Avar’ınsa zırhından ve pelerininden hala dumanlar çıkıyordu. Adamın hareketsizliği sinir bozucuydu. Kız omzundan tutup çevirmeye çalıştı başaramadı. Çok ağırdı. Yorulunca pes etti.

“Avar?” diye son bir kez seslendi. Sonra gerçeğin ona çarpmasına izin verdi.

Burada durmaması gerektiğini biliyordu. Avar’ın böyle bir durumda yapması gerekenleri söylediği anları hatırlamaya çalıştı. O kadar çok şey söylemişti ki. Hatırlamasına yardımcı olmasını umarcasına adamın soğuyan elini tutuyordu.

Bir an onu diriltmeye çalışmayı düşündü ama buna en başta Avar karşı çıkardı. Gaşiye kıddesinin neden ölümden sonrasını merak ettiği hiç de şaşırtıcı değildi aslında.

Sonra onun cebine uzandı ve pelit tohumlarını aldı Şaşırtıcı bir şekilde zarar görmemişlerdi. Geride, ağaçta bıraktğı erzaklarını almalıydı. Sonra da yola düşmeliydi. Karas sırtı, evet.

Adamın eline bir öpücük kondurdu. Onu hayatının son anına kadar korumuş nigahdar için daha fazla yapabileceği bir şey yoktu.

Arkasında yokedilmiş bir kasaba bırakırken, Avar’ın hatırasının solmasına izin vermeyeceğine yeminler savuruyordu.

 

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Serdar Burak YILDIZ

Kayıp Dünya‘yı ilk sayılarından beri takip ederim. Üniversitede yazdığım bir kompozisyonun edebiyat öğretmenimin çok hoşuna gitmesiyle yazdıklarımın okumaya değer olduğuna inanmaya başladım. Almanya‘da Elektronik Mühendisi olarak yaşamaya çalışıyor, kalan zamanımda da Kayıp Dünya‘da yayınlanan ilk öykümün verdiği şımarıklıkla yazmaya devam ediyorum.

5 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

  • Eline sağlık Serdar keyifle okudum. Hikayedeki oryantal hava hem ilgiyi artırıyor hem de akıcılığı.

    Ancak bazı kelimeler için hikaye sonuna bir mini sözlük koysan iyi olurdu diye düşünüyorum. Bergaman, tarik, ayinat, afir, cevher vs. gibi pek çok kelimeyi cümle içinde kendimce anlamlandırabilsem de hikaye sonunda bunlara ufak açıklamalar getirip senin bunları nasıl kurguladığını bilmek de iyi olurdu bence.

    Gidişatta bir devam hikayesi gelecek gibi görünüyor. Bekliyoruz.

  • Gürkan’ın da dediği gibi oryantal hava çok keyif veriyor.

    Ama sözlük konusunda ben o kadar ısrarcı değilim. Gürkan’ın mesajından sonra “olsa mıydı acaba?” diye düşündüm de, bence şart değil. Çünkü bu tip hikayeleri, film sahnesi gibi hayalimde canlandırıp, o anlara dışarıdan bakan bir yabancı gibi hissetmeyi ve konuşmalardan çıkarımlar yapmayı daha çok seviyorum galiba 🙂

    Tabii bu benim kişisel görüşüm, yazarın dediği olur 😉

    Ellerine sağlık Serdar. Her zamanki gibi keyifli ve sürükleyici!

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da