Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Kadınlar Ülkesi” – Charlotte P. Gilman

Kadınlar Ülkesi

Yazar: Charlotte Perkins Gilman
Orijinal Adı: Herland
Çevirmen : Sevda Deniz Karali
Sayfa Sayısı : 216
İthaki Yayınları – Mayıs 2019

Genel İnceleme Puanı

Kadınlar Ülkesi kadınların neler yapabileceğini incelik ve zarafetle anlatan, gülümseten bir ütopya.” —Marge Piercy

“Altın Çağ bilimkurgularının tadını veren ve günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan bir eser.” —Joanna Russ

Charlotte Perkins Gilman yaşadığı dönemin önde gelen hümanistlerinden ve kadın hakları savunucularından biri olmasının yanında feminist edebiyatın en önemli erken dönem temsilcilerinden. Yazıldıktan yaklaşık 65 sene sonra kitap formatında yayımlanabilen Kadınlar Ülkesi ise feminist ütopyanın ilk örneklerinden.

Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde üç Amerikalı erkek pek fazla insanın bulunmadığı, ücra bir yerde, tamamen kadınlardan oluşan bir topluluğa denk gelir. Gözlerine inanamayan kâşifler bu topraklarda erkeklerin de olması gerektiğine dair inançlarıyla araştırmalarına başlar.

Çok geçmeden bu gizemli ülke ile ilgili gerçekler bir bir açığa çıksa da misafirlerin merakı giderilmenin aksine daha da artar ve Kadınlar Ülkesi’nin yönetim biçiminden inançlarına, kültüründen ekonomisine ve hatta anneliğe kadar pek çok konuda bilgi sahibi olmaya ve toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya başlarlar.

Toplumsal roller cinsiyete göre belirlenebilir mi? Kadınlık ve erkeklik değişmez kavramlar mıdır?

Kadınlar Ülkesi, ataerkilliğe verilmiş nüktedan bir yanıt.

Ön Okuma

1
Son Derece Tabii Bir Girişim

 

Maalesef bütün bunları hatırladığım kadarıyla yazıyorum. Özenle hazırladığım o materyali dönerken yanımda getirebilmiş olsaydım şüphesiz ki bu çok daha farklı bir hikâye olurdu. Notlarla dolu koca kitaplar, dikkatle tutulmuş kayıtlar, birinci ağızdan yapılmış tanımlar… Hepsi gitti. En fenası da resimler… Şehirlerin ve parkların kuş bakışı çizimleri vardı aralarında, sokaklardan, binaların içinden ve dışından manzaralar, o harikulade bahçeler ve en önemlisi de kadınlar vardı.

Onların nasıl göründüğüne dair anlatacaklarıma kimse inanmayacak. Konu kadınlar oldu mu betimlemeler kifayetsiz kalır çünkü, gerçi benim de betimleme yapmada iyi olduğum söylenemez zaten. Ama bir şekilde yapılması şart, dünyanın geri kalanının bu ülkeden haberdar olması gerekiyor. Bu ülkenin nerede olduğunu söylemedim zira başına buyruk misyonerlerin, tüccarların ya da aç gözlü emperyalistlerin gitmeye kalkmasından korkuyorum. Kesin bir dille söyleyebilirim ki burayı bulmaları durumunda hiç hoş karşılanmaz, hatta bizim yaşadıklarımızın çok daha kötüsünü yaşarlar.

Hikâyemiz böyle başladı işte. Sınıf arkadaşı ve dost üç kişiydik: Terry O. Nicholson (biz ona Yaşlı Nick derdik, haklı olarak), Jeff Margrave ve bendeniz Vandyck Jennings. Birbirimizi uzun yıllardan beri tanıyorduk. Farklı karakterlerimize rağmen birçok ortak noktamız vardı, en önemlisi, hepimizin bilimle ilgileniyor olmasıydı.

Terry, hayatta dilediği her şeyi yapabilecek kadar zengindi. En büyük hedefi keşif yapmaktı. Eskiden, “Keşfedilecek hiçbir şey kalmadı ki, ya yama yapacaksın ya yamaklık!” diye söylenir dururdu. Yamaklıkta da oldukça iyiydi doğrusu. Çok yetenekli bir adamdı, teknik ve elektrik konularından iyi anlardı. Her modelden teknesi ve arabası olduğu gibi en iyi havacılarımız arasındaydı. Terry olmasaydı bu işi asla başaramazdık.

Jeff Margrave aslında bir şair, bir botanikçi ya da belki de ikisi birden olmak için doğmuş bir adamdı ama ailesi onu bir doktor olmaya ikna etmişti. Yaşına göre iyi de bir doktordu fakat gönlünde asıl yatan, “bilimin mucizeleri” dediği alandı.

Bana gelince, branşım sosyoloji. Tabii bunu daha birçok bilim alanıyla desteklemeniz gerekiyor. Hepsine de meraklıyımdır doğrusu. Terry coğrafya, meteoroloji gibi olgular konusunda çok iyiydi, Jeff de biyoloji söz konusu oldu mu onu ezip geçebilirdi, bense bir şekilde insan hayatıyla bağlantısı olduğu sürece ne hakkında konuştuklarını pek umursamazdım bile. Böyle bir bağlantısı olmayan da az konu vardır zaten. Üçümüz geniş çaplı bir keşif gezisine katılma şansını yakaladık. Keşif grubunun bir doktora ihtiyacı vardı ve bu, Jess’e, yeni açmakta olduğu hekimlik ofisini bırakma bahanesi sağlayınca o da hemen katıldı, Terry deseniz onun hem tecrübesine hem makinelerine hem de parasına ihtiyaç vardı. bana gelince ben de Terry’nin sayesinde gruba dahil oldum.

Keşif, binlerce ırmak kolunun etrafında ve büyük bir nehrin ardında kalan devasa bölgede yapılacak, buraların haritası çıkarılacak, yabani diyalektler incelenecek, her türlü garip bitki örtüsüne ve hayvana karşı temkinli olunacaktı. Ama bu hikâye, keşfin hikâyesi değil; keşif, bizim hikâyemizin başlangıcı yalnızca. Önce rehberlerimizin arasında geçen konuşmalar ilgimi çekmişti. Dile yatkınlığım vardır, birçok dil bilir, yenilerini de çabuk öğrenirim. Hem bu sayede hem de bizimle gelen harika tercümanın yardımıyla bölgede dağınık halde yaşayan kabileler hakkında birçok masal ve halk efsanesi öğrendim.

Nehrin yukarısına doğru ilerlerken birbirine dolanmış karanlık ırmakların, göllerin, bataklıkların, sık ormanların ve ötede heybetle yükselen dağlardan gelip beklenmedik kuytularda patlak veren kaynakların arasından geçtikçe yabani rehberlerimizin giderek daha fazlasının yukarılarda kalan, esrarengiz ve korkunç bir Kadın Ülkesi’nden bahsettiğini fark ettim. Yön konusunda yalnızca “Ötede”. “Orada” veya “Yukarıda” diyebiliyorlardı ama anlattıkları efsanelerin hepsi aynı noktada birleşiyordu, hiçbir erkeğin yaşamadığı, yalnızca kadınların ve kız çocuklarının bulunduğu garip bir ülke vardı.

Hiçbiri bu ülkeyi gözleriyle görmemişti. Oraya gitmek erkekler için tehlikeli hatta ölümcüldür diyorlardı. Ama çok uzun yıllar öncesinden, cesur bir araştırmacının gidip bu ülkeyi gördüğüne dair hikâyeler anlatılırmış, Kocaman Bir Ülke, Kocaman Evler, Birçok İnsan, Hepsi de Kadın.

Bir daha hiç kimse buraya gitmemiş miydi? Tabii ki gitmişlerdi, bir sürü kişi gitmişti hem de ama hiçbiri geri dönmemişti. Burası erkeklere göre bir yer değildi, bundan eminlerdi işte. Bunları bizim çocuklara anlattım, güldüler. Ben de güldüm haliyle, yabani rüyaların konusunu iyi biliyordum. Ama ulaşabileceğimiz en uç noktaya ulaştığımızda ve vakti geldiğinde bütün iyi kâşiflerin yapması gerektiği gibi eve dönüş yoluna çıkmamızın bir önceki günü, üçümüz bir keşifte bulunduk.

Kamp yeri, ana akarsuya çıkan bir toprak arazideydi. Daha doğrusu biz onun ana akarsu olduğunu düşünüyorduk, çamurumsu rengi de tadı da haftalardır gördüğümüz nehirlerle aynıydı. Bu nehir konusundan aramıza en son katılan rehbere bahsetmiş bulundum, diğerlerinden daha üstün görünümlü, zeki, uyanık bir adamdı. Bana başka bir nehrin daha olduğunu söyledi:

“Orada, kısa nehir, tatlı su, kırmızı ve mavi.”

Çok meraklanmıştım, doğru anlayıp anlamadığımı görmek için adama yanımda taşıdığım kalemlerden kırmızı ve mavi olanları gösterdim ve tekrar sordum. Evet dercesine önce nehre, sonra da güneybatı tarafına işaret etti.

“Nehir, iyi su, kırmızı ve mavi.”

Terry yakınımızda duruyordu, adamın bir şeylere işaret ettiğini görünce merakla sordu.

“Ne diyor, Van?”

Adamın dediklerini söyledim. Terry’nin gözleri parladı.

“Uzak mıymış, sor bakalım.” Adam kısa her yolculuk olacağını anlatmaya çalıştı, iki, bilemedin üç saat kadar sürer diye düşündüm.

“Gidelim hadi.” diye atıldı Terry. “Üçümüz. Belki bir şey buluruz. Suda kırmızı cıva sülfür vardır belki.”

“Ya da çivit.” dedi Jeff alaylı bir ifadeyle sırıtarak.

Saat henüz çok erkendi. yeni kahvaltı yapmıştık. Gece çökmeden döneceğimizi söyleyip başka bir açıklama yapmadan kamptan ayrıldık, hem bir şey bulamazsak döndüğümüzde rezil olmak istemiyorduk hem de içten içe yalnızca bize ait bir keşif yapabilme umudundaydık. Bitmek bilmez bir iki saat geçti hatta üçe yakındı sanırım. Yabani rehberimiz tek başına olsa bizden çok daha hızlı varabilirdi sanırım. Yol üzerinde, yalnız olsak asla aşamayacağımız, birbirine geçmiş ağaçlık, sulak, bataklık bölgeler vardı.

Neyse ki rehberlerden biri yanımızdaydı. Terry de elinde bir pusula ve not defteriyle yönleri çiziyor, geçtiğimiz yerlerin konumunu belirlemeye çalışıyordu. Bir süre sonra bataklığa benzer kocaman bir göle rastladık, öyle büyüktü ki karşı tarafta kalan ormanlık bölge küçücük ve kapkaranlık kalmıştı. Rehber, oradan kampımıza kadar botla gelinebildiğinden bahsetti ama “çok yol, tüm gün” diye de eklemeyi ihmal etmedi.

Bu su, ardımızda bıraktığımız su birikintilerinden daha berrak duruyordu ama kenardan gördüğümüz kadarıyla pek yorum da yapamıyorduk. Yarım saat kadar bu gölün etrafında yürüdük, ilerledikçe ayaklarımızın altındaki toprak daha da sertleşiyordu. Derken ağaçlık bir burnu dönünce tamamen bambaşka bir coğrafyayla karşılaştık, şimdi karşımızda dik ve ağaçsız dağlar vardı.

“Doğuya bakan uzun dağ çıkıntılarından bu,” dedi Terry gördüklerini ölçer gibi bir ifadeyle. “Dağların yüzlerce kilo-metre ötesine kadar uzayabiliyorlar. Bu da öyle olabilir.”

Şimdi gölü ardımızda bırakmış, tepelere doğru yönelmiştik. Tepeye varmak üzereyken akan suyun sesini duyduk. Rehberimiz gururla bahsettiği nehri işaret etti. Kısa bir nehirdi bu. Tepenin yüzeyindeki bir açıklıktan fışkıran dar bir şelaleden geliyordu. Suyu tatlıydı. Rehberimiz kana kana içmeye başlayınca biz de içtik.

“Kar suyu bu,” dedi Terry. “Tepelerin ardından geliyor olmalı.”

Kırmızı ve mavi oluşuna gelince, daha ziyade yeşilimsi bir rengi vardı. Rehberimiz hiç şaşırmış gibi durmuyordu. Biraz etrafta arandıktan sonra kenarda kalmış berrak bir su birikintisi gösterdi, kenarlarında gerçekten de kırmızı ve mavi izler vardı. Terry büyütecini çıkarıp incelemek üzere su birikintisinin yanına çömeldi.

“Bir tür kimyasala benziyor. Şu an bir çıkarım yapamıyorum. Boya maddesi gibi geldi bana. Daha yakına gidelim hadi,” diye ısrar etti, “Yukarı, şelalenin oraya.”

Dik bayırları aştık, şelalenin altında köpürüp kaynayan göle yaklaştık. Gölün kenarlarını inceleyince yeni izler bulduk, bu şüphesiz boyaydı. Dahası, Jeff beklenmedik bir ganimet bulmuş, havaya kaldırmış gösteriyordu. Bir paçavraydı bu yalnızca, uzun, sökülmüş bir bez parçasıydı. Ama iyi dokunmuştu, üzerinde şekiller vardı ve kızıl rengini su bile silememişti. Bildiğimiz hiçbir yabani kabilede böyle kumaşlar görülmemişti. Rehberimiz gölün kenarında sakince duruyordu. Heyecanımızdan bir hayli memnun kalmış gibiydi.

“Bir gün mavi, bir gün kırmızı, bir gün yeşil,” dedi ve kesesinden açık renklerle bezeli bir bez parçası çıkardı.

“Aşağı gelin.” dedi şelaleyi göstererek. “Kadın Diyarı, yukarıda.”

İşte şimdi olay iyice ilgimizi çekmişti. Hemen olduğumuz yerde biraz dinlenmeye koyulduk, öğle yemeğimizi yedik ve rehberden daha fazla bilgi almaya çalıştık. Diğerlerinin anlattıklarını anlatıyordu o da, kadınlardan oluşan bir ülke, erkek yok, bebekler var ama hepsi kız. Erkeklere göre bir yer değil, çok tehlikeli. Gidenler oldu, hiçbiri geri gelmedi. Terry’nin giderek daha da meraklandığını görebiliyordum. Erkeklere yöre bir yer değildi demek? Tehlikeliydi, öyle mi? Koştuğu gibi şelaleye tırmanıverecekmiş gibi duruyordu. Ama o dik yamacı çıkmanın bir yolu olsa bile rehberimiz yukarı çıkmaya kesinlikle yanaşmıyor, gece çökmeden grubun yanına dönmemiz gerektiğinde ısrar ediyordu.

“Onlara da anlatırsak belki eve hemen dönmeyiz,” diye bir fikir attım ortaya.

Terry aniden durdu. “Bana bakın, çocuklar,” dedi, “bu bizim keşfimiz. O kendini beğenmiş yaşlı profesörlere bir şey söylemeyeceğiz. Onlarla eve dönelim, sonra sadece üçümüz geri gelip kendi keşif gezimizi yapalım.”

Büyülenmiş gibi ona baktık. Amazonlarda keşfedilmemiş bir ülke bulmanın bizim gibi bağımsız genç adamlara çekici gelen bir yanı vardı elbette. Tabii ki anlatılanlara inanmamıştık – henüz!

“Buradaki yerli kabilelerin hiçbiri böyle kumaşlar işlemiyor,” dedim bez parçalarını dikkatle inceleyerek. “Orada bir yerlerde dokuyan, işleyen, boyayan birileri var, tıpkı bizim gibi.”

“Bu, kayda değer bir medeniyet demek, Van. Böyle bir yerin var olup da bilinmemesi imkansız.”

“O kadar emin olmayalım. Pireneler’de eski bir cumhuriyet vardı hani, neydi adı, Andorra mıydı? Orayı çok az insan biliyor mesela, binlerce yıldır kendi kendilerine gül gibi geçinip gidiyorlar. Karadağ var sonra, küçük, harika bir yer. Bu dağların arasına onlarca Karadağ saklanabilir gayet.”

Kampa dönüş yolunda hararetle bu konuyu tartıştık. Eve dönerken de bu tartışmayı dikkatli ve gizli saklı biçimde sürdürdük. Eve döndüğümüzde de konu aynı hararetiyle sürerken Terry hazırlıklara başlamıştı bile. Arkadaşım heyecandan yerinde duramıyordu. Neyse ki çok parası vardı, yoksa bu geziye başlayabilmek için yıllarca yalvarıp yakarmamız. reklam üstüne reklam yapmamız gerekirdi. O zaman da keşfimiz halkın ağzına sakız, gazetelere malzeme olmaktan öteye gidemezdi.

Ama işte T.O. Nicholson koca buharlı yatını ayarlamış, özel olarak yaptırdığı büyük deniz motorunu yata yükletmiş, içine de çift kanatlı bir uçak “gizlemişti”. Üstelik bütün bunları sosyetenin ruhu bile duymadan yapmayı başarmıştı. Yiyecek içeceğimiz, koruyucu ilaçlarımız ve gerekli her türlü malzememiz hazırdı. Arkadaşımın önceki tecrübeleri bu gezimiz için hayli işe yaramıştı, teçhizatımız küçük ama tamdı.

Yatı yakınlarda güvenli bir iskeleye bırakacak, yanımızda gelen pilotla birlikte deniz motoruna binip o sonsuz nehri öyle aşacaktık. Sonra bir önceki gelişimizde çıkamadığımız tepeyi çıkınca pilotu bırakacak, berrak akıntının peşinden kendimiz gidecektik. Deniz motorunu o geniş, sığ göle demirleyecektik. Motorun özel olarak yapılmış zırhı vardı, bir istiridye kabuğu gibi ince fakat sağlamdı.

“O yerliler motora ulaşamaz böylece. Zarar da veremezler yerini de değiştiremezler,” dedi Terry gururla. “Gölden havalanıp motoru burada bırakacağız ki geri dönebileceğimiz bir üssümüz olsun.”

“Geri dönersek tabii,” dedim gülerek.

“Kadınlar seni yer diye mi korkuyorsun?” diye dalga geçti.

“O kadın konusundan pek emin değiliz yalnız,” dedi Jeff ağır ağır. “Zehirli oklarıyla bizi bekleyen bir grup beyefendiyle karşılaşmamız da son derece muhtemel.”

“İstemiyorsan gelmeyebilirsin,” dedi Terry soğuk bir ifadeyle.

“Gelmemek mi? Mümkün değil, kovsan dahi gitmem!”

Jeff de ben de bu konuda aynı fikirdeydik. Fakat fikir ayrılıklarımız da olmadı değil, yol boyunca oldu hem de. Okyanus seyahati, tartışmak için mükemmel bir fırsat sunar. Etrafta kulak kabartacak kimse olmadığından güvertedeki sandalyelerimizde boş boş oturabildik, dilediğimiz gibi ve dilediğimiz konuda konuşabildik. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. Elimizde hiçbir somut bilgi olmaması, tartışmamızı da derinleştirdikçe derinleştiriyordu.

“Yatı bıraktığımız yerdeki konsolosluğa bildiri bırakalım,” diye tasarladı Terry. “Diyelim bir ay içinde dönmemiş olursak arama ekibi göndersinler.”

“Cezalandırma keşfi olsun onlarınki de,” dedim. “O kadınlar bizi gerçekten yerse misilleme yapmak gerekir.”

“Son duracağımız yeri kolayca bulabilirler. Ben zaten gölü, tepeyi ve şelaleyi gösteren çizelge gibi bir şey hazırladım.”

“İyi de yukarı nasıl çıkacaklar?” diye sordu Jeff.

“Biz nasıl çıkacaksak öyle tabii ki. Yukarıda üç önemli Amerikalının kaybolduğunu duyarlarsa mutlaka peşimizden geleceklerdir. Hele de o harika ülkenin cazibelerinden haberdar olurlarsa. ‘Feminizya‘ diyelim oraya, ne dersiniz?”

“Haklısın, Terry. Hikâye bir yayıldı mi nehir keşif motorlanyla dolar, uçaklar sinek sürüleri gibi vızıldar tepemizde.”

Gözümde canlandırınca güldüm. “Magazin basınını da bu işe dâhil etmediğimiz fena oldu galiba. Tüh! Ne manşetler atarlardı ama!”

“Manşet falan atılmayacak!” dedi Terry sert sert. “Bu bizim partimiz. Orayı tek başımıza bulacağız.”

“Peki bulduğumuzda ne yapacaksın, bulursak tabii?” diye sordu Jeff uysalca.

Jeff’in şefkatli bir kalbi vardı. Sanırım bu ülkedeki, tabii eğer öyle bir ülke varsa, gülleri, bebekleri, kanaryaları. mevsimler ve bu tarz şeyleri düşünüyordu yalnızca. Terry ise içten içe bir sayfiye evinin hayalini kuruyordu.

Sadece kızlar, kızlar ve kızlar olacaktı…

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın