Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “7 Pencere” – Olcay Şeker

7 Pencere

Yazar: Olcay Şeker
Sayfa Sayısı : 398
İlk Baskı: 2017
İkinci Baskı: 2020 (Yakında Duyurulacak)

Genel İnceleme Puanı

 

*2016 yılında Cinius Yayınları ile satışa çıkan bu kitap, çok yakında Ahbap Kitap etiketi ile okurlarla yeniden buluşacak.

Yaşadığımız dünyanın kime ait olduğu sorusunu hep bencilce cevapladık. Toprağı, suyu, yeraltı kaynaklarını birbirimizle paylaşmak yerine; onlara tek başımıza sahip olmaya çalıştık. Evrende küçük bir kum tanesi olduğumuz gerçeğini unuttuk. Sahip olduğumuza inandığımız hiçbir şeyin bize ait olmadığı gerçeğini anlamak istemedik. Yüzyıllar boyunca hep kendimize düşmanlar yaratıp onlarla savaştık. Oysa düşman en yakınımızdaydı, bize çok benziyordu.

Dünyanın 7 farklı şehrinde gökyüzünde açılan 7 pencere, tüm insanlığın gündemini değiştirecek, bu 7 pencerenin sırrı çözülmeye çalışılacak. Sır çözüldüğünde ırk, dil, din ayrımı yapmak için kimsenin sebebi kalmayacak. Çünkü insanlığın en büyük savaşı kapının açılmasıyla başlayacak.

 

Ön Okuma

BÖLÜM 1
PARİS

Paris Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Enstitüsü Astrofizik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Djamel Mostefa odasında yaptığı toplantı ile son araştırmaları hakkında asistanlarıyla görüşüyordu. Toplantı 1 saat 45 dakika kadar sürmüş, asistanlarının yorulduğunu sezen Profesör; “Bugünlük yeterli arkadaşlar” diyerek toplantıyı dağıtmıştı. Açıkçası toplantıyı bitirmeyi kendisi de istemişti zira başında şiddetli bir ağrı vardı ve geçecek gibi de görünmüyordu. Sanki birisi başına uzun bir çivi çakıyordu. Ağrı dayanılmaz bir hale gelirken profesör, asistanlarının sırayla odayı terk edişini izledi. Daha sonra dolaptan ağrı kesicilerden birini alıp susuz bir şekilde yuttu. Hayatı boyunca hap yutarken suya ihtiyaç duymamıştı. Ağrı kesicinin etkisini göstermeye başlaması için beklemeye koyuldu. Başını koltuğuna yaslayarak gözlerini kapadı.

Ağrı kesicilere alışkın bir bünyesi vardı. Hayatı boyunca hep okumuş, başını kitaplardan nadiren alabilmişti. Bu yüzden sık sık gözleri, başı ve sırtı ağrır; profesör de ağrı kesicilere başvurmak zorunda kalırdı. Hatta genç bir öğrenciyken sınıf arkadaşlarının ona ‘bağımlı’ diye seslendiği dönemde, ağrı kesiciler birer akide şekeri gibiydi. Özellikle sınav haftaları başı şiddetli biçimde ağrımaya başlamadan, en az 1 ağrı kesici hap içerdi. İçmezse başına geleceği bildiğinden her zaman tedarikli gezerdi. Ama bu durumdan rahatsız olduğunu da söyleyemezdi. Zira mutlu olduğu işi yapıyordu. Hayali buydu.

Genç bir liseliyken bile astronomi ve uzayla ilgileniyor, bu alanda ihtisas yapması gerektiğini biliyordu. Oran şehrinin sokaklarında küçük bir çocuk olduğu zamanlar bir uzay aracında olduğunu ve Mars’a, Jupiter’e, Satürn’e gittiğini hayal ederdi. Hiç sıkılmadan tekrar tekrar okuduğu onlarca kitap vardı bu konular üzerine. Jules Verne, en sevdiği yazardı. Denizler Altında Yirmibin Fersah ve Ay’a Yolculuk adlı kitapları, en az onar kez okumuştu. Jules Verne ile benzerlikler taşıyan bir hayata sahip olduğunu düşünürdü. Elbette ne hukuk okumak için Paris’e gelmişti; ne de roman yazıyordu. Ancak ünlü yazarla ortak pek çok noktası bulunuyordu. İkisi de astronomiye ilgi duymuş, gönül vermişlerdi örneğin.

Djemal her zaman farklı bir çocuk olmuştu. Arkadaşlarının bir roman dahi okuyamadığı o dönemlerde Djemal, haftada 2-3 kitabı rahatlıkla bitiriyordu. Bu yüzden arkadaşları ile sohbet konusunda da sıkıntılar yaşardı. Zira onlar kızlar, futbol ve saçma sapan konular konuşurlarken; genç Djemal uzay, astronomi, gök cisimleri hakkında konuşmak isterdi. Bu isteği nadiren yanıt bulurdu. Bulduğu zamanlarda ise konuştuğu kişilerin bilgisizliği gözüne çarpar ve tüm hevesi kaybolurdu. Gerçek bilgiye erişmeyen, erişmek için hiç çaba göstermeyen birinin; her konuya yorum yapmasını anlayamazdı.

1944 yılında Cezayir’in Oran kentinde dünyaya gelmişti. Oran bir sahil şehriydi ve tarih boyunca birçok imparatorluğa ev sahipliği yapmıştı. Bu yüzden her yerinde tarihin ve bu imparatorlukların izlerini taşıyordu. Endülüsler, Kartacalılar, İspanyollar, Osmanlılar ve Fransızlar sırasıyla bu bölgeye hâkim olmuşlardı. Kentin adının Arapçada ‘iki aslan’ anlamına gelen ‘Wahran’ kelimesinden geldiği tahmin ediliyordu. Ünlü modacı Yves Saint Laurent de bu şehirde doğmuştu.

Djemal, babasını erken yaşta kaybetmişti. 8 Mayıs 1945’te Setif ve Guelma’da 45 bin Cezayirli öldürülmüştü. Fransızlar, 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine Cezayir bayrakları ile kutlama yapan Müslüman Cezayirlilerin üzerine makinalı tüfeklerle ateş açmış ve 45 bin sivil Cezayirli görüldükleri ve yakalandıkları yerde katledilmişti. Bu kanlı olay hiçbir Cezayirli tarafından unutulmamıştı.

Bu olaylardan sonra bağımsızlık mücadelesine giren Cezayir halkı, 1962 yılına kadar büyük bir savaş vermiş ve sonunda bağımsızlığını kazanmıştı. İşte bu olay, ülke genelinde büyük bir tepkiye ve ayaklanmaya sebep olmuş; Djemal’in işçi babası 1945’te gerçekleştirilen katliamın ardından gönüllü olarak savaşa katılma kararı almıştı. Savaşa giderken annesi ve iki ablası ile vedalaşan babası “Çocuklarımıza iyi bak” demişti annesine. “Ben büyük ihtimalle dönmeyeceğim. Allah yardımcımız olsun.”

Annesi, bu hikâyeyi her anlatışında gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Babasını, bir daha ne annesi ne de bir başkası görememişti. Nerede ve nasıl öldüğü bilinmiyordu. Bir mezarı var mıydı? Varsa neredeydi? Bunu da kimse bilmiyordu. O dönem, o kadar çok insan ölmüştü ki; mezar yapmaya zaman ve imkân olmadığı kesindi. Ama Djemal, babasının ölmeden evvel birkaç tane Fransızın işini bitirmiş olmasını umuyordu. Babasını hiç tanıyamamıştı. Bunun da sorumlusu Fransa idi.

Yıllar geçmiş ve Fransa’da yaşayıp Paris Üniversitesinde profesör unvanı kazanmıştı. Fransa, o dönemki Fransa değildi. O katliamın sorumluları çoktan ölmüştü. İçinde bir yerde varlığını inatla sürdüren nefreti dizginleyerek bu güne kadar gelmişti. Ancak aynaya her bakışında, kendiyle her baş başa kaldığında bu gerçeği içinden yüksek sesle söylemeyi de ihmal etmemişti. Annesinin anlattıklarına göre babası onurlu, dürüst ve namuslu bir adamdı. Geride eşini ve üç evladını bırakmıştı. Ancak bunu daha iyi bir gelecek için yapmıştı.

Babası gibi bağımsızlık savaşına katılmış ve bir bacağını kaybetmiş şekilde geri dönmeyi başarabilmiş olan amcası Riyad, savaşın tüm acımasızlığını onlara anlatmıştı. Kimse, kimseye acımıyordu. Fransızlar gördükleri yerde Cezayirlileri öldürüyordu. Başı kesilmiş, başıyla futbol oynanan Cezayirlilerden bahsettiğinde, Djemal ve ablaları kanlarının donduğunu hissetmişti. Tecavüze uğrayan, karınları deşilip bebekleri çıkarılan kadınlar ve daha nice kötü ve iğrenç şey…

Amcası Riyad, savaştan döndükten sonra 2 yıl daha yaşamış, bu süre boyunca hep korku ve öfke dolu kâbuslar görmüştü. Adam, nefes aldığı her gün aslında içten içe ölüyordu. Djemal babasının dönmeyişine üzülüyordu. Ama bir yandan da amcasının bu halini görüyor ve savaşın insanı ne kadar derinden etkilediğine şahit olup, babasının savaşta ölmüş olmasının (belki de) daha iyi olduğuna kanaat getiriyordu.

Üniversite tercihi yaptığı dönemde annesi ile büyük bir çatışma yaşamıştı. Annesi, şiddetle mühendis olmasını istiyor; baskı yapıyordu. Genç Djemal ise astronomi okumak istediğini söylüyordu. Baş ağrısı, şiddetini aynı kararlılıkla sürdürürken o geçmişin paslı tozlarını almakla meşguldü. Annesi bir yerde haklıydı. Para kazanmak için daha iyi mesleklere yönelmesi gerekiyordu. Ama o, para kazanmak derdinde değildi. Mutlu olmak istiyordu. Mutluluk ise uzaydaydı.  Siyah, sonsuz boşlukta binlerce uzak yıldızın arasındaydı.

Baş ağrısı, yavaş yavaş dinerken profesör de koltuğunda uyuyakaldı ve bir rüya gördü. Rüyasında çok yüksek katlı bir binanın çatısında üzerinde kot pantolon ve basit beyaz bir tişört ile duruyordu. Rüzgâr, öyle şiddetli esiyordu ki adeta birisi onu bacaklarından itmeye çalışıyor gibiydi. Yüksek binanın çatısından gördüğü manzara ilginçti. Çünkü bu yüksek binanın neresi olduğunu bilmiyordu ama bir şehrin merkezinde olması muhtemeldi.

New York veya Londra… Fakat tahmininin aksine bu yüksek binanın etrafı boştu. Alabildiğine yeşil boş arazi vardı. Gökyüzü bulutluydu ve güneş ışıkları için boşluk yoktu. Profesör, etrafına şöyle bir bakınmak için 360 derece kendi ekseni etrafında döndü. Görebildiği tek şey yeşil boş arazilerdi.

Bu boşluğun huzur verdiğini düşünmeye başladı. Bu kadar yüksekten böyle büyük bir boşluğu seyretmenin tadını çıkarmaya karar vermişti ki; bulutlar, aniden dağılmaya başladı. Yüksek katlı bina, tek tek sahip olduğu katları ve yüksekliği kaybediyor; zemine doğru hızla yaklaşıyordu. Djemal bir asansörde olduğunu hissediyordu. Ancak bu asansörün bir kabini yoktu. Bu, bir gökdelenin çatısından ibaret, benzersiz bir asansördü.

Asansör, zemine geldiğinde çatı katının döşemesi havada duruyordu. Djemal yerden 1-1,5 metre yükseklikte duran döşemeden aşağı indi. Yeşil zemine bastığı anda zemin bir bataklık misali içeri göçtü. Djemal, bu kahverengi çamurlu zeminde debelenmeye başladı. Her hareketi, onu daha fazla aşağı çekiyordu. Mücadele etmeyi bırakıp dibe batmayı beklediği anda gökyüzünde büyük beyaz bir ışık gördü. Işık, giderek kendisine yaklaşırken Djemal; gözlerini kapadı.

Uyandığında tüylerinin diken diken olduğunu gördü. Baş ağrısı geçmişti fakat bu sefer de boynu ağrımaya başlamıştı.

BÖLÜM 2
NAİROBİ

Birleşmiş Milletlerin üç bölgesel karargâhından birisi olan Kenya Nairobi’de göreve başlayalı, henüz 3 ay olmuştu ve Fuguki Uchida, daha şimdiden burayı sevmişti. Japonya’dan ayrılırken insanların söylediklerinin aksine Kenya, (en azından Nairobi) o kadar da kötü bir yer değildi. Üstelik Birleşmiş Milletler Karargâhında çalışmak, çok havalıydı. Tıp fakültesini bitirdikten sonra Birleşik Devletlere yüksek lisans ve dil eğitimi için gitmiş, burada Birleşmiş Milletler Genel Merkezinde bir seminere katılmış ve ardından bu kurum için çalışmaya karar vermişti. İngilizceyi ana dili gibi biliyor, bunun dışında İspanyolca ve Fransızcayı da kendini ifade edebilecek kadar konuşuyordu.

Dil öğrenme konusu Fuguki için hiçbir zaman zor olmamıştı. Geleli bir ay olmuştu ama daha şimdiden Kiswahili dilini öğrenmeye başlamıştı. “Jambo” merhaba, “Habari gani?” nasılsınız ve “Usiku mwema” ise iyi geceler demekti. Bunları bir Japon’dan duyan her Kenyalı önce şaşırıyor; ardından ona gülümseyerek cevap veriyordu. İnsanların sempatisini kısa zamanda kazanmak konusunda Fuguki’nin eline kimse su dökemezdi.

Nairobi, 2 milyondan fazla kişinin yaşadığı Doğu Afrika’nın en yüksek nüfusuna sahip şehriydi. Yerel dilde Nairobi ‘yeşil ve sulak yer’ anlamına gelmekteydi. Gerçekten de Fuguki buraya geldikten sonra neden bu ismin verildiğini kısa zamanda anlamıştı. Şehir, yemyeşil ormanları ve şehrin içine yayılmış parklarıyla huzur dolu bir yerdi. Karura ve Nyong Ormanı, şehrin içinde yer alan iki büyük ormandı. Şehrin çevresinde yer alan Waiyaki Yolu, Langata Yolu ve Outer Ring Yolları Nairobi’yi diğer şehirlere bağlayan ana yollardı. Fuguki, henüz bu yolları hiç kullanamamıştı. Nairobi Ulusal Parkı ise Fuguki’nin favorisiydi. Hafta sonları buraya gidiyor ve hayatı boyunca bu denli yakından göremediği birçok hayvanı görme fırsatı yakalıyordu. Burası, insanın doğa ile baş başa kalıp huzur bulabildiği ender yerlerden biriydi.

Fuguki buraya geldiğinden beri kendisi gibi birçok yabancıyla tanışmıştı. Hiç uzak doğulu yoktu belki ama bir Hintli, bir de İranlı vardı ve bu da bir şeydi. Ne de olsa hepsi Asyalı değil miydi? Fuguki için fark etmiyordu gerçi. O bir Alman, bir Kanadalı veya bir Türk ile de arkadaşlık yapabilirdi. Her zaman sempatik ve ilgi çekici birisi olmuştu. Şeytan tüyü vardı onda, gülüşü insanların ilgisini çekerdi.

Boyu bir Japon için uzun ancak bir Amerikalı için kısaydı. Burada; Kenya, Nairobi’de sırıtmıyordu. O doktordu ve insanların ondan tek beklediği hastaları tedavi etmesiydi. Her gün, Kenya’nın değişik bölgelerinden hastalar getiriliyor; Fuguki ve diğer doktorlar bu hastalar ile ilgileniyorlardı. Getirilen hastaların çoğu ishal, tifo, sıtma ve kuduz hastalarıydı. Nairobi’nin aksine; Kenya’nın diğer şehirleri, açlık ve imkânsızlıklarla boğuşuyordu. İnsanlar bazı bölgelerde temiz su dahi bulamıyordu.

Birleşmiş Milletlerin bölgesel karargâhlarından biri olan Nairobi Karargâhı, içerisinde Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNDOC) ve UN-HABITAT’ı barındıran, yeşillikler içerisinde bir karargâhtı. Kendi kafeteryası, kliniği ve hobi alanları mevcuttu. Gökyüzünden bakıldığında karargâhın tam ortasında yeşillikler içerisinde Birleşmiş Milletlerin amblemini görebilirdiniz. Karargâh, Kaura Ormanı ve Sigiria-Kaura Ormanı arasında kalan bölgede, şehrin içindeydi.

Fuguki, kendisi gibi doktor olan arkadaşı Madhav’ın yanına giderek başıyla selam verdi. Yağmur başlamıştı ve hava serinlemişti. Madhav, sigara içmek için dışarı çıkmıştı. 36 yaşındaydı ve buraya Fuguki’den 1 yıl önce, Hindistan’dan gelmişti. “Hiç yabancılık çekmedim” demişti gülerek. Fuguki önce bu sözünü anlayamamış, sonra Madhav açıklamıştı. “Benim ülkemden farkı yok buranın.”

Hossein ve Madhav çok iyi anlaşan iki arkadaştılar ve Fuguki ile birlikte muhteşem üçlü olmuşlardı. Hossein, veterinerdi. Buraya Madhav ile birlikte gelmişti. Günün çoğunu Kenya sınırları içerisinde yaşayan hayvanları incelemekle geçiriyordu. Bazen yaralı bir aslan, bazen ise hasta bir Afrika mandasını tedavi etmek için gider; kimi zaman birkaç gün geri gelemezdi. Hayvanlarla ilgilenen ekibin çoğu Kenyalıydı ve Hossein, yerel dili çok iyi konuşuyordu. Madhav ile Hossein, iş dışında hiç ayrılmıyor; Nairobi’nin her köşesine birlikte gidiyorlardı.

Fuguki, Madhav’ın sigarasını yere atıp ayağıyla söndürmesini izledikten sonra sordu;

“Nyanza’da bir hastanede yatan hastaları incelemek için bir ekip oluşturulmuş. General Schmidt, listeye beni de eklemiş. Sana bir bilgi verildi mi Madhav?”

Madhav elini Fuguki’nin omzuna koyup; “Sen yenisin Fuguki, seni yazabilirler ama beni yazamazlar. Bu tarz işler senin gibi çömezlere verilir” dedi.

Bu sözleri söylerken de Fuguki’ye göz kırpıp gülümsedi. Fuguki bu şakaya çok aldırış etmeden tekrar sordu;

“Nairobi’den ayrılmak iyi gelebilir aslında. Bence sen de gelmelisin. Buraya geldim geleli şehirden dışarı hiç çıkmadım.”

Madhav ona alaycı bir ifadeyle bakarak “Dostum inan bana, burası Kenya’nın en güzel şehri ve buradan dışarı çıkmanın hiçbir anlamı yok” dedi.

Kliniğin kapısında iki asker duruyordu. Onlara selam vererek içeriye girdiler. Duyuru panosuna aslı yazılara baktılar ve Madhav sordu;

“Liste nerde?”

Fuguki, listeyi eliyle işaret etti. 14 kişilik listede Madhav’ın adı yoktu.

Madhav “Ben sana dedim değil mi? Bak, hep yenilerin adı var. Brown, Garcia, Lee, Wilson ve Peeters. Bunlar hep çömez.”

Boş koridordan ilerleyerek kliniğin güney ucuna vardılar. Doktorlara ait, kişisel eşyalarını koyabildikleri ve boş zamanlarını değerlendirebildikleri bir alandı burası. İçeriye girip boş bir masaya oturdular. İçeride, Belçikalı Doktor Peeters uyukluyordu. Kulağında kulaklık, müzik dinlerken uyuyakalmıştı. Madhav, Peeters’ın karnına dokunup uyanmasını sağladı. Peeters anlamadıkları bir şeyi sert bir üslupla söyledi. Fuguki küfür ettiğini düşündü. Peeters’ın küfretmesi için Madhav’ın bir şey yapmasına gerek yoktu. O, her an her şeye küfür edebilirdi.

Biraz sonra, General Schmidt kapıdan başını uzattı ve “Madhav, Nyanza’ya seni de ekliyorum. Listede adın yok ama gideceksin” dedi.

Fuguki, Madhav’a bakıp pis pis sırıttı. Madhav bir şey söylemedi.

Pencereden dışarıya baktı ve “Tabi efendim” dedi.

Dışarıda serin bir hava vardı ve yağmur şiddetli biçimde yağıyordu. Birkaç asker nöbet değiştiriyorlardı. Bir askeri araç ve bir sivil otomobil, tesisin önünden geçerken arkalarında çamurdan izler bırakıyorlardı. Fuguki, kahve makinasına doğru yürüyüp boş bir kâğıt bardak aldı. Sade kahve tuşuna basıp bardağı doldurdu. Birleşmiş Milletler üye ülkeleri bayraklarının asılı olduğu direklerin bulunduğu cadde, yağmur nedeniyle su birikintileriyle doluydu. Dışarıda yağan yağmuru seyredip kahvesini yudumladı.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın