Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

Test – Richard Matheson

Richard Matheson (20 Şubat 1926-23 Haziran 2013)

Her ikisi de sinemaya uyarlanan Aşkın Gücü ve Ben, Efsane! (I, Legend) adlı eserleriyle tanınan, Amerikalı Bilimkurgu, fantezi ve korku edebiyatı yazarı ve senarist. Stephen King, Richard Matheson’ı ilham kaynakları arasında sayar ve Cep isimli romanını George A. Romero ile birlikte Matheson’a adamıştır. Anne Rice, vampirlere ve fantezi edebiyatına olan ilgisinin temel kaynaklarından birinin çocukken okuduğu Matheson öyküsü A Dress Of White Silk olduğunu söylemiştir.

Bu hikâye ticari bir kaygı olmaksızın, paylaşım amacıyla yayınlanmıştır.

 

Testin yapılacağı günden bir önceki akşamdı. Yemek odasında Les denemelere hazırlanmasında babasına yardım ediyor, Jim ve Tommy üst kattaki odalarında uyuyorlardı. Terry ise salonda, elindeki iğneyi düzenli hareketlerle kaldırıp indirerek sessizce dikiş dikmekteydi. İskemlesinde dimdik oturan Tom Parker damarları çıkmış zayıf elleri masanın üstünde yan yana, soluk mavi gözlerini oğluna dikmiş, dudaklarının hareketini izliyordu, daha iyi anlamak için. Seksen yaşındaydı ve dördüncü kez teste girecekti. Les, Doktor Trask’ın önerdiği metinleri okuyordu.

“Haydi,” dedi babasına, bu rakamlar dizisini tekrarla.

“Rakamlar dizisi,” dedi Tom duyduğu kelimeleri kavramaya çalışarak.

Ama artık onları yeterli hızla kavrayamıyordu. Kendi kendine tekrarladı: dizi… rakamlar dizisi… Sonunda kelimelere hakim oldu. Oğluna bakarak bekledi. Kısa bir sessizlikten sonra:

“Evet,” dedi sabırsızca.

“Baba sana ilk diziyi söyledim ama.”

“İyi!” Yine kelimeleri aradı.”Beni sıkıştırma istersen..”

Les yorgun bir tonla tekrarladı:

“Sekiz, beş, on bir, altı…”

İhtiyarın dudakları kıpırdadı. Beyninin paslı çarkı yavaşça dönmeye başlamıştı.

“Sekiz, beş, ‘Hafif bir tül gözlerinin önünden geçti’ on bir… altı ‘Bir iç çekişle bitirmişti’.

İhtiyar gururla doğruldu. Evet bu iyi, hem de çok iyi diye düşündü. Ertesi gün onu alamayacaklardı. Onların can alan yasasına karşı o haklı çıkacaktı. Dudaklarında bir gülümseme dolaştı. Masanın beyaz örtüsü üzerindeki iki eli birbirine kavuştu.

“Nasıl?” diye sordu, bir şeyler söylemekte olan Les’in üzerinde bakışını yoğunlaştırarak. “Daha yüksek konuş −sesi titriyordu− sana daha yüksek diyorum.”

“Sana yeni bir dizi veriyorum,” dedi Les sakince. Dinle, yeniden okuyorum. Tom öne doğru eğildi, dinlemeye zorlanarak.

“Dokuz, iki, on altı, yedi, üç.”

Tom boğazını temizledi. “Biraz hızlı okudun,” dedi.

Gerçekten anlamamıştı. Bu kadar uzun bir sıra rakamın akılda tutulması nasıl beklenebilirdi ki! Neredeyse kızacaktı. Ama Les diziyi bir kez daha okudu.

“Ne dedin? Nasıl?”

“Baba, seni deneyecek olan kişi rakamları benden daha hızlı okuyacak!”

“Biliyorum, çok iyi biliyorum.” dedi Tom sertçe. “Ama beni rahat bırak!” “Bu yaptığımız test değil sadece bir çalışma, bir alıştırma. Öğreneceğim bu, bu test…” durakladı, oğluna ve aklına gelmeyen kelimelere karşı öfkeliydi.

Les omuzlarını silkti ve yeniden yavaşça okudu:

“Dokuz. iki, on altı, yedi, üç.”

“Dokuz, iki, altı, yedi.”

“Baba on altı yedi.”

“Ben de öyle dedim.”

Les gözlerini pekiyi anlamında kapattı.

Baba kısaca sordu: “Bana bir dizi daha okuyacak mısın?”

Les yeni rakamları okudu. Sonra da onları titreyerek tekrarlayan babasını dinlerken salona, Terry’ye doğru baktı. Terry oturduğu yerde yüz hatları ifadesiz dikiş dikiyordu. Radyoyu kapatmıştı. Rakamları şaşıran ihtiyarı dinlediği belliydi. ‘Tamam tamam…’ Les içinden eşine söyleniyordu. ‘Yaşlı olduğunu, kimseye faydası kalmadığını biliyorum. Bütün bunları yüzüne mi vurayım? Sen de ben de biliyoruz ki başaramayacak. Hiç olmazsa bu küçük aldatmacaya izin ver. Yarın karar günü. Beni babamın kalbini kırmaya zorlama. Bırak da bu akşam rahat uyusun.’

“Sanırım tamam?” Les babasının gergin sesini duyarak ona döndü.

“Evet, tamam.” dedi çabucak. İhtiyarın dudaklarının ucunda beliren gülümsemeyi görünce kendini suçlu hissetti. Onu aldatıyorum, diye üzüldü.

“Şimdi başka bir şey deneyelim.” Bu, yine babasının sesiydi. Hızla sayfaları karıştırırken hangisi onun için kolay olur, diye düşünüyordu.

“Haydi ilerleyelim Leslie,” dedi babası telaşlı bir sesle. Kaybedecek zamanımız yok!” Sayfaları karıştıran oğluna baktı. Yumruklarını sıkarak: “İlerlememiz gerek,” dedi.

Les bir kalem alıp babasına uzattı. Beyaz bir kağıda çizili bir santim çapındaki daireyi işaret ederek:

“Kalemin ucunu bunun üzerinde havada üç dakika tutacaksın.” dedi.

Birden zor bir deney seçmiş olmaktan korktu. Babasının çok kez ceketinin düğmelerini iliklerken ellerinin titrediğini

görmüştü. Boğazı düğümlenmiş bir halde saatini çıkararak baktı ve babasına işaret etti. Tom derin bir nefes aldı. Kağıdın üzerine eğilerek parmakları arasında titreyen kalemi dairenin üzerinde tutmaya çalıştı. Les onun dirseğiyle destek aldığını gördü. Buna test sırasında izin verilmezdi. Ama sustu. Yüzü zaten fark edilmeyen rengini tamamen kaybetmişti. Yanak damarlarındaki minik kırılmalar açıkça görülüyordu. Les bu kuru, kırışık yüze dikkatle baktı.

Seksen yaş, dedi kendi kendine. Seksen yıllık biri ne düşünebilir ki? Yavaşça bir kez daha Terry’ye döndü. Kısa bir an göz göze geldiler. İfadesiz, hiçbir mimik yapmadan öylece birbirlerine baktılar. Ve Terry dikiş dikmeye koyuldu.

“Sanırım üç dakika doldu.” dedi Tom gergin bir sesle.

Les saatine baktı. “Bir buçuk dakika baba,” dedi.

“Saatine iyi bak tanrı aşkına,” dedi babası. “Bu yaptığımız bir test, bir… bir., oyun değil” (kalem daireden uzakta sallanıyordu).

Les yerini durmadan değiştiren kalemin ucuna bakıyordu. Ne işe yaramaz anlamı olmayan şeylerdi yaptıkları. Hiç bir şey babasının hayatını kurtaramazdı. Ve o olmayacaktı, babasının testleri üzerine siyah damgayla o uğursuz kelimeyi basacak olan: Reddedilmiştir. Kararı açıklayacak olan da o olmayacaktı. Kalem yeniden dairenin üzerinde sallanarak pozisyonunu aldı. Yaşlı adam dirseğini masanın üstünde hafifçe kaydırmıştı. Bu hareketi bir müfettişin önünde ona bu deneyin bütün puanlarını kaybettirirdi. İhtiyar aniden öfkelendi:

“Bu saat geri kalıyor.”

Les nefesini tuttu, saatine baktı: iki buçuk dakika. “Üç dakika tamam,” dedi.

Tom hiddetle kalemi fırlattı. “Şuna bak,” dedi, “Ne aptalca bir deney. Bu bir şey kanıtlamaz, hiçbir şey!”

“Para ile de bir deneme yapalım mı baba?”

“Bu sonraki deney mi?” diye sordu, ve kağıt tomara kuşkuyla baktı.

“Evet,” dedi Les, sonra birden atıldı: “Ama bundan önce bir başkası var: Saati okumak. Babasının iyi göremediğini biliyordu. Gözlük takmayı hiçbir zaman istememişti. Les bu deneyin daha kolay olacağını düşünmüştü.

“Yine aptalca bir soru. Neden sorulur ki?” Sinirli bir el hareketiyle saati kaptı, kadrana baktı, sonra küçümser bir tonla:

“On buçuk.” dedi.

Les kontrol edemediği bir refleksle: “Ama on bir buçuk baba,” deyiverdi ve babasına tokat atmış gibi bir duyguya kapıldı. Yaşlı adam saati alıp dikkatle baktı, dudakları sıkılı.

“Demek istediğim de bu zaten,” dedi Tom kaskatı. Ağzımdan kaçtı. Gerçekten de on bir buçuk. Kim olsa görürdü. Ama saatin çok eskimiş. Rakamlar da birbirine yakın. Bir de şuna bak. Yeleğinin cebinden koca altın saatini çıkardı.

“Bu bir saat,” dedi gururla. Zamanı daima tam olarak gösterir, hem de… hem de… altmış yıldan beri. Bu bir saattir, gerçek bir saat.”

Oğlunun saatini küçümsemeyle havaya fırlatıverdi. Saat, camı üstüne düşüp, kırıldı. Kendi saatinin kapağını dikkatle açtı. Kapağın arkasında Mary’nin portresi ortaya çıktı. Sarı saçların çevrelediği tüm güzelliği içinde otuz yaşındaki Mary görülüyordu. Tanrıya şükür ki o, testten geçmek zorunda değildi. En azından bundan kurtulmuştu. Mary’nin elli yedi yaşındayken uğradığı o ölümcül kazanın aslında mutlu bir olay olduğunu Tom asla düşünemezdi. Ama bu testlerden önceydi. Kapağını kapatarak saatini cebine koydu.

“Saatini bu gece bana bırak,” dedi acıklı bir sesle. Ona bir cam, iyi bir cam taktıracağım yarın.”

“Aldırma baba, eski bir saatti.”

“Aldırma, aldırma. Hayır, onu bana bırakacaksın İyi bir kristal taktırıp getireceğim. Kırılmaz, çizilmez bir kristal.”

Les soruları kağıt paralar üzerine çevirdi. “Dört kişi beş dolarlık bir bilet alırsa her biri ne kadar ödemeli? Eğer yüz dolarla yirmi altı dolarlık alış veriş yaparsan sana ne kadar geri verilmelidir?”

Yanıtlar yazılı olmak zorundaydı. Les geçen zamanı tutuyordu. Ev sakin, sessiz ve ılıktı. Her şey normal, olağan halinde görünüyordu. Üçü de oradaydı. Baba, oğul masaya oturmuş, Terry dikişinin başında. Bununla birlikte her şey korku vericiydi. Hayat alışılmış akışında devam ediyordu. Kimse ölümden söz etmiyor, günler gelip geçiyordu. Yönetim, kişileri mektupla çağırıyordu. Testler uygulanacak, kaybedenler yeniden davet edileceklerdi: İğne için. Yasa mükemmel çalışıyor, ölüm oranı değişmiyordu. Nüfus patlamasının önüne geçilmişti. Her şey resmi bir şekilde yapılıyordu. Ne bir gözyaşı ne bir yakınma. Ama yine de ölecek olanlar sevilen kimselerdi.

“Saate bakmayı kes,” dedi babası.”Sorulara sen bu saate bakmasan da cevap verecek yetenekteyim.”

“Ama baba deneyler için zaman da önemli.”

“Ve sen bir deney uzmanı değilsin.” dedi Tom öfkeyle.

“Bu senin deneyin baba. benim değil!” Les’in sesi bağırır gibiydi. Kızgınlıktan yanakları kızarmıştı.

“İyi, benim deneyim, benim deneyim. İkiniz de orada durmuş bakıyor… beni… pusuya yatmış…”

Kelimeler yerlerini bulmuyordu. Kızgınlıktan kekeliyordu.

“Baba, bağırmasan olmaz mı?”

“Ben bağırmıyorum!”

Terry araya girdi: “Baba, çocuklar uyuyor.”

Tom birden oturduğu yerde doğruldu. Kalem gevşeyen parmaklarından kayıp masanın üzerinde yuvarlandı. Tüm bedeni sarsılıyordu. Les sakinleşmeye çalıştı.

“Baba devam etmek ister misin?”

“Daha da bir şey istemiyorum.” dedi Tom kendisiyle konuşur gibi.”Hayattan hiçbir şey beklemiyorum!”

“Devam ediyor muyuz?”

“Eğer zamanını almıyorsam,” dedi babası bıkkın ve gücenmiş bir tonla.

Les test kitabının sayfalarını karıştırdı. Psikolojik sorular? Hayır onları soramazdı. Hem seksen yaşındaki babasından seks hakkındaki görüşlerini nasıl isteyebilirdi.

“Evet?” Babası sesini yükseltmişti.

“Sanırım başka önemli bir şey yok. Zaten birkaç saattir çalışıyoruz.”

“Ya karıştırıp durduğun o sayfalar?”

“Onların çoğu fiziksel şeyler hakkında.”

Babasının dudaklarının yeniden büzüldüğünü gördü. İtirazda bulunacağından korkmuştu ki, o mırıldanmakla yetindi:

“İyi evlat, iyi.”

“Baba sen…” Les’in sesi boğazında düğümlendi. Söyleyecek bir şey kalmamıştı. Tom, Doktor Trask’ın daha önce de üç kez yapılmış olan bu testi artık imzalayamayacağını çok iyi biliyordu. Les daima çekingen ve alçak gönüllü olan babasının soyunduğunu ve kendisini doktorlara gösterdiğini kafasında canlandırdı. İyice incelenecek, aletlerle muayene edilecek ve sert sorular yöneltilecekti. Tekrar giyindiğinde gözetlenip giyiniş tarzının rapor edilmesinden ürkecekti. Bütün bir güne yayılmış olan bu muayene sırasında öğle yemeği için ara verildiğinde gideceği kantinde çatalını, kaşığını elinden düşürmesi, bardağını çarpması ya da gömleğini lekelemesi bile gözlenir diye korku içinde kalacaktı.

“Senden adını ve adresini yazman istenecek,” dedi Les. Babasının, yazısından gurur duyduğunu biliyordu. Böylece psikolojik soruları unutturmak istemişti.

Yaşlı adam kalemi alıp yazmaya koyuldu. Beyaz sayfanın üstünde son derece düzgün harfler belirmeye başladı:

‘Bay Thomas Parker 2719 Brighton Sokağı Blairtown, New York.’

“Tarihi unutmamalısın,” dedi Les.

Tom ekledi: ’17 Ocak 2013′.

Les buz gibi bir soğuğun tüm bedenini sarmaladığını hissetti. Ertesi gün test günüydü. Yan yana uzanmışlardı yatakta. Ama uyumuyorlardı. Soyunurken de pek konuşmamışlardı. Les iyi geceler demek için eşine doğru eğildiğinde o anlamadığı bir şeyler mırıldandı. Ve derin bir iç çekmesiyle yatağına uzanırken ona baktı. Eşi karanlıkta gözlerini açtı. Bakışları birbiriyle karşılaşınca hafifçe sordu:

“Uyuyor musun?”

“Hayır.”

Başka da bir şey söylemedi. Onun başlamasını bekledi. Uzun bir sessizlik oldu. Sonra yine Les konuştu:

“Ah işte, sanırım bu… böyle,” diyebildi zayıf bir sesle.

Terry eşine, cevap vermedi. Ama az sonra sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi, “Mümkün olabilir mi?” dedi.

Les onun ne demek istediğini anlamıştı. “Hayır,” dedi. “Başaramayacak.”

Terry’nin zorlukla yutkunduğunu duydu. ‘Bir şey söyleme, aynı şeyi on beş yıldır öngördüğünü bana söyleme. Bütün bunları zaten biliyorum,’ diye düşündü.

Birden, ‘keşke‘ diye geçirdi içinden, birkaç yıl önce bir nakil talebinde bulunmuş olsaydı. Gerçekten de Tom’dan kurtulmaları gerekti. Hem çocukların hem de kendilerinin iyiliği için. Ama hayırsız evlat durumuna düşmeden bunu nasıl hayata geçirebilirlerdi. Öyle şeyler vardır ki söylenemez. ‘Umarım başaramaz ve öldürülür!‘ Bununla birlikle her şey aslında hipokratik bir formülün uygulanmasından başka bir şey değildi.

Yetersiz ürün, tehdit altındaki yaşam, karneye bağlanma uyarısı ve halk sağlığı için tehlike gibi bahaneler bilimsel formüllerle kullanılmış yasa inandırıcı hale getirilmişti. ‘Kuşkusuz bunlar yalan‘, diye düşünüyordu Les, ‘Temeli olmayan koskoca yalan.‘ Eğer yasa kabul edilmişse bu insanların kendi başlarına kalmak, kendi hayatlarını yaşamak istemelerindendi.

“Les, ya geçerse?”

“Bilemiyorum!”

“Bilmen gerekir.”

Karanlıkta Terry’nin sesi çok kararlı çıkmıştı, sabrının sonundaki birinin sesi gibi.

“Sevgilim, lütfen ısrar etme.”

“Les, eğer testi geçerse bu beş yıl daha demektir. Bunun anlamını düşündün mü?”

“Kazanamaz!”

“Ama ya kazanırsa?”

“Bu akşam denediğimiz dört sorunun üçünü yapamadı. Artık iyi duyamıyor, iyi göremiyor. Kalbi de zayıf.” Şilteyi ümitsizce yumrukladı.

“Doktor muayenesinden geçemez!”

Ve kendisinden nefret etti, babasının mahkum olacağını bu kadar rahat söyleyebildiği için. Keşke geçmişi unutabilse, faydasız varlığı ile kendi hayatlarını çekilmez hale getirdiğini görmeseydi. Ama artık bitmiş olan bu yaşlı adamın bir zamanlar o kadar sevip saydığı kendi öz babası olduğunu unutmak o kadar zordu ki. Kırlardaki gezintileri, pikniklerdeki neşeli bağırışları, sabahları erkenden balığa çıkmaları, akşamın uzun konuşmaları ve geçmişte babasıyla paylaştığı her şeyi unutmak…

İşte bu yüzden nakil talebinde bulunmamıştı. Aslında bu sadece bir form doldurmaktan ibaretti. Her beş yılda bir teste girmesini beklemek ona çok daha sade gelmişti, on beş yıl boyunca. Oysa böyle bir form doldurmak babasının ölümünü imzalamak, yönetimden onun hurdaya çıkmış araba gibi bir köşeye atılmasını istemek demekti. Ve bu akşam, babasının seksen yaşında olduğu bir anda, tüm ahlak anlayışlarına ve tüm dinsel eğitimlerine karşın Terry ve o müthiş korkuyorlardı. Tom’un testi başarıp beş yıl daha onlarla birlikte yaşamasından. Beş yeni yıl ev içinde sendeleyerek yürümek, daima yolları önüne çıkıp engel olmak, eşyaları elinden düşürüp kırmak, yardım beklemek kısaca hayatlarını çekilmez yapmak…

“Uyumalısın,” dedi Terry..

Denedi, ama uykusu yoktu. Uzanmış halde karanlığa bakıyordu. Bir çözüm bulmalıydı ve çözüm görünmüyordu. Saat altıyı çaldı. Les sekizden önce kalkmak zorunda değildi ama babasının evden çıkışında hazır bulunmak istiyordu. Yataktan kayarak indi. Terry’yi uyandırmamaya özen göstererek giyindi. Terry uyanmıştı ve başını kımıldatmadan onu izliyordu. Bir an sonra dirseğine dayanarak doğruldu, ona uykulu gözlerle baktı.

“Kalkıp kahvaltını hazırlayayım.”

“Uyumana bak, ben hallederim.”

“Kalkmamı gerçekten istemiyor musun?”

“Merak etme sevgilim. Dinlenirsen daha sevinirim.

Yeniden uzandı ve Les yüzünü görmesin diye öbür tarafa döndü. Sessizce ağlıyordu, nedenini bilmeden. Test yüzünden babanın gittiğini görmek istememişti. Ağlamasını durduramıyordu. Yapabileceği tek şey odanın kapısı kapanıncaya kadar kımıldamamaktı. Sadece omuzları titriyordu. Sonunda varlığının derinlerinden gelen bir hıçkırık bu sessizliği bozdu.

Les babasının odası önünden geçtiğinde kapının açık olduğunu gördü ve bir bakış attı. Tom yatağa oturmuş, öne eğilerek ayakkabılarını bağlıyordu. Ellerinin titrediğini gördü.

“İyi misin baba,” dedi Les.

Tom gözlerini sürprizle kaldırdı. “Sen bu saatte ne yapıyorsun?”

“Kahvaltıyı seninle birlikte yapmak istedim.”

Kısa bir an birbirlerine baktılar sessizce. Sonra baba ayakkabılarım bağlamaya koyuldu ve “Gerekli değil,” dedi.

“İyi ama sanırım ben de bir şeyler yiyebilirim.” Les babasının cevabından kaçınmak için uzaklaştı.

“Ah! Leslie. Saatini bırakmayı unutma. Bugün saatçinin önünden geçerken ona kristal bir cam taktırmak istiyorum, bir daha kırılmayacak cinsten.”

“Baba bu eski bir saat, bir değeri yok ki!”

Tom hafifçe başını kaldırdı, zayıf eliyle belirsiz bir hareket yaptı.

“Önemi yok,” dedi. “Ben öyle istiyorum.”

“Tamam, mutfak masasının üstüne bırakıyorum.”

Baba yerinden doğruldu ve oğluna sabit gözlerle baktı. Sonra sanki kaybedecek zamanı kalmamış gibi aniden ayakkabılarına eğildi. Les bir an babasının gri saçlarına, titreyen parmaklarına baktı ve sonra uzaklaştı. Camı kırık saat hala salondaki masada duruyordu. Onu alıp mutfak masasına bıraktı. Babası bütün gece bunu düşünmüş olmalıydı. Yoksa birdenbire hatırlamazdı. Kahve makinesine taze su koyup düğmesini çevirdi, iki yumurta kırıp karıştırdı ve iki bardak portakal suyu doldurarak yerine oturdu.

On dakika sonra babası göründü. Koyu mavi takımını giymişti. Ayakkabıları özenle parlatılmış, saçları dikkatle taranmıştı. Hem bakımlı hem de yaşlı bir havası vardı.

“Otur baba,” dedi Les, “Sana servis yapacağım.”

“Sakat değilim, boşuna yorulma!”

Les gülümsemek için kendini zorladı. “Yumurtaları kızarttım.”

“Aç değilim!”

“Ama yemen gerek, hem de iyi yemen. Gıdanı almalısın.”

“Hiçbir zaman gereksiz yemeğe ihtiyacım olmadı,” dedi Tom sırtını dönerek. “Hem fazla yemek mideye zarar.”

Les gözlerini kapattı ümitsizce. Kendi kendine ‘Neden kalktım ki? İşte bu dayanılmaz, her şey bu tartışma ile bitti‘ diye düşünürken hemen sonra kendini toparladı.

“İyi uyuyabildin mi baba?”

“Hem de çok iyi. Ben her zaman deliksiz uyurum. Belki de benim uyuyamayacağımı sandın. Bunun…” Aniden konuyu değiştirip sert bir sesle sordu:

“Saat nerede?”

Les içini çekti. Kendisini yorgun hissediyordu. Saati uzattı. İhtiyar canlı adımlarla yaklaşıp oğlunun elinden aldı. Ve gözlerini ona dikti. Dudaklarını buruşturarak:

“Çalışma değil, yutturmaca.” dedi. Saati özenle yelek cebine yerleştirdi. “Kristal bir cam taktıracağım, kırılmaz bir cam.”

Les onayladı, “Çok hoş olacak.”

Kahve hazırdı. Les iki fincanı da doldurdu, sonra ayağa kalkıp otomatiği kapattı. Yumurta yemeye hevesi kalmamıştı. Masaya oturdu. Babası ciddi bir yüzle ona bakıyordu. Bir yudum içti. Kızgın kahve boğazını yaktı ve ağzına acı bir tat yayıldı. Bu sabah hiçbir şeyden tat alamayacağını biliyordu. Sessizliği bozmak için sordu:

“Randevun saat kaçta?”

“Dokuzda!”

“Götürmemi gerçekten mi istemiyorsun?”

“Gerçekten istemiyorum. Hava treni bana çok uygun. Gideceğim yere vaktinden önce varıyor.”

“Sen bilirsin baba.”

Les kahve fincanına baktı. Konuşmalıyım, diye düşündü. Söyleyecek bir şeyler aradı, bulamadı. Elle tutulur gibi yoğun bir sessizlik sürerken, Tom kahvesini küçük yudumlarla içiyordu. Les diliyle dudaklarını yaladı. Sinirliydi. Titrediğini hissetti. Konuşmalıydılar, her şeyden, arabalardan, hava treninden, testten. Günün sonunda Tom’un ölüme mahkum edileceğini her ikisinin de bilmesine rağmen. Uyanıp kalktığına pişman oldu. Kalktığında babasının çıkmış olması çok daha iyi olacaktı. Böylece her şey sona erecekti.

İsterdi ki, bir sabah uyandığında babasının odasını boş bulsun, elbiseleri, siyah ayakkabıları, çorapları, mendilleri, tıraş takımları, bir yaşama işaret eden her şey kaybolmuş olsun. Ama hayatın akışı böyle olamazdı. Tom’un kaybetmesinden sonra birkaç hafta daha geçecek sonra davet mektubu gelecekti. Ve hüküm gününden önce yaklaşık iki hafta daha akıp gidecekti. Sonunda şu korkunç gelişme yaşanacaktı:

Atılacak ve verilecek şeylerle ayrı ayrı hazırlanacak, koliler yapılacak konuşmalar ve nihayet son yemek. Yönetim Merkezi’ne arabayla uzun bir yolculuk. Sonra birlikte binilecek asansör, sessiz ama hafif bir uğultuyla çalışacak asansör… Tanrım!..

“Galiba ağlayacağım,” diye düşündü. Ama gözlerini kaldırıp ayakta duran babasına bakınca içini bir korku kapladı.

“Çıkıyorum,” dedi Tom.

Les duvardaki saate baktı. “Daha yedi olmadı. O kadar uzakta değil ki!”

“Erken gitmek daima iyidir,” dedi babası kısaca.

“Ama şehre inmek bir saat bile sürmez!”

“Önemi yok!”

“Ama hiçbir şey yemedin.”

“Sabahları fazla yemem zaten…”

Les gerisini duyamadı. Paniğe kapılmıştı sanki. Babasının boynuna atılmak, onu kolları arasına almak, teste gitmemesini, onu çok sevdiklerini, çok iyi bakacaklarını yüzüne haykırmak istedi ama yerinden kımıldayamadı. Korku dalgaları içinde oturduğu yerde babasına bakakaldı. Bir kelime bile söyleyemedi. Tom mutfak kapısına gidip durgun bir sesle, “Akşama, Leslie, ” dediğinde bile.

Kapanan kapının sürüklediği hava Les’in yanaklarını okşadı. Ürperdi. Birden ayağa kalkıp hızla mutfak kapısını açtı ve antrede babasının evden çıkmak üzere olduğunu gördü.

“Baba!”

Tom, eli kapıda durdu. Les babasının yanına gelip gülümsemeye çalıştı.

“Bol şans baba,” dedi. Akşama…” Sözlerini sürdürecekti, “Seni sabırsızlıkla bekleyeceğim.” gibi şeylerle ama mümkün olmadı. Babası başıyla bir işaret yaptı, çok kısa, çok soylu bir işaret, sanki bir yabancıya verilmiş bir nezaket selamı gibi. Ve:

“Mersi,” diyerek çıktı.

Ve Les, babası bir daha eve gelmeyecekmiş gibi bir hisse kapıldı. Pencereye koşup baktığında yaşlı adamın basamaklardan yavaşça bahçeye indiğini ve yaya yoluna çıkıp sola döndüğünü gördü. Onu bakışlarıyla caddeye sapıncaya kadar izledi. İhtiyar omuzlarını dikleştirdi ve sabahın yarı aydınlığında kendinden emin canlı adımlarla uzaklaştı. Les bir an yağmur yağdığını sandı ama görüşünü engelleyen nem kendi dışında bir yerde değildi.

Büroya gitmedi. Telefon ederek hasta olduğunu bildirdi ve evde kaldı. Terry oğlanları hazırlayıp okula yolladı. Öğle yemeğinden sonra Les masanın toplanmasına ve bulaşıkların makineye yerleştirilmesine yardım etti. Günü garajda geçirdi ufak tefek şeylerle oyalanarak. Saat beşe doğru mutfağa gelip iki bardak bira içti Terry akşam yemeğini hazırlarken. Sonra salona geçip dolaşmaya başladı. Ara sıra durup pencereden bakıyordu. Tekrar mutfağa döndü.

“Nerede kaldı?” diye konuştu kendi kendine.

“Birazdan gelir,” dedi Terry.

Cevaba alındı. Huzursuzdu. Gidip bir duş aldı. Giyinirken saat altı olmuştu. Oğlanlar okuldan geldi ve hep birlikte masaya oturdular. Eşi bir yer de babası için ayırmıştı ama Les hiçbir şey yiyemedi. Küçük dilimlere böldüğü eti ve kızarmış patatesleri tabağında öylece kaldı. Zihni karmakarışıktı. Oğlu Jim’in sorusuyla kendine geldi.

“Ne diyordun?”

“Büyükbaba testi geçemezse bir ayı daha olacak değil mi?”

Jim’in sorusu beyninde çınladı: ‘Bir ayı daha olacak değil mi?’ “Neden bahsediyorsun sen?”

“Yurttaşlık kitabında deniyor ki, yaşlılar testi kaybettikten sonra bir ay daha yaşarlar; doğru değil mi?”

Tommy araya girdi: “Hayır doğru değil. Harry’nin büyükannesi daveti iki hafta sonra aldı.”

“Nereden biliyorsun?”

“Gördün mü?”

“Yeter!” dedi Les.

“Görmeme gerek yok! Harry söyledi.”

“Yeter dedim!”

İki oğlan afallamış, babalarının bembeyaz yüzüne baktılar. “Bunu şimdi konuşmamıza gerek yok,” dedi Les.

Akşam yemeği sessizlik içinde sona erdi. ‘Büyükbabanın ölümü onlara hiçbir şey ifade etmiyor,‘ dedi kendi kendine. ‘Hiçbir şey,’ çok gergindi. Giriş kapısı açılıp kapandığında saat yediye geliyordu. Les yerinden hızla kalkınca bardağı devrildi.

“Les, lütfen!”

Terry haklıydı. Bu telaşa gerek yoktu. Tekrar iskemlesine oturdu. Kalbi küt küt atıyordu. Yaşlı adamın salondan geçip merdivenleri tırmanan ayak seslerini duydu. Eşi tatlıyı masaya getirdiği sırada Les yerinden kalkarak merdivenlere doğru yürüdü. İlk basamağa adımını atacakken mutfak kapısı açıldı ve Terry emreden bir ses tonuyla:

“Les!” dedi. Sonra yaklaşarak ekledi: “Onu yalnız bırakmak daha iyi olur.”

“Ama ben…”

“Eğer başarsaydı mutfağa gelip söylerdi, daha önceleri olduğu gibi.

Derin sessizlikte birden yağmur damlalarının camları tıkırdattığı duyuldu. Uzun süre birbirlerine baktılar. Sonunda Les konuştu:

“Yukarı çıkıyorum.”

Merdivenlerden çıkarken Terry ona ümitsiz bir ifadeyle bakıyordu. Kapının önünde biraz bekledi, kendini toparlamak için. Sonra kapıyı yavaşça vurdu. Çok mutsuzdu. Yoksa onu kendi yalnızlığı içinde mi bırakmalıydı?Odada yatak üstünde bir hareket duyup soluğunu tuttu.

“Baba, benim.”

“Ne istiyorsun?

“Seni görebilir miyim?”

Önce bir sessizlik oldu, sonra babasının sesi geldi. “İyi.”

Onun yataktan kalktığını ve odada yürüdüğünü duydu. Buruşturulan bir takım kağıtların ve kapatılan bir çekmecenin çıkardığı sesleri fark etti. Sonunda kapı açıldı. Tom eski bornozunu giymişti, ayaklarında terlikleri vardı. Les sakin bir ses tonuyla sordu:

“İçeri girebilir miyim baba?”

Baba bir an tereddüt etli. sonra da, “Gir,” dedi. Ama bu bir davetten çok sanki, ‘burası senin evin, istersen girersin‘ demeye geliyordu. Babasına, ‘Seni rahatsız etmeye gelmedim. ‘ demek istedi. Ama kendisini içeride, halının ortasında ayakta bekler buldu.

“Otursana,” dedi babası.

Les babasının ceketini astığı iskemleye oturdu. Tom da bir iç çekmeyle yatağına ilişti. Bir zaman boyunca birbirlerine yabancı gibi baktılar, her biri diğerinin konuşmasını bekledi.

“Sanırım neler olduğunu bilmek istiyorsun.” dedi sonunda babası, kendisini kontrol etmeye çalışarak.

“Evet baba.”

Yaşlı adam başını gurur içinde kaldırıp oğlunu süzdü. Sonra:

“Oraya gitmedim,” dedi.

Les tüm gücünü kaybettiğini sandı. Kıpırdayamadan babasına bakıyordu. İhtiyar devam etti:

“Hiçbir zaman da gitme niyetim olmadı. Fizik testleri, mantık testleri ve Tanrı bilir daha neler. Bütün bu saçmalıklara neden razı olduğumu anlamadın. Oraya gitmeyi hiçbir zaman istemedim.” Sustu ve Les’e kızgın bir bakışla baktı, sanki oğlunun ‘haksızsın‘ demesini bekler gibi.

Ama Les bir kelime bile söyleyecek halde değildi. Zaman yavaşça aktı. Les kendini toparlamaya çalıştı.

“E… Ne yapacaksın?”

“Dert etme,” dedi babası. Yaşlı babanı dert etme. O kendisini idare etmeyi bilir.”

Birden Les’in aklına buruşturulan kağıtların ve kapanan çekmecenin çıkardığı sesler geldi. Az kalsın odayı araştıracaktı ama “İyi,” demekle yetindi.

“Şimdilik tasalanma,” dedi yumuşak bir sesle babası. Bu senin sorunun da değil!”

“Ama bu benim sorunum.” Les içinde yükselen kelimeleri duydu ama ağzını açamadı, bir şeyler onu engelliyordu.

“Artık dinlenmek istiyorum,” dedi Tom.

Ve Les göğsüne bir yumruk yemiş gibi oldu. ‘Artık dinlenmek istiyorum,‘ kelimeler kulaklarında çınlıyordu, yerinden kalktı. ‘Artık dinlenmek… ‘ Les kendisini kapıya doğru itilmiş gibi hissetti, başını çevirip babasına baktı.

“Hoşçakal,” dedi.

Babası gülümsedi. “İyi geceler Leslie.”

“Baba!” Yaşlı adamın eli kendi elini tutuyordu, kendininkinden daha sıkı daha sert. Onu yatıştırıyor, teskin ediyordu, eliyle. Daha sonra babası öbür eliyle de Les’in omuzunu okşadı.

“İyi geceler oğlum.”

O sırada birbirlerine çok yakındılar. Les babasının omuzu üzerinden eczanenin kağıt torbasını gördü. Top şeklinde katlanmış ve fark edilmesin diye odanın bir köşesine konulmuştu. Kendisini sahanlıkta buldu. Korku içinde, kapının kilitlendiğini duydu. Babası kapıyı kilitlemese bile tekrar içeri girmeye cesaret edemeyeceğini biliyordu. Her tarafı titreyerek uzun süre kapıya bakakaldı. Sonra inmeye koyuldu. Terry merdiven başında onu bekliyordu soran gözlerle. Yüzü kireç gibiydi.

“Oraya gitmemiş…”

Terry şaşkın, “Ama,” demek istedi.

“Eczaneye gitmiş,” dedi Les. “Odanın köşesinde duran torbayı gördüm. Onu benden gizlemek istemiş. Ama gördüm.” Yutkundu. Karısına baktı. “Eczacıya davet mektubunu göstermiş olmalı. O da hapları verdi. Hepsi bu.”

Birlikte salona girdiler, bir süre sessizce ayakta durdular. Yağmur camlara vurmaya devam ediyordu. Sonra Terry zor duyulur bir sesle sordu:

“Ne yapmamız gerekiyor?”

“Hiç,” dedi fısıltı halinde, “Hiç!”

Rahat nefes alamıyordu. Bir robot gibi mutfağa doğru yürüdü. Eşinin onu sarmalayan kolunu hissetti. Sanki sevgisini böyle ifade etmek istemişti. Ve bu sevgi asla kelimelerle ifade edilemezdi. Bütün gece mutfakta oturdular. Bir ara Terry oğlanları yatırdı, sonra geri döndü. Ve orada vakit geçirdiler, kahve içerek, ara sıra konuşarak, sadece kendilerini ilgilendiren şeylerden söz ederek. Gece yarısına doğru mutfaktan ayrıldılar.

Yukarı çıkmadan önce Les salonda, masanın üstünde saatini gördü; kristal cam takılmıştı, dokunamadı. Sahanlığa gelip yaşlı adamın kapısı önünden geçtiler. En ufak bir gürültü bile duyulmuyordu. Soyunup yatağa girdiler. Terry her akşam yaptığı gibi gece lambasını yaktı. Birkaç saat sonra uyuyabildiler.

Bütün gece boyunca ihtiyarın odası sessiz kaldı. Ve ertesi gün, bütün gün boyunca aynı sessizlik devam etti…

 

 

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da