Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

ÇANLAR

Fazla geniş olmayan, trafiğe kapalı bir caddedeyiz, etrafımıza şöyle bir bakıyoruz, sertçe yağan kar gözlerimizi acıtıyor ama yine de bir şeyler görebiliyoruz, insanlar oldukça meşgul gözüküyorlar, karanlık çoktan çökmüş ama yine de cadde ışıl ışıl, uzaktan minik bir çanın hışımla birkaç kez çınladığını duyuyoruz… Oldukça alçaktayız. Biraz yükselelim…

Şimdi çok daha iyi. Eski ama hiçbiri diğerine burada ne işin var demeyen binaların çatılarını görüyoruz. Biraz ilerleyip caddeyi kesen ara sokaklardan birine daldık. Kafeler dışarıdaki masa ve sandalyelerini toplamış, hava çok soğuk ama yine de kafelerin hepsinin içinde bir sıcaklık var, hiçbiri bunu dışarıdaki soğukla paylaşmıyor. İnsanların bağrışlarını ve şarkılarını duyuyoruz, içeri girmek istiyoruz, üşüdük ama davetli değiliz, biraz daha ilerleyelim…

Şimdi daha kuytu bir yerdeyiz. Burada kafelerin ve barların verdiği o sıcaklık yok. Islak, üzerinde yosunların bittiği bir duvar ilişti gözümüze. Çok yukarıdayız, biraz alçalalım, bir an yere düşer gibi oluyoruz, ama durmayı başardık. Şimdi gözümüzden kaçan bir şeyi yakaladık, kar yüzünden olmalı. Bir.. kaç…kere… açıp… kapattık … gözlerimizi…

Yanlış görmemişiz, gerçekten de orada duvarın dibinde bir şey var, bir kumaş parçası mı? Palto mu yoksa? Hayır bir battaniyeymiş. Uzaklardan gelen acı çan sesleri şimdi daha yakından geliyorlar, ama halen uzakta, biraz daha vaktimiz var…

Battaniyenin yanına doğru bir tüy gibi süzülüyoruz. O da ne, birisi varmış altında. Kim diye baksak mı? Ayıp olur mu? Yoksa bizi hiç ilgilendirmez mi? Hayır bizi ilgilendiriyormuş. Çünkü yükselmeyi denedik, beceremedik, geçip gidelim dedik, kıpırdayamadık. Maalesef bakmak zorundayız ne olduğuna, daha fazla hareket kabiliyetimiz kalmadı, hep yadırgadık, boş verdik ama şimdi seyretmek zorundayız anlaşılan…

Önce biraz kıpırdanma oldu, yağan kara rağmen fark ettik, battaniyede ufak bir açıklık var, iyice yaklaşıyoruz, artık uzansak tutabileceğiz üstü yavaş yavaş beyazlaşan battaniyeyi ama olmaz, tutamayız. Zamanında niye tutmamıştık ki sanki?

Açıklığa odaklıyoruz gözlerimizi, kısıyoruz  onları iyice, görünmez elimizi de siper edelim şu kara… Tamam sonunda bir şey görebildik. Minik bir kafa, oldukça kısa kesilmiş saçlar, ama yine de renklerini karıştıracağımız kadar kısa değil. Buğday rengindeler. Kar minik açıklığı bizden önce fark etmiş olmalı. Dokunmaya başlamış bile saçlarına. Biz yapamamıştık oysa, yazık…

Farkında olmadan yükseldik yine, neden oysa daha önce denemiştik. Gözlerimiz halen battaniyenin üzerinde. Bir tekme geldi, sanki yokluktan çıktı, iyi ki yükselmişiz farkında olmadan. Yoksa tekmeyi biz yiyecektik. Ama zaten biz ne zaman tekme yedik ki?

Battaniye iyice kıpırdamaya başladı, bir tekme daha, biraz daha kıpırdadı battaniye, bir tekme daha. Başımızı kaldırmaya cüret ettik. Maalesef göremiyoruz tekmenin sahibini. Zaten hiç gözükmezler bize… Battaniye açıldı. Yanılmamışız. Minik kafa aynen gördüğümüz gibi küçük bir bedene aitmiş. Küçük bir çocuğa, daha yakından bakmak istiyoruz, ama acaba bize tekme gelir mi? …. …. Gelmedi, tekmeler kesilmiş olmalı. Yaklaşalım o zaman. Minik bir el çıktı şimdi battaniyenin altından, minik bir burna doğru gitti ve şimdi bir parça donmuş sümüğü görüyoruz minik elde, başımızı kaldıracağız, iğrendik… Küfürle karışık şiveli bir konuşma duyuyoruz, aynı memleketteniz ama anlamadık, ne yapalım, demek ki yeterince dizi seyretmiyormuşuz… Birkaç mendil paketi düştü önümüze. Minik el onları kavradı, bir anda birkaç tanesi ceplerinde kayboldu,  ceplerden yukarı doğru biraz parmaklarımızın ucunda uzandık, birkaç tanesi de yırtık pırtık bir kazağın altında kayboluverdi şimdi… Biraz daha yukarı çıkıyoruz, minik elin sildiği sümük yine gelmiş eski yerine, biraz daha yükseldik ve iki tane göz, daha belirginleşmemiş kaşların altından bize bakıyor. Fark edildik mi acaba? Ne mümkün, biz hiç fark edilmeyiz ki? Belki fark etseydik…

Şimdi küçük bir adım, bu küçük çocuk içimizden geçecek! Neyse son anda açımızı değiştiriyoruz ve arkasından biz de yola koyulduk. Siyah kösele ayakkabılar karda minik izler açıyor. Ama sol ayaktan düzgün bir ayakkabı izi çıkartamıyoruz. Gri okul pantolonun bir kısmı ayakkabının topuğu tarafından eziliyor çünkü, belli ki bir başka sahibi daha varmış eskiden. İnsan sesleri yaklaşmaya başladı, etraf biraz daha aydınlık, hay aksi gözümüze kar kaçtı…

Biz karla boğuşurken bize istemeden bahşedilen karanlıkta çan seslerini yine duyduk. Nereden geliyor bunlar ??

Yine görüyoruz. Hay Allah nereye gitti ufaklık? Tamam tamam işte orada, sadece çok küçük, kalabalığın arasında görülmüyor. İnişe geçiyoruz ve ufaklığın tam kulağının arkasına konuşlanıyoruz. Hava çok soğuk. İçimiz ürperiyor.

Durduk, minik baş yukarı kalkıyor, duyma yitimizi kaybettik, duymamız yasaklandı, merak ediyoruz ve açımızı değiştiriyoruz yine ve bu sefer ufaklığı burnunun ucundan seyrediyoruz, sessizliğin içinde iki dudak açılıp kapanıyor. Çatlamışlar, ama bir çocuğa ait olduklarını inkâr etmiyorlar, önce büzülüyorlar, sonra kıvranıp tekrar birbirlerine yaslanıyorlar. Olmadı… Kapandılar, kafa önüne eğildi…

Biraz daha ilerliyoruz, bir ıslık duyduk. Başka minikler de dışarıda, ıslık bize, daha doğrusu bizimkine, bakıyoruz ama aldırış etmiyoruz. Biz kendimize bir tane bulduk. Bırakalım onlara da başkaları baksın, ya da öyle umalım. Karda yürümeye devam ediyoruz. Üşüdük, donduk. Ama sadece kazağı olan ufaklık bize dayanma gücü veriyor. Dayanıyoruz, merak ediyoruz. Bu işin sonu nereye varacak?

Tekrar durduk, minik el yine cebine girdi ve kâğıt mendilleri çıkardı, dudaklar şimdi daha sık açılıp kapanıyorlar, daha çok büzülüyorlar, daha fazla sızlanıyorlar, ama nafile. Mendillerin yerini bir türlü birkaç bozuk para almıyor.

Milletin acelesi var belli ki, önümüzden bir sürü çift ayak geçiyor, çoğu yavaşlıyor ama hiçbiri durmuyor. Erkek ayakkabıları, bayan ayakkabıları, bazen birbirlerine çok yakın, bazen birbirlerinden çok uzak geçiyor, ama hiçbiri durmuyor. Sıkıldık, bu ufaklıktan başka kimsenin yüzünü göremiyoruz. Hep ayaklar, ıslanmış paçalar, kediler, köpekler, atılan izmaritler ve bizim ufaklık, bir tek onu tam olarak görüyoruz. Ama o kadar da olsun. Biraz da ona bakmak istiyoruz zaten. Şimdi ne yapıyor diye, onunla çok bekliyoruz ama olmuyor, bir türlü mendiller yerlerini bozuk paralarla değiştirmek istemiyor…

Rüzgâr iyice kuvvetlendi, kar her yerde, her yerimizde, ufaklıkla beraber bir duvarın çıkıntısına sığındık. Bizi birileri görse, ah bir fark edilsek, bir mendil satılıverse belki bu sinir bozucu görevden azad edilir miyiz? Sanmıyoruz ama yine de beklemek zorundayız…

Nihayet biri sonunda fark etti, bir çift ayakkabı yavaşlıyor ve tam önümüzde duruyor, yaşlı bir el donmuş yanakların üzerinde geziniyorlar, ela gözler kısılıp yukarı bakıyor, ama biz nereye baktıklarını göremeyeceğiz, yaşlı el minik eli kavrıyor, bir an iyice sıkılıp ısıtmaya çalışıyor, sonra tekrar gevşeyip yumuşuyor, minik kolu yavaşça çekiyor yerinden, sıcak, döner satan minik bir büfeye doğru, biz içeri giremedik, dışarıda bekliyoruz ve garip çan sesleri daha yakından geliyorlar, belki ne olduğunu görebileceğiz sonunda…

İnsanlara bakıyoruz, ne kadar da mutlular, bir şey kutluyorlar galiba, kimse yağan kara aldırış etmiyor, bu saatte dışarıda ne işleri var, onlar duymuyor mu çan seslerini veya bizi, ufaklığı fark etmiyorlar mı? Nesi var bunların, nasıl bu kadar yalnız olabiliyorlar bu kalabalıkta? Nasıl oluyor da kendilerinden başka hiç kimseyi göremiyorlar? Etraf çok kalabalık olduğu için mi, yoksa kalabalıkta kendimizi bir türlü onun parçası olarak göremediğimiz için mi?

Daha fazla düşünemiyoruz, biz üşümeye mahkûmuz, kapının açıldığını görüyoruz, bir parça kâğıda sarılı bir ucu açık minik bir paket, ama yine de minik ellerin arasında yeterince büyük. Aslandan ceylan kaçıran sırtlan gibi bir köşeye büzüştü, yanına gelmeye çalışıyoruz ama olmuyor, onu biraz uzaktan seyrediyoruz. Sırtı bize, yüzü duvara dönük, minik kamburunu çıkarmış yemeğini yiyor. Şimdi daha da küçük oldu. Aman kimseler görmesin…

Biraz bekledik, ama doymadık, ayağa kalkıyor, peşinden gidiyoruz, eski köşesine sığındı, biz de onunla beraber bekliyoruz. Oturdu, minicik oldu, dizlerini içine çekti, kafasını aralarına soktu, ela gözlere odaklandık. Yavaşça kısılıyorlar. Tam kapanacakken birden açılıveriyorlar, sonra yine ağırlaşıyorlar. Rüzgârda sürüklenen bir torba gibi, yavaş yavaş yere süzülüp sonra bir rüzgâr yakalayıp bir anda tekrar havalanıyor göz kapakları, ileriden çan sesleri geliyor kulağımıza, gittikçe yaklaşıyorlar, ama kabullenmiyoruz, galiba anladık ne olacağını, hemen yükselmeye çalışıyoruz, olmuyor, kafamızı kaldırmayı deniyoruz, olmuyor, kimsenin yüzüne bakamıyoruz, kimse de bize bakmıyor, bağırıyoruz, kendi sesimizi bile duyamıyoruz, sadece gülen, şarkılar söyleyen insanları, yüksek sesli müzik çalan dükkânları bir de nerden geldiğini anlamadığımız çan seslerini duyuyoruz. Ufaklığın yanına gidiyoruz, ona dokunmaya çalışıyoruz ama değemiyoruz, saçlarında biriken karları silkmeye çalışıyoruz, olmuyor. Omuzlarına sarılmaya çalışıyoruz, olmuyor… olmuyor…

Yavaşça yaklaşıyoruz, tam burnunun ucuna geliyoruz. Orada bekliyoruz, kulaklarımızı dört açtık, kovduk bütün dalgacı insanların seslerini, bangır bangır müziği, nefes sesini duymaya çalışıyoruz. Derinden geliyorlar, çan sesleri ile aynı anda, ama daha yavaş, daha narin, bir, iki, üç, hırıltılı sanki tahtalar sürtünüyor, dört, beş, altı daha yavaş yedi sekiz dokuz daha narin, on, on bir, on iki, sanki kadife gibi, ipek bir kumaş gibi son nefeste son çınlamayla havaya karışıyor, minik surat bir an havai fişeklerle aydınlanıyor, minik burun soğuk havaya daha fazla duman salmıyor, önümüzden kırmızı bir tramvay geçiyor, minik bir silüet kalkıyor yerinden, bir çocuk kahkahası duyuyoruz, bakıyoruz ama ilerleyemiyoruz. Minik gölge rüzgar gibi, koşuyor, koşuyor, koşuyor ve zıplayıp kıpkırmızı tramvayın parlak gri metal koluna tutunuyor. Kendini haylazca içeri çekiyor, camından bize bakıp el sallıyor, biz de ona el sallıyoruz, tramvay ve çocuk gözden kayboluyorlar, yeni bir yıl geliyor, biz de arkamızı dönüyoruz. Yırtık pırtık kazak; üzerini karlar kaplamış, bir kefen gibi duruyor…

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Can ÖZER

1982 İstanbul doğumluyum. Bilkent ve Boğaziçi Üniversitelerinde Endüstri Mühendisliği eğitimi aldıkan sonra bir otomotiv anasanayi firmasında mühendis olarak çalışmaya başladım ve 2005 yılından beri aynı firmada çalışmaya devam ediyorum. Neil Gaiman, H.P. Lovecraft, E.A Poe ve Ray Bradbury beni etkileyen yazarlardan. Fantastik korku en sevdiğim tür. 11 yaşımda kabuslarımı hikayeleştirerek başladığım amatör yazarlığa hala devam ediyorum.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da