Fantastik Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Yokyer” – Neil Gaiman

Yokyer

Yazar: Neil Gaiman
Orijinal Adı: Neverwhere
Çevirmen : Evrim Öncül
Sayfa Sayısı : 368
İthaki Yayınları – Haziran 2019

Genel İnceleme Puanı

 

Mythopoetic Yetişkin Fantastik Edebiyatı Ödülü Adayı

“Genç adam şunu anlamalısın: İki Londra var. Biri senin yaşadığın Yukarı Londra, diğeri de dünyanın yarıklarından düşen insanların meskeni olan Aşağı Londra, yani Aşağıtaraf. Artık sen de o insanlardan birisin. İyi geceler.”

Genç ve iyi kalpli Richard Mayhew’un sıradan hayatı, bir kaldırımda karşısına çıkan yaralı genç kızın hayatını kurtarmasıyla sonsuza dek değişir. Bu iyilik Richard’ı var olduğunu hayal bile etmediği bir dünyayla –şehrin altındaki terk edilmiş metro istasyonları ve kanalizasyonlarda gelişmiş karanlık bir yaşamla– tanıştırır. O artık, yarıklardan düşen insanların yaşadığı Aşağıtaraf’ın bir parçasıdır… ve eğer bildiği dünyaya dönmek istiyorsa, gölgelerin ve karanlığın, canavarların ve azizlerin, katillerin ve meleklerin şehrinde yaşamayı öğrenmek zorundadır…

“Gaiman, basitçe söylemek gerekirse, hikâyelerin hazine evi gibi ve biz de ona sahip olduğumuz için şanslıyız…”
–Stephen King

“Yokyer’i okurken çok keyif aldım. Şahane bir fantastik eser, harika bir espri anlayışına sahip. Neil Gaiman’ın neden bu kadar meşhur olduğunu anlıyorum. Şimdi diğer kitaplarını da okumam gerek.”
–Rick Riordan

 

Ön Okuma

Başından sonuna kadar bunu mümkün kıldığı için, arkadaşım ve meslektaşım Lenny Henry’ye, ve her şeyi güzel kıldığı için arkadaşım ve temsilcim Merrilee Heifetz’e.

 

St. John Koruluğu’na hiç gitmedim. Cesaret edemem.
Köknarların sayısız karanlığından, kan kırmızısı bir
kaseyle karşılaşmaktan ve Kartal kanatlarının taşıdığından korkuyor olmalıyım.
–The Napoleon of Notting Hill, G. K. Chesterton

Bir kez dahi verdiysen çorap ve ayakkabı
Her gece
Oturup giyebilirsin onları
İsa kucaklayacak ruhunu.
Bu gece, bu gece
Her gece
Aile ocağı ve mum ışığı
İsa kucaklayacak ruhunu.
Bir kez dahi verdiysen et ve içki
Her gece
Kavurmayacak ateşi seni
İsa kucaklayacak ruhunu.
–Ölüyü Beklerken (anonim)

GİRİŞ

Richard Mayhew Londra’ya gitmeden önceki gece kendini pek iyi hissetmiyordu. Akşama keyifli başlamıştı: Veda kartlarını okumaktan, tanıdığı, çok da çekici olmayan birkaç genç hanımla kucaklaşmaktan keyif almıştı; Londra’nın kötülükleri ve tehlikelerine dair uyarıları dinlemek, arkadaşlarının kendi aralarında para toplayarak aldığı, üstünde Londra Metrosu’nun haritasının bulunduğu beyaz şemsiyeyi kabul etmek hoşuna gitmişti, ilk birkaç bardak biranın keyfini çıkarmış, ama sonra art arda içtiği her bardakla kendini çok daha az iyi hissetmeye başlamıştı ve şimdi de küçük bir İskoç kasabasındaki birahanenin önündeki kaldırımda oturmuş, titriyordu; kusmanın ve kusmamanın göreceli avantajlarını tartıyor ve kendini hiç iyi hissetmiyordu.

Birahanede ise, Richard’ın arkadaşları onun yaklaşan yolculuğunu, Richard’a göre kötü niyetli bir eğilim kazanmaya başlayan bir coşkuyla kutlamaya devam ediyorlardı. Richard kaldırımda oturmuş, kapalı şemsiyeyi sıkıca tutuyor ve güneye, Londra’ya gitmenin iyi bir fikir olup olmadığını merak ediyordu.

“Gözünü dört aç,” dedi çatallı, yaşlı bir ses.
“Kaşla göz arasında tepelerler seni. Ya da dolandırırlar. Hiç şaşmam.” İki keskin göz, gaga burunlu, pis bir surattan dikkatle ona bakıyordu.
“Sen iyi misin?”
“İyiyim, teşekkür ederim,” dedi Richard.

Temiz yüzlü, çocuksu bir genç adamdı; koyu renk, hafif dalgalı saçları ve büyük, ela gözleri vardı. Yeni uykudan kalkmış gibi, darmadağın bir hali vardı, ki bu onu karşı cins için, kendisinin anlayabileceğinden ya da inanabileceğinden daha etkileyici kılıyordu.bKadının pis suratı yumuşadı.

“Al bakalım, zavallıcık,” dedi kadın ve Richard’ın eline elli peni tutuşturdu.
“Ee, ne zaman düştün sokaklara?”
“Ben evsiz değilim,” diye açıkladı Richard utanmış bir tavırla, yaşlı kadına bozuk parayı geri vermeye çalışarak.
“Lütfen… paranızı alın. Ben iyiyim. Biraz hava almak için dışarı çıkmıştım. Yarın Londra’ya gidiyorum.”

Kadın Richard’a şüpheyle baktı, sonra elli peniyi geri alıp, sarındığı palto ve şal tabakalarının altında gözden kaybetti.

”Londra’ya gitmişliğim var,” diye sırrını açıkladı. “Londra’ya evlendim, Ama adam beş para etmezdi. Annem dışarıya evlenmemem gerektiğini söylediydi; şimdi inanmazsın ama, o zamanlar genç ve güzeldim, Ve yüreğimin peşine gittim.”
“Eminim öyledir,” dedi Richard. Kusmak üzere olduğu fikri yavaş yavaş etkisini yitirmeye başlıyordu.
“Ne işime yaradıysa. Benim de evsiz kaldığım oldu, onun için nasıl olduğunu bilirim,” dedi yaşlı kadın. “O yüzden senin de öyle olduğunu sandım. Londra’ya ne demeye gidiyorsun?”

“İş buldum,” dedi Richard gururla.
“Ne işi?” dedi kadın.
“Mımm, menkul kıymetler.”
“Ben dansçıydım,” dedi yaşlı kadın ve akortsuz bir şekilde kendi kendine mırıldanarak kaldırımda beceriksizce dans etti. Sonra, durmak üzere olan dönen bir topaç misali bir o yana bir bu yana yalpaladı ve sonunda Richard’a dönerek durdu. “Elini uzat da,” dedi, “falına bakayım.”

Richard söyleneni yaptı. Kadın yaşlı elini onunkine koyup sıkıca tuttu. Ardından, yuttuğu farenin midesinde duruma itiraz ettiğini hissetmeye başlamış bir baykuş gibi, birkaç kez gözlerini kırpıştırdı.

“Uzun bir yola gideceksin…” dedi kadın kafası karışmış bir halde.
“Londra,” dedi Richard.
“Yalnızca Londra değil…” Yaşlı kadın duraksadı. “Bildiğim Londra’ya değil.”

O anda hafif hafif yağmur atıştırmaya başladı. “Üzgünüm,” dedi.
“Kapılarla başlıyor.”
“Kapılar mı?”
Kadın başıyla onayladı. Yağmur hızlandı, çatılarda ve asfaltta patırtılar çıkarıyordu.
“Senin yerinde olsam, kapılara dikkat ederdim.”

Richard biraz sarsakça ayağa kalktı. “Peki,” dedi böyle bir bilgi karşısında nasıl davranması gerektiğinden emin olamayarak. “Dikkat edeceğim. Teşekkürler.” Birahanenin kapısı açıldı ve sokağa ışıkla gürültü yayıldı.

“Richard? Sen iyi misin?”
“Evet, iyiyim. Birazdan geliyorum.”

Yaşlı kadın şakır şakır yağan yağmurun altında ıslanarak, yalpalaya yalpalaya uzaklaşmaya başlamıştı bile. Richard onun için bir şeyler yapması gerektiğini hissediyordu; gerçi ona para veremezdi. Dar sokakta aceleyle arkasından gitti, soğuk yağmur yüzünü ve saçlarını sırılsıklam ediyordu. “Buyrun,” dedi Richard.

Şemsiyeyi açmaya yarayan düğmeyi bulmaya çalışarak şemsiyenin sapını yokluyordu. Sonra çıt diye bir ses geldi ve şemsiye Londra Metrosu ağına ait kocaman, beyaz bir haritaya dönüştü; her hat farklı renklendirilmiş ve her durak işaretlenip isimlendirilmişti. Yaşlı kadın minnetle şemsiyeyi aldı ve gülümseyerek teşekkürlerini sundu,

“İyi bir kalbin var,” dedi Richard’a. “Bazen, nereye gidersen git, güvende olman için bu yeterlidir.”
Sonra başını iki yana salladı. “Ama çoğu zaman yetmez.”

Ani bir rüzgar şemsiyeyi onun ellerinden alacakmış ya da ters yüz edecekmiş gibi esince, kadın şemsiyeyi sıkı sıkı tuttu. Kollarıyla onu sarmalayıp yağmur ve rüzgara karşı neredeyse iki büklüm olarak eğildi. Sonra da, üstünde Londra Metrosu duraklarının isimlerinin -Earl’s Court, Marble Arch, Blackfriars, White City, Victoria, Angel, Oxford Circus…- yazılı olduğu yuvarlak, beyaz bir şekil halinde, yağmurun ve gecenin içine doğru uzaklaştı.

Richard sarhoşlukla, Oxford Circus’ta gerçekten bir sirk olup olmadığını düşünüyordu: palyaçoların, güzel kadınların ve tehlikeli hayvanların olduğu gerçek bir sirk. Birahanenin kapısı bir kez daha açıldı: Az önce birahanedeki ses ayarı yükseltilmiş gibi, bir ses patlaması geldi.

“Richard, seni aptal, bu lanet parti senin ve sen tüm eğlenceyi kaçırıyorsun.” Richard birahaneye geri döndü, tüm o tuhaflık sırasında kusma isteği kaybolmuştu.

“Boğulmuş bir fare gibi görünüyorsun,” dedi birisi.
“Sen hiç boğulmuş fare görmemişsin,” dedi Richard.
Başka biri ona büyük bir bardak viski uzattı.
“Al, midene indir şunu. İçini ısıtır. Biliyorsun, Londra’da hakiki İskoç viskisi bulamazsın.”
“Eminim bulurum,” diye iç geçirdi Richard. Saçından içkisine su damlıyordu. “Londra’da her şey var.” Viskiyi midesine indirdi ve ardından başka biri ona bir tane daha viski aldı. Ve akşam bulanıklaşıp bölük pörçük oldu: Sonrasında hatırladığı tek şey, küçük ve makul -anlaşılır gelen- bir yerden ayrılıp, kocaman ve eski -anlaşılır gelmeyen- bir yere gitmek üzere olduğu hissi; sabaha karşı, yağmur suyuyla dolu bir oluğa durmamacasına kustuğu; küçük, yuvarlak bir böceğe benzeyen, tuhaf renkli sembollerle bezenmiş beyaz bir şeklin yağmurda uzaklaşmasıydı.

Richard ertesi sabah, güneye yapacağı altı saatlik yolculuğun ardından kendisini tuhaf, gotik kuleleri ve kemerleri olan St. Pancras Garı’na bırakacak trene bindi. Annesi ona yolluk olarak cevizli kek ile bir termos çay vermişti ve Richard Mayhew, kendini berbat hissederek, Londra’ya gitti.

BİR

Kız dört gündür koşuyordu, geçitlerin ve tünellerin içinde bilinçsizce, düşe kalka bir kaçıştı bu. Aç ve bitkindi, bir insanın kaldırabileceğinden daha yorgundu, ve peş peşe gelen kapıları açmak gittikçe zorlaşıyordu. Dört günlük kaçışın ardından bir gizlenme yeri bulmuştu, güvende olabileceği ya da öyle olması için dua ettiği, dünyanın altında ufak, taş bir oyuk. Ve nihayet uykuya daldı. Bay Croup, Ross’u Westminster Manastırı’nda kurulan son Seyyar Pazar’da tutmuştu.

“Onu bir kanarya olarak düşün,” dedi Bay Croup Bay Vandemar’a.
“Şakıyor mu?” diye sordu Bay Vandemar.
“Sanmam; bundan içtenlikle ve kesinlikle kuşkuluyum.” Bay Croup elini düz, cansız, turuncu rengi saçından geçirdi. ”Hayır, sevgili dostum, mecazi olarak düşünüyordum daha ziyade, madenlere götürülen kuşları kastediyorum.”

Bay Vandemar evet dercesine başını salladı, yavaş yavaş idrak etmeye başlamıştı: Evet, bir kanarya. Bay Ross’un kanaryaya benzeyen başka hiçbir tarafı yoktu. Dev gibiydi neredeyse Bay Vandemar kadar iriydi ve aşırı derecede pisti, azıcık saçı vardı. Çok az konuşuyordu, ama bir şeyleri öldürmeyi sevdiğini, bu işte iyi olduğunu her ikisine de söylemeye özen göstermişti; bu, Bay Croup ile Bay Vandemar’ı eğlendirmişti.

Ancak o bir kanaryaydı ve bunun asla farkında değildi. Bu yüzden, kirli bir tişört ve pislikten kaskatı olmuş bir kot pantolon giyen Bay Ross önden, şık siyah takımlar giymiş olan Croup ile Vandemar da onun arkasından gidiyordu. Dikkatli gözler Bay Croup ile Bay Vandemar’ı dört basit yolla ayırt edebilir: İlk olarak, Bay Vandemar Bay Croup’tan iki buçuk baş daha uzundur; ikinci olarak, Bay Croup’un gözleri uçuk mavi, Bay Vandemar’ınkilerse kahverengidir; üçüncü olarak, Bay Vandemar sağ elinde dört tane kuzgun kafatasından biçimlendirdiği yüzükler taşırken, Bay Croup’un görünürde hiçbir takısı yoktur; dördüncü olarak da, Bay Croup sözcükleri severken, Bay Vandemar her daim açtır. Ayrıca, birbirlerine hiç benzemezler.

Tünelin karanlığından bir hışırtı geldi; Bay Vandemar’ın bıçağı bir anlığına elinde belirdi, ama bir sonraki anda elinde değildi, yaklaşık on metre ötede titreşiyordu. Bay Vandemar bıçağına doğru yürüdü ve sapından tutup kaldırdı. Ucunda gri bir sıçan vardı, canı onu terk ederken ağzı güçsüz bir şekilde açılıp kapanıyordu. Bay Vandemar sıçanın kafatasını parmaklarıyla ezdi.
“İşte bu sıçan bir daha hikâye anlatamayacak,” dedi Bay Croup ve kendi şakasına güldü.
Bay Vandemar karşılık vermedi.
“Sıçan. Hikâye. Anladın mı?”

Bay Vandemar sıçanı bıçağın ucundan çekti ve kafasından başlayarak, dikkatlice katır kutur yemeye koyuldu. Bay Croup onun ellerine vurup sıçanı aşağı düşürdü.

“Kes şunu,” dedi. Bay Vandemar biraz surat asarak bıçağını ortadan kaldırdı.
“Hadi neşelen,” diye tısladı Bay Croup teşvik edici bir şekilde.
“Her zaman başka bir sıçan olur. Şimdi, ileri. Yapılacak işler var. Zarar verilecek insanlar var.”

Londra’daki üç yılı Richard’ı değiştirmemiş, ama şehre bakış açısını değiştirmişti. Richard gördüğü resimlerden dolayı ilk başta Londra’yı gri, hatta siyah bir şehir olarak tasavvur etmiş, ama renklerle dolu olduğunu görünce şaşırmıştı. Burası kırmızı tuğlalar, beyaz taşlar, kırmızı otobüsler, büyük, siyah taksiler, parlak kırmızı posta kutuları, yeşil, çimlerle kaplı parklar ve mezarlıklarla dolu bir şehirdi. Çok eski olan ile biçimsizce yeni olan şeylerin birbirini, rahatsız edici şekilde olmasa da, saygısızca dürtüklediği bir şehirdi. Dükkanlar, iş yerleri, lokantalar, evler, parklar, kiliseler, görmezden gelinen anıtlar ve dikkat çekici ölçüde görkemsiz saraylarla dolu bir şehirdi. Tuhaf isimleri -Crouch End, Chalk Farm, Earl’s Court, Marble Arch- ve garip şekilde farklı kimlikleri olan yüzlerce ilçesi vardı.

Turistlerle beslenen, onları hor görse de onlara ihtiyaç duyan gürültülü, pis, neşeli, sıkıntılı bir şehirdi. Beş yüz yıldır aralıklarla gerçekleştirilen yol genişletme çalışmalarının ve, atlı ya da, daha yakın dönemde, motorlu araç trafiğinin ihtiyaçları ile yayaların ihtiyaçlarını uzlaştırmak için verilen beceriksiz ödünlerin ardından, şehir içi ulaşımın ortalama hızı son üç yüz yıldır artmamıştı. Bu şehirde her renk, her tarz ve her türden insan yaşıyordu. Richard buraya ilk geldiğinde Londra’yı kocaman, tuhaf ve özünde anlaşılamaz bulmuştu. Bu şehri düzenliymiş gibi gösteren tek şey, metro hatları ile duraklarının zarif ve rengarenk bir topografik sunumu olan Tünel haritasıydı.

Richard Tünel haritasının hayatı kolaylaştıran marifetli bir kurmaca olduğunu ve yukarıdaki şehrin şeklinin gerçekliğine hiç benzemediğini yavaş yavaş fark etmişti. Bir seferinde gururla, bunun tıpkı bir siyasi parti üyesi olmak gibi olduğunu düşünmüştü. Fakat bir partideyken, şaşkınlık içindeki bir grup yabancıya, Tünel haritası ile siyaset arasındaki benzerliği açıklamaya çalıştıktan sonra, gelecekte siyasi yorumları başkalarına bırakmaya karar vermişti. Bir geçişme ve beyaz gürültüye benzeyen ama daha kullanışlı olan beyaz bilgi süreciyle, şehri ağır ağır kavramaya devam etmişti.

Bu süreç, Richard’ın asıl Londra Şehri’nin doğuda Aldgate’ten başlayıp batıda Fleet Sokağı ve Old Bailey adliyelerine kadar uzanan iki buçuk kilometrekarelik alandan daha büyük olmadığını ve her şeyin orada başladığını fark etmesiyle birlikte hızlanmıştı. Ufak bir belediye olan Old Bailey Londra’nın mali kuruluşlarına ev sahipliği yapıyordu. İki bin yıl önce Londra, Thames’in kuzey kıyısındaki küçük bir Kelt köyüydü; Romalılar burayı bulmuş ve yerleşmişti. Londra yavaş yavaş büyümüştü, ta ki yaklaşık bin yıl sonra, hemen batısındaki Westminster Kraliyet Şehri’yle karşılaşana dek. Ve Londra Köprüsü inşa edilince nehrin tam karşısındaki Southwark’a temas etmişti.

Böylece Londra büyümeyi sürdürürken tarlalar, korular ve bataklık araziler büyüyen şehirle birlikte yavaş yavaş ortadan kalkmıştı. Ayrıca, genişlemeyi sürdürürken başka küçük köylerle de karşılaşmıştı: doğuda Whitechapel ve Deptford, batıda Hammersmith ve Shepherd’s Bush, kuzeyde Camden ve Islington, güneyde, Thames’in karşı kıyısında Battersea ve Lambeth. Tıpkı bir cıva birikintisinin daha ufak cıva damlalarıyla karşılaşıp onları bünyesinde toplaması gibi, hepsini içine çekmişti ve köylerden geriye yalnızca adları kalmıştı.

Londra zıtlıklarla dolu devasa bir şeye dönüşmüştü, iyi bir yer ve hoş bir şehirdi, ama her iyi yer için ödenmesi gereken bir bedel ve her iyi yerin ödemesi gereken bir bedel vardır. Bir süre sonra Richard Londra’yı olduğu gibi kabul ettiğini fark etti; zamanla, Londra’nın turistik mekânlarının gezmediği için (Londra Kulesi hariç; bir hafta sonu teyzesi Maude şehre gelmiş ve Richard gönülsüzce ona eşlik etmişti) kendiyle gurur duymaya başladı.

Ancak Jessica her şeyi değiştirdi. Bir işinin olmadığı hafta sonlarında, Richard kendini onunla birlikte National Gallery ve Tate Gallery gibi yerlere giderken buldu. Bu gezilerde, müzelerde uzun uzun gezinmenin ayaklarını ağrıttığını, dünyanın büyük sanat hazinelerinin bir süre sonra birbirine benzemeye başladığını ve müze kafeteryalarının bir dilim kek ve bir bardak çaya yüzsüzce koydukları fiyatları kabul etmenin insanoğlunun inanma kapasitesini neredeyse aştığını öğrendi.

“Buyur, çay ve ekler pastan,” dedi Jessica’ya.
“Tintoretto’nun tablolarından birini almak daha ucuza gelirdi.”
“Abartma,” dedi Jessica neşeyle. “Hem, Tate’te hiç Tintoretto yok.”
“O vişneli keki almalıydım,” dedi Richard.
“O zaman bir Van Gogh daha satın alabilirlerdi.”

Richard Jessica’yla, iki yıl önce Paris’e yaptığı bir hafta sonu gezisinde tanışmıştı. Louvre’da, geziyi ayarlayan ofis arkadaşlarını bulmaya çalışırken ona rastlamıştı. Muazzam bir heykele bakarak gerilerken, tarihsel açıdan önemli koskocaman bir elması hayran hayran izleyen Jessica’ya çarpmıştı. Ondan Fransızca özür dilemeye çalışmış, ama beceremeyip vazgeçmiş ve İngilizce özür dilemeye başlamış, sonra da İngilizce özür dilediği için Fransızca özür dilemeye çalışmıştı, ta ki Jessica’nın herhangi bir insanın olabileceği kadar İngiliz olduğunu fark edene dek.

Bunun üzerine Jessica, özür dilemenin bir yolu olarak Richard’ın kendisine pahalı bir Fransız sandviçi ve yüksek fiyatlı elmalı gazoz alması gerektiğine karar vermişti, işte, aslında her şey böyle başlamıştı. Ve ondan sonra Richard Jessica’yı, sanat galerilerine giden türden birisi olmadığına hiçbir zaman inandıramamıştı.

Sanat galerisine ya da müzeye gitmedikleri hafta sonları, Jessica Richard’ı alışverişe sürüklerdi. Jessica alışverişini zengin Knightsbridge’te yapardı. Knightsbridge, Jessica’nın Kensington sıra evlerindeki dairesinden kısa bir yürüyüş ve daha da kısa bir taksi yolculuğu mesafesindeydi. Jessica’nın takıdan, kitaplara, haftalık yiyecek ihtiyacına kadar her şeyi bulabildiği Harrods ve Harvey Nichols gibi kocaman ve göz korkutucu alışveriş merkezlerinde Richard ona eşlik ederdi. Güzel, çoğu zaman oldukça komik ve kesinlikle önemli bir yerlere varacağı kesin olan Jessica, Richard’da korkuyla karışık bir hayranlık uyandırıyordu.

Jessica da Richard’da muazzam bir potansiyel görüyordu; bu potansiyel, doğru kadın tarafından düzgün bir şekilde dizginlendiğinde, Richard’ı muhteşem bir evlilik ortağı haline getirebilirdi. Keşke biraz daha odaklanabilse, diye mırıldanıyordu Jessica kendi kendine. Bu yüzden ona Başarmak İçin Giyinmek ve Başarılı Erkeklerin Yüz Yirmi Beş Alışkanlığı gibi isimler taşıyan kitaplar ile bir işi askeri operasyon gibi yürütmek üzerine kitaplar veriyordu. Richard her seferinde teşekkür ediyor ve yine her seferinde onları okumaya niyetleniyordu. Jessica, Harvey Nichols’ın erkek giyim kısmında, Richard’ın giymesi gerektiğini düşündüğü kıyafetleri seçiyor ve Richard da onları giyiyordu -en azından hafta içinde. İlk karşılaşmalarının üstünden bir yıl geçtiğinde, Jessica Richard’a nişan yüzüğü için alışverişe çıkma vaktinin geldiğini düşündüğünü söylemişti.

“Neden onunla berabersin?” diye sordu Müşteri ilişkilerinden Gary bir buçuk yıl sonra. “Benim ödümü patlatıyor.”

Richard başını sallayıp, “Onu bir tanısan, gerçekten tatlı biri,” dedi.

Gary Richard’ın masasının üzerinden aldığı plastik trol bebeği geri koydu.
“Bunlarla oynamana hâlâ izin verdiğine şaşırıyorum.”
“Bu konu hiç açılmadı,” dedi Richard masasındaki yaratıklardan birini alırken. Yaratığın fosforlu turuncu rengi gür saçları ve, sanki kaybolmuş gibi, hafif şaşkın bir ifadesi vardı.

Ama konu tabii ki açılmıştı. Bununla birlikte, Jessica Richard’ın trol koleksiyonunun, Bay Stockton’ın melek koleksiyonu gibi, sevimli bir tuhaflığın işareti olduğuna kendini ikna etmişti. Jessica Bay Stockton’ın melek koleksiyonu için gezici bir sergi düzenliyordu ve büyük adamların her zaman bir şeyler biriktirdiği sonucuna varmıştı. Aslında Richard trol biriktirmiyordu. Ofisin dışındaki kaldırımda bir trol bulmuş ve kendi iş dünyasına biraz şahsiyet kazandırmak gibi boş bir girişimde bulunarak, trolü bilgisayar ekranının üstüne koymuştu. İzleyen birkaç ayda da diğerleri gelmişti; Richard’ın çirkin küçük yaratıklara tutkusu olduğunu fark eden çalışma arkadaşlarının hediyeleri.

Hediyeleri kabul etmiş, onları masasının üstüne, telefonların ve Jessica’nın çerçeveli fotoğrafının yanına stratejik bir biçimde yerleştirmişti. Fotoğrafın üstünde sarı bir not kâğıdı vardı. Cuma öğleden sonraydı. Richard olayların korkak şeyler olduğunu fark etmişti: Tek tek değil, topluca gerçekleşip birden üstüne atlıyorlardı. Mesela, bu cuma gününü ele alalım. Jessica’nın geçen ay pek çok kez işaret ettiği üzere, bu Richard’ın hayatındaki en önemli gündü. Dolayısıyla, evinde buzdolabına yapıştırdığı ve masasında Jessica’nın fotoğrafının üzerine koyduğu nota rağmen, bunu tamamen unutmuş olması talihsizlikti.

Üstüne üstlük, kafasını fazlasıyla meşgul eden, teslim tarihi geçmiş Wandsworth raporu vardı. Richard bir başka sayı dizisini kontrol etti; sonra 17. sayfanın ortalarda olmadığını gördü ve yeniden çıkış aldı; bir sayfa daha çevirdi… biliyordu ki, onu bu işi bitirebilmek üzere rahat bıraksalardı… eğer, bir mucize eseri, telefon çalmasaydı… Telefon çaldı. Richard telefonun hoparlörünü açtı.

“Alo? Richard? Genel müdür raporun ne zaman elinde olacağını merak ediyor.”

Richard saatine baktı. “Beş dakika içinde Sylvia. Neredeyse bitti. Sadece kâr-zarar tahminlerini ekleyeceğim.”

“Sağol Dick. Raporu almaya inerim.”

Sylvia, kendi deyimiyle, “GM’nin KA’sı”ydı ve kendine güvenen bir beceriklilik abidesi gibi hareket ederdi. Richard hoparlörü kapar kapamaz telefon yeniden çaldı.

“Richard,” diyen Jessica’nın sesi geldi hoparlörden, “Benim, Jessica. Unutmadın, değil mi?”

“Unutmak mı?” Richard ne unutmuş olabileceğini hatırlamaya çalıştı.

Çağrışım yapması için Jessica’nın fotoğrafına baktı ve ihtiyacı olan bütün çağrışımı Jessica’nın alnındaki sarı not kâğıdında buldu.

“Richard? Telefonu aç.”

Richard telefonu açarken, bir yandan da notu okuyordu.

“Pardon, Jess. Hayır, unutmadım. Saat yedide Ma Maison İtaliano’da. Seninle orada mı buluşayım?”

“Jessica, Richard. Jess değil.” Bir an durdu.

“Son sefer olanlardan sonra mı? Hiç sanmam. Sen kendi arka bahçende bile kaybolabilirsin Richard.”

Richard, herkesin National Gallery ile National Portrait Gallery’yi karıştırabileceğini ve bütün gün yağmurda bekleyenin -ki Richard’a göre bu, her iki mekânda ayakları ağrıyana dek yürümek kadar eğlenceliydi- olmadığını belirtmeyi düşündü, ama bu fikirden vazgeçti.

“Senin evde buluşalım,” dedi Jessica. “Birlikte yürürüz.”

“Tamam Jess. Pardon… Jessica.”

“Rezervasyonumuzu teyit ettin, değil mi Richard?”

“Evet,” diye yalan söyledi Richard ciddiyetle. Telefonun diğer hattı çalmaya başlamıştı. “Jessica, bak, ben…”

“Güzel,” dedi Jessica ve telefonu kapadı. Richard diğer hattı aldı.

“Merhaba Dick. Benim, Gary.” Gary Richard’dan birkaç masa ötede oturuyordu. El salladı.

“İçmeye gidiyoruz, değil mi? Merstham hesabını gözden geçirebileceğimizi söylemiştin.”

“Kapa şu lanet telefonu Gary. Tabii ki gidiyoruz.” Richard telefonu kapadı. Haftalar önce yazdığı notun altında bir telefon numarası vardı. Ve, evet, rezervasyon yaptırmıştı: Bundan neredeyse emindi. Ancak teyit etmemişti. Niyetlenmişti, ama yapacak bir sürü işi vardı ve zaten Richard bol bol zamanı olduğunu biliyordu. Ne var ki, olaylar topluca akın eder…

Sylvia şimdi yanında duruyordu. “Dick? Wandsworth raporu?”

“Neredeyse hazır Sylvia. Bak, biraz bekle lütfen, olur mu?”

Numarayı sertçe tuşladı ve karşıdan, “Ma Maison. Yardımcı olabilir miyim?” dendiğini duyunca rahat bir nefes aldı.

“Evet,” dedi Richard. “Bu gece için üç kişilik masa. Sanırım yer ayırtmıştım. Eğer öyleyse, rezervasyonu teyit ediyorum. Eğer değilse, acaba ayırtabilir miyim? Lütfen.”

Hayır, bu gece Mayhew adına bir kayıt yoktu. Ya da Stockton. Ya da Bartram -Jessica’nın soyadı. Ve yer ayırtmaya gelince…

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın