Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Andromeda Nebulası” – Ivan Yefremov

Andromeda Nebulası

Yazar: Ivan Yefremov
Orijinal Adı: Tumannost’ Andromedy
Çevirmen : Hazal Yalın
Sayfa Sayısı : 400
İthaki Yayınları – 2019

“Ivan Yefremov, modern bilimkurgunun nasıl yazılması gerektiğini gösterip Sovyet bilimkurgusunun altın çağını başlattı.” –Boris Strugatski

Aynı zamanda bir biliminsanı olan Ivan Yefremov, Sovyet Rusya’da bilimkurgu edebiyatının öncülerinden biri. Başta Strugatski Kardeşler olmak üzere birçok Sovyet yazara ilham veren ve onlara yol gösteren belki de en önemli yazar.

Andromeda Nebulası da sosyal içeriği ve Yefremov’un sahip olduğu bilimsel bakış açısıyla ilk modern Sovyet bilimkurgusu olarak kabul ediliyor.

Kimsenin aç kalmadığı, fakirliğin yok olduğu, sınıf ayrımının ortadan kalktığı, insanların potansiyellerinin zirvelerine ulaşmak için tüm imkânlara sahip oldukları klasik bir komünist ütopya anlatısı Andromeda Nebulası. Zamanın bilimsel gelişmelerini sonuna kadar kullanmakla kalmayıp geleceğin toplumları hakkında çağdaşı bilimkurguların ötesinde şeyler söylemeyi de beceren, bunu yaparken macera dolu bir hikâye anlatmayı ihmal etmeyen bir kitap.

Ön Okuma

1

Demirden Bir Yıldız

Tavandan yansıyan solgun ışıkta aletlerin çizgileri bir portre galerisi gibi görünüyordu. Yuvarlak olanlar açıkgözdüler, enine-oval olanlar küstah bir halinden memnuniyet içinde dağılmışlardı, kare şeklinde olanlar budalaca bir güven içinde donup kalmışlardı. İçlerinde göz kırpan lacivert, mavi, turuncu, yeşil ışıklar da bu izlenimlerin altını çiziyorlardı. Dış bükey bir kontrol panelinin ortasında geniş, kırmızı bir gösterge seçiliyordu. Genç bir kız onun önünde, rahatsız bir pozda eğilmişti. Hemen yanındaki koltuğunu unutmuş ve başını cama yaklaştırmıştı.

Kırmızı ışık, kızın genç yüzünü daha yaşlı ve sert gösteriyor, dolgun dudaklarının çevresinde keskin gölgeler bırakıyor, hafifçe kalkık bumunu sivri gibi gösteriyordu. Kalın, çatık kaşları kapkara olmuşlar, gözlerine kasvetli bir umutsuzluk ifadesi veriyorlardı. Sayaçların belli belirsiz söylediği şarkılar hafif, metalik bir tıkırtıyla bölündü. Kız ürperdi, doğruldu ve ince kollarım havaya kaldırıp yorgun sırtını gerdi.

Arkasındaki kapı açıldı, kocaman bir gölge belirdi. Gölge, sert ve net hareketleri olan bir adama dönüştü. Altın rengi bir ışık yandı, kızın sık, koyu kırmızı saçları sanki kıvılcımlandı. Gözleri de yanmaya başladı, kaygı ve aşkla içeri girene döndü.

“Gerçekten uyumadınız mi siz? Uykusuz geçen yüz saat!”

“Kötü örnek mi?” diye sordu içeri giren gülümsemeden ama neşeyle. Sesinde, adeta konuşmasını perçinleyen yüksek, metalik notalar vardı.

“Geri kalan herkes uyuyor,” dedi kız mahcup bir tavırla, “ve… hiçbir şeyden haberleri yok,” diye ekledi alçak sesle.

“Konuşmaktan korkmayın. Yoldaşlar uyuyorlar, evrende uyanık olan sadece biz ikimiz varız ve dünya elli bilyon* kilometre uzağımızda – bir buçuk parsek!”**

“Ve sadece bir hızlanmalık anamezon!” Kızın sesinde korku ve endişe seziliyordu.

Otuz yedinci yıldız keşfi yolculuğunun şefi Erg Noor, iki kararlı adımla kırmızı göstergeye ulaştı.

“Beşinci halka!”

“Evet, beşinciye girdik. Ve… hâlâ bir şey yok.” Kız, manalı bakışlarla otomatik alıcının hoparlörüne baktı.

“Görüyorsunuz ya, uyumam mümkün değil. Bütün olasılıkları, alternatifleri düşünmek gerek. Beşinci halkanın s0nuna kadar bir çözüm bulmalıyız.”

“Ama daha yüz on saat var…”

“Pekâlâ, sporaminin etkisi geçsin, burada, kanepede uyuyacağım. Dün içmiştim onu.”

Kız  yoğun düşüncelere daldı, sonunda karar verdi:

“Belki de halkanın çapını daraltmak gerek? Vericide aniden bir arıza çıktıysa?”

“Olmaz! Hızı düşürmeden halkanın çapını daraltmak geminin bir anda parçalanmasına yol açar. Hızı düşürdün diyelim… sonra, anamezonsuz kaldın… bir buçuk parseki eski tip ay roketlerinin hızıyla mı aşacağız? Güneş Sistemi’mize yüz bin yıl sonra ancak yaklaşırız.”

“Anlıyorum… Ama onlar yapamazlar mıydı?”

“Yapamazlardı. Çağlar öncesinde insanlar kayıtsızlık gösterebilir veya birbirlerini ve kendilerini kandırabilirlerdi. Ama artık değil!”

“Bunu söylemek istememiştim,” diye sertçe cevap verdi kız, incinmiş bir sesle. “Belki Algrab’ın da rotasından sapmış, bizi aradığını söylemek istemiştim.”

“Böyle büyük bir sapma gösteremez. Hesaplanmış ve öngörülmüş zamanda yola çıkmak zorunda. Eğer imkânsız olan gerçekleşip iki alıcı birden bozulsaydı, bu durumda hiç kuşkusuz halkayı diyametrik olarak aşmaya girişirlerdi ve biz de gezegen alıcısından onları işitirdik. Bu iş hata kaldırmaz – işte, buluşma gezegeni!”

Erg Noor, dört tarafı kontrol panelleriyle çevrili derin bir bölmenin içindeki aynamsı ekranları gösterdi. Derin bir siyahlığın içinde sayısız yıldız yanıyordu. Sol öndeki ekranda küçük, ışığı ancak seçilen, buradan çok uzaktaki B-7336-S+87-A sisteminin çeperinde gri bir disk uçuşuyordu.

“Bizim bomba radyofarları, dört bağımsız yıl önce atmış olmamıza rağmen gayet iyi çalışıyorlar.” Erg Noor, soldaki duvarda uzunca bir cam üzerindeki bir sıra berrak ışığı gösterdi.

“Algrab üç ay önce burada olmalıydı. Demek ki,” Noor bir hüküm vermekte kararsız kalmış gibi bocaladı. “Algrab yok oldu!”

“Ama ya yok olmadıysa, ya bir meteorit yüzünden zarar görmüş ve hızını artıramıyorsa?” diye itiraz etti kızıl saçlı kız.

“Hızını artıramıyorsa!” diye tekrarladı Erg Noor. “Gemiyle hedefi arasında bin yıllık bir mesafe varsa, bu ikisi aynı anlama gelmez mi? Üstelik, daha kötü – ölüm hemen gelmez, umutsuzluğa mahkum olunan yıllar geçirirler. Belki ararlar, o zaman öğreniriz… altı yıl sonra… dünyada.”

Erg Noor atik bir hareketle katlanmış sandalyeyi bilgisayar masasının altından çekti. Bilgisayar, küçük bir MNU-ıı modeliydi. Ağırlığı, boyutları ve hassasiyeti yüzünden İTU modeli bilgisayarları yıldız gemisini tam operasyonel olarak idare edebilecek şekilde gemiye yerleştirmek hâlâ mümkün değildi. Gemiyi idare etmek için sürekli bir nöbetçi dümenci tutmak gerekiyordu zira geminin rotasını uzak mesafelerde sapmadan tutmak mümkün değildi.

Sefer şefinin elleri, bilgisayarın kolları ve tuşları üzerinde hızlı bir piyanist gibi gidip geldi. Keskin çizgili beyaz yüzü tay gibiydi, doğruca kontrol panelinin üzerine eğilmiş olan geniş alnı, uzayın yasak derinliklerine tırmanan bu küçük, canlı dünyayı tehdit eden elementer güçlere meydan okuyordu âdeta. ilk kez bir uzay seferine katılan genç astronavigatör Niza Krit nefesini tutmuş. sessizce Noor’u izliyordu. Ne sakin, enerji ve akıl doluydu sevdiği bu adam! Beş yıldır âşıktı ona. Bunu ondan gizlemenin bir anlamı yoktu… Ve Noor biliyordu, Krit hissediyordu bunu… Şimdi, bu talihsizlik başlarına gelmişken, onunla birlikte nöbet tutmak, kız için bir mutluluktu.

Yıldız gemisinin mürettebatı üç ay önce derin, hipnotik uykularına daldıklarından beri baş başaydılar. On üç gün daha kalmıştı, sonra diğer iki nöbetçiyle yerlerini değiştirip altı aylık bir uykuya dalacaklardı. Bu sırada dümenciler, astronomlar ve mekanisyenler nöbete kalkacaklardı. Diğerleri – çalışmaya ancak hedefe ulaştıklarında başlayacak olan biyologlar, jeologlar- daha uzun uyuyabilirlerdi ama astronomların işi en yorucu ve stres yüklü olanıydı!

Erg Noor kalktı, Niza’nın düşünceleri bölündü.

“Yıldız haritası odasına gidiyorum. Siz de…” Gemi saatinin kadranlarına baktı. “Siz de dokuz saat sonra dinlenebilirsiniz. Yerinizi almadan ben de biraz uyumaya fırsat bulurum.”

“Ben yorgun değilim, ne kadar gerekirse kalırım burada, yeter ki siz dinlenebilin!”

Erg Noor kaşlarını çattı, itiraz etmeye niyetlendi ama kızın sözlerindeki ve onu saran güven dolu, altın sarısı-ela gözlerindeki şefkatle geri çekildi, gülümsedi ve sessizce çıktı, Niza koltuğa oturdu, alışkın gözlerini aletlerin üzerinde gezdirdi ve derin düşüncelere daldı. Başının üzerinde, mürettebatın bakarak gemiyi saran dipsizliği inceledikleri yansıtıcı ekranlar asılıydı. Rengârenk yıldızlar, ışıktan iğneler gibi gözlerini alıyordu.

Yıldız gemisi bir gezegenin yanından geçiyordu: gezegenin çekim gücü, yerçekimi alanında yarattığı değişiklikle gemiyi sarsıyordu. Ve nahoş görünümlü ama muhteşem sayısız yıldız, yansıtıcı ekranlarda vahşice zıplıyorlardı. Takımyıldızların görünümü, hatırlanması mümkün almayacak bir hızla değişiyordu. Güneşinden çok uzaktaki K2-2N-88 gezegeni, bu soğuk, cansız gezegen, yıldız gemilerinin randevu yeri olarak biliniyordu… görüşmeye gelmeyen gemiler için ikinci randevu yeri. Beşinci halka… Ve Niza, azaltılmış bir hızla bir milyar kilometre çapında devasa bir halkanın çevresinde, kaplumbağa hızıyla hareket eden, bir gezegeni geride bırakarak ilerleyen kendi gemisini hayal etti. Gemi yüz beş saat sonra beşinci halkayı bitirecekti. Ya sonra? Erg’in kudretli beyni şu anda en iyi çıkış yolunu bulmak için bütün gücünü topluyordu. Gezinin şefi ve geminin komutanı yanılıyor olamazdı – aksi takdirde birinci sınıf yıldız gemisi Tantra, içinde en iyi bilim insanlarından oluşan mürettebatıyla birlikte uzayın derinliklerinden asla geri dönemeyecekti! Ama Erg Noor hata yapmazdı…

Niza Kriz ansızın iğrenç, mide bulandırıcı bir ruh haline kapıldı: Yıldız gemisi rotasından, sadece azaltılmış hızda karşılaşılabilecek türden, derecenin küçük bir küsuratında şaşmıştı – bu şaşma çok küçük olmalıydı, yoksa hassas, canlı insan yükü, şimdiye kadar hayatta kalmış olmazdı. Mide bulantısı tekrar başlamadan kızın gözlerindeki sis perdesi dağıldı – gemi rotasına geri döndü. Son derece hassas antenler, önlerindeki kara dipsizlikte bir meteorit tespit ettiler — yıldız gemileri için en büyük tehlike. Gemiyi idare eden bilgisayarlar, (zira ayarlamaları, gereken hızda ancak onlar yapabilirler- insanın sinirleri kozmik hıza uygun değildir) Tantra’ya saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda gemiyi rotasından kaydırdılar ve tehlike geçince hızla eski rotaya döndüler.

“Bu aletlerin Algrab’ı bulmasına ne engel olabilir ki?” diye düşündü Niza. “Herhalde bir meteoritle çarpışıp zarar görmüş olacak. Erg Noor, bugüne kadar her on yıldız gemisinden birisinin meteoritler yüzünden parçalandığını söylüyor, hem de Voll Hod’unki gibi hassas antenlerin ve küçük partikülleri geri püskürten koruyucu enerji örtülerinin keşfine rağmen.”

Algrab’ın kaybolması, onları da son derece riskli bir duruma sokmuştu. oysa o zamana kadar her şeyin yerli yerince düşünüldüğü ve gözden geçirildiği sanılıyordu. Niza, kalkış anından beri olan her şeyi anımsamaya başladı. Otuz yedinci uzay seferi, Yılancı takımıyıldızındaki en yakın güneş sistemine gönderilmişti; buradaki, yaşanan biricik gezegen olan Zirda uzun süre önce yeryüzü ve Büyük Yüzük’teki diğer gezegenlerle iletişime geçmişti. Ancak ansızın susmuştu. Yetmiş yıldan fazla bir zamandır hiçbir mesaj alınmamıştı. Ne olduğunu açığa çıkarmak, Yüzük’te Zirda’ya en yakın gezegen olarak yeryüzünün göreviydi.

Gemi bu nedenle çok sayıda alet ve çok sayıda testten sonra sinir sistemlerinin yıldız gemisinde geçirilecek yılları kaldıracak kadar güçlü olduğu anlaşılan birkaç seçkin bilim insanı da almıştı. Motorların yakıtı anamezondu – yani, atom çekirdeklerinin mezon bağlarının parçalanmasıyla oluşan ve ışık hızına erişmeye olanak sağlayan bir madde. Ancak yakıt, anamezonun ağırlığından ötürü değil de, onu saklamak için kullanılan konteynerin devasa hacminden ötürü tam yetecek kadar bulunuyordu. Geri dönüş için anamezon ihtiyacının Zirda’dan karşılanabileceği hesap edilmişti. Gezegende ciddi bir şey olma ihtimaline karşı ikinci sınıf yıldız gemisi Algrab, Tantra’yı K2-2N-88 gezegeninin yörüngesinde karşılayacaktı.

* * * * * 

Niza’nın keskin kulakları, yapay çekim alanının sesindeki değişikliği yakaladı. Sağdaki üç aracın diskleri düzensiz bir şekilde göz kırpmaya başladılar, sağdaki panelin elektron duyargaları da hareketlendi. Işıklar yanan ekranda parlak, köşeli bir şekil belirdi. Bir torpido gibi doğruca Tantra’nın üzerine geliyordu: şu anda uzaktaydı. Bu, benzerlerine uzay boşluğunda çok nadiren rastlanan dev bir maddeydi; Niza bu maddenin hacmini, kütlesini, hızım ve uçuş yönünü tespit etmek için hemen panelin önüne gitti. Ve ancak gözlem kayıt cihazının otomatik makarası tıkırdadıktan sonra anılarına geri döndü.

En canlı anısı, yolculuklarının dördüncü yılının son aylarında ekranlarında beliren kasvetli, kan kırmızısı güneşti. Mutlak hızın, yani ışık hızının 5/6’sında giden yıldız gemisinin sakinleri için bu dördüncü yıldı. Dünyada ise “bağımsız” dedikleri yedi yıl geçmişti.

Ekranların filtreleri gözlerini korumak için renkleri olduğu gibi onların frekanslarını da değiştiriyordu. Karşılaştıkları güneşler, tıpkı ışığı ozon ve su buharıyla yüklü, kalın dünya atmosferinden geçen bizim güneşimizin göründüğü gibi olurdu. Çok yüksek sıcaklıktaki güneşlerin tarifsiz, bir düşü andıran kırmızı rengi, mavi ya da beyaz gibi görünürdü, asık suratlı griye çalan pembe yıldızlar sanki neşelenirlerdi, altınsı sarı renktekiler ise bizim güneşimize benzerlerdi. Buradaki parlak kırmızı alevlerle yanan güneş ise, dünyadaki bir gözlemcinin ancak M5 spektrum sınıfı yıldızlarda görmeye alışkın olduğu derin bir kan rengindeydi. Gezegen kendi güneşine, dünyamızın bizim güneşimize olduğundan çok daha yakın bulunuyordu.

Gemi, Zirda’ya yaklaşırken onun güneşi de dev, kütle halinde sıcak dalgalar saçan kızıl bir disk haline gelmişti. Tantra, Zirda’ya yaklaşmadan iki ay öncesinden itibaren gezegenin dış istasyonuyla ilişki kurma çabalarına başlamıştı. Burada, atmosferi olmayan Zirda’ya, ayın dünyaya olduğundan daha yakın, küçük ve doğal bir uyduda sadece bir istasyon vardı.

Tantra, gezegene otuz milyon kilometre kalıp olağanüstü hızını saniyede üç yüz bin kilometreye düşürdükten sonra da çağrılara devam ediyordu, Nöbette Niza bulunuyordu ama bütün mürettebat uyanık bir halde kumanda bölümündeki ekranların önünde oturmuş, cevap bekliyordu. Niza, radyo sinyallerinin frekansını yükselterek ve ileriye yay şeklinde dalgalar göndererek çağrı yapmaya devam ediyordu.

Sonunda zayıf, parlak bir nokta halinde uyduyu gördüler. Yıldız gemisi, gezegene spiraller çizerek ağır ağır yaklaştı ve hızını uydunun hızıyla eşitlerken gezegenin etrafında bir yörünge çizmeye başladı. Tantra ve uydu, görünmeyen bir sicimle birbirlerine bağlanmış gibiydiler; yıldız gemisi yörüngesinde hızla dönen küçük gezegenin üzerinde asılıydı adeta. Geminin elektronik stereo teleskoplar uydunun yüzeyini tarıyorlardı. Ansızın Tantra mürettebatının önünde unutulmaz bir manzara belirdi.

Devasa, düz cam yapı, kan kırmızı güneş ışınlarıyla yanıyordu. Çatının hemen altında büyük bir toplantı salonuna benzer bir yer vardı. Orada, dünyalılara benzemeyen ama hiç kuşkusuz insan olan kalabalık bir grup varlık donup kalmış gibiydi. Seferin astronomu, uzayda henüz acemi olan, deneyimli çalışanın hemen öncesinde nöbette bulunan Pur Hiss heyecan içinde termometrenin fokusunu yapmaya uğraşıyordu. Camın altında belli belirsiz görülen insanlar tamamen hareketsiz durumdaydılar. Pur Hiss, görüntüyü büyüttü. Bulanık görüntülerin arasında kontrol panelleriyle çevrili bir kürsü belirdi; kürsünün üzerinde uzun bir masa vardı, masanın üzerinde bir adam, bacak bacak üzerine atmış, korkmuş gözlerinde delice, uzaklara yönelmiş bir bakışla, seyircilerinin karşısında oturuyordu.

“Hepsi ölmüş, donmuşlar!” diye haykırdı Erg Noor…

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın