Ay'da 172 Saat
Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Ay’da 172 Saat” – Johan Harstad

Ay’da 172 Saat

Ay’da 172 Saat

Yazar: Johan Harstad
Orijinal Adı: Darlah – 172 timer på månen
Çevirmen : Ezgi Dikici
Sayfa Sayısı : 312
İthaki Yayınları – 1. Baskı 2016 – 9. Baskı 2020

Genel İnceleme Puanı

 

“UZAYDA KİMSE SENİN ÇIĞLIĞINI DUYAMAZ”

NASA, kırk yıllık uzun aranın ardından Ay’a insanlı bir yolculuk düzenlemeye karar verir. Dünya’dan üç genç de bu yolculuğa katılmaya hak kazanır: Midori, Antoine ve Mia.
Ay’a yolculuk sorunsuz bir şekilde tamamlanır, ama aslında sorun Ay’ın bizzat kendisidir. Ay üssü DARLAH 2’de sıradışı olaylar baş gösterir; Ay’daki bir şey uzun uykusundan uyanmıştır. Kısa bir süre sonra DARLAH 2’nin sakinleri orada yalnız olmadıklarını fark ettiklerinde, yaşamak ve eve dönmek için mücadele etmek zorunda kalırlar.

“İskandinav gerilimi, adeta bilimkurgu-korku sinemasıyla buluşuyor.” –VOYA

“Okuru kendine bağlayan, eşsiz bir bilimkurgu.” –SLJ

“Hem psikolojik hem de atmosferik olarak rahatsız edici.” –PUBLISHERS WEEKLY

“Baş döndürücü ve korkutucu.” –BOOKLIST

Bu kitapta okuyacaklarınız belki de neden Ay’dan arkamıza bakmadan kaçıp onu rahatsız etmemeyi seçtiğimizin ürkütücü bir cevabı.
Brageprisen Ödülü (2008)
Ubok/Dagbladet: Tüm Zamanların En İyi Genç Yetişkin Kitabı Ödülü (2014)

 

Ön Okuma

Ay'da 172 Saat

“Ay’da 172 Saat” – Johan Harstad
Ön Okuma PDF

AY’DA 172 SAAT

Giriş: Şubat 2010

“Vakit geldi, beyler,” dedi Dr. XXX, büyük konferans masasının çevresinde oturan takım elbiseli yedi adama bakarak. Ülkenin en güçlü kişilerinden bazılarıydı bunlar; Washington’daki NASA merkezinin en geniş toplantı odasında bir araya gelmişlerdi. Saat gece on bire geliyordu. Çok geçmeden bir karara varmaları lazımdı.

“Evet, sonuç nedir yani?” diye sabırsızca sordu Dr. XXX.

Odadaki yoğun ve boğucu sigara dumanı ortamı daha da kasvetli hale getiriyordu. Kamu binalarındaki sigara içme yasağı sinirler gerilince bir kenara itilmişti.

“Yani,” diye söze girdi yedi kişiden biri, kurşun kalemini kemirerek, “bu inanılmaz riskli bir teklif. Farkındasınızdır herhalde. Gerçekten buna değer mi?”
“1972’deki son seferden önce insanlar Ay yolculuklarına olan ilgilerini tamamen kaybetmişti bile,” dedi bir başkası.
“Bir yolculuk daha yapmamızı destekleyeceklerini nereden çıkardınız?”
“Orasını hallederiz,” dedi bir üçüncüsü. “Onlara Ay’ın güney kutbunda çok miktarda tantalum yetmiş üç bulma şansımızın çok yüksek olduğunu söyleriz.”

Oda birden hareketlendi, konuşmalar birbirine karıştı; gerilim hızla yükseliyordu.
“Güney kutbuna tekrar gitmek istemezsin, inan bana.”
“Tabii ki.”
“Ölürsün, cidden.”
“Farkındayım.”
“Bana sorarsanız, Ay’a hiç ilişmeyelim derim.”
“Beyler,” diye araya girdi Dr. XXX, “tantalum yetmiş üç keşfinin ne kadar önemli olabileceği hakkında bir fikriniz var mı? Günümüz teknolojisi çoğunlukla bu maddeye dayanıyor. İnsanlar bizi paraya boğacaktır.”
“Yani oraya doğal kaynakları araştırmak için mi gidiyoruz?
Ben sanmıştım ki–” dedi diğer adamlardan biri.
Dr. XXX tekrar sözünü kesti. “Hayır, onun için değil.”
Genelkurmay başkanı boğazını temizledi. “Bakın, sizinle açık konuşacağım, beyler. Ay’ın güney kutbuna gitmiyoruz ve Ay’da tantalum yetmiş üçün bulunup bulunmadığının da hiçbir önemi yok.” Odada kafalar karışmıştı.

“Bazılarınızın Ufuk Projesi’nden haberi vardır sanıyorum?” diye devam etti başkan.
İlk söz almış olan adam sordu, “1950’lerin sonlarında yapılan araştırmayı mı diyorsunuz? Hani şu Ay’da bir askerî üs kurma planı? Onun çöpe atıldığını zannediyordum.”
Dr. XXX hayır anlamında başını salladı. “Üs askerî değil.” Genelkurmay başkanına baktı. “Sadece bir araştırma istasyonu. Değil mi?”
Başkan cevap vermedi. Öbür adama dostça bir bakış fırlattı.
“Adı DARLAH 2. Yetmişli yıllarda DP7 Operasyonu adıyla yapılmıştı.”
“Ama neden… nasıl olur da… hiçbirimiz bunu daha önce duymadık?”
“DARLAH 2 ile ilgili tüm bilgiler yakın zamana kadar çok gizli olarak sınıflandırılmıştı. Güvenlik gerekçesiyle.” Daha fazla bir şey söyleyip söylememekte tereddüt ederek bir saniye durakladı.
Dr. XXX ondan önce davranıp açıkladı, “DARLAH 2, 1974 ile 1976 arasında yapıldı. Ama üs, Dinginlik Denizi’nde; orası da bildiğiniz gibi, Armstrong ve Aldrin’in 69’da ilk kez indiği yer. Sonraki inişlerin hiçbiri orada olmadı.”
“Niye yapıldı?” diye sordu o âna kadar suskun kalmış olanlardan biri.

“Biz bir şey bulduk,” diye yanıt verdi Dr. XXX.
“Biraz açar mısınız?”
“Ne olduğunu bilmiyoruz. Plan, çalışmalarımızı ve istasyon personelimizin Ay’daki varlığını sürdürmekti, ama bildiğiniz gibi, 1976’dan sonra finansmanımızın çoğunu kaybettik. Ve ifade etmeye çalıştığım gibi, Ay programımızın sonlandırılmasının tek sebebi finansman değildi. Gerçek şu ki… orada bulduğumuz şey, daha ileri araştırmalar için para alabileceğimiz türden bir keşif değildi. O işin peşini bırakmamızı söyleyeceklerdi. Biz de bu yüzden bir şey yokmuş gibi davrandık… ve zaten sonunda, o sinyal kesildi.”

“Ta ki geçen sonbaharda yeniden ortaya çıkana kadar,” diye ekledi Birleşik Genelkurmaylar başkanı.
“O sinyal mi? O da ne?” diye haykırdı kafası karışan adamlardan biri. Dr. XXX bunu diyen adama baktı, sonra da eğilip evrak çantasından bir şey aldı. Masanın üstüne bir dosya koydu ve içinden dörde altılık bir fotoğraf çıkardı.
“Bu resim Apollo 15’ten James Irwin tarafından Ay’da çekildi. Fotoğraftaki astronot da David R. Scott.”
“İyi de… arka plandaki öteki kişi kim?” diye sordu adamlardan biri.
“Bilmiyoruz.”
“Bilmiyor musunuz? Neler dönüyor burada?”
“Her şeyin bir zamanı vardır, beyler. İstediğiniz bütün bilgiler, planı uygulamaya oy birliğiyle karar verir vermez size sunulacak; bu arada hatırlatayım, başkan bu planı tamamen destekliyor. Şimdi, kullanılmayan bir üssün kimse fark etmeden orada kırk yıl durmasını nasıl açıklayacağımızı tartışabilir miyiz acaba?”
“Kullanılmayan mı? Bu üste daha önce hiç kimsenin bulunmadığını mı söylemeye çalışıyorsunuz?” diye sordu odadaki astronotlardan biri. “Peki, ya onu inşa edenler?”
“Onlar hiçbir zaman içine girmedi. Modüller Ay yüzeyindeki makineler tarafından birleştirildi, insanlar tarafından değil.”

Planı şimdiden destekleyenlerden biri, kendinden emin, gülümseyerek ayağa kalktı: “Kırk yılı onu test etmekle geçirdiğimizi söyleriz, mükemmel çalıştığından emin olmak için.”
“Peki öyle mi gerçekten?” diye sordu başka biri.
“Teoride, evet,” diye yanıtladı, gülüşü artık o kadar kendinden emin olmayan adam.
“Teoride demek yeterince iyi değil demek herhalde?”
“Olduğu kadar artık. On yıl içinde oraya geri dönmemiz lazım, başka biri bizden önce davranmadan.”

Hazır bulunanlardan birkaçı, şaşkın değilse bile kuşkulu görünüyordu.
“Peki kimi göndereceğiz oraya? Ne yapacaklar?”
“İlk kafile üç temel işi halledecek. Bir: Üssü test edecekler ve olması gerektiği gibi çalıştığından emin olacaklar. İki: Birleşik Devletler’e teknoloji üretim piyasasında büyük avantaj getirecek olan nadir Dünya metallerinin orada çıkarılma ihtimalini araştıracaklar. Ve üç –ki en önemlisi bu, beyler– medyanın dikkatini çekecekler. Bu da, sonuçta, araştırmamızı sürdürmek için yeterli malî desteği sağlayacak. Ve bir de… herhangi bir potansiyel… problemden kurtulmamız için.

“Ne gibi bir problemden?” diye sordu biri.
Dr. XXX sözünü kesmek istercesine ona doğru elini kaldırdı.
“Dediğim gibi, işin o kısmına geleceğiz. Burada amaç, bütün olayı insanın Ay’a ayak basışının ellinci yıl dönümü kutlamasına dönüştürmek. 60’lı, 70’li yıllardaki klasik Apollo programı roketlerinin yeni, gelişmiş versiyonlarını yapacağız. Bu da mutlaka insanlara nostalji yaşatacaktır.”
“İyi de, kırk beş yaşın altında kimse o Apollo yolculuklarını hatırlamıyor bile.”

Dr. XXX konuşmadan uzun süre bekledi. Çok zeki bir adamdı ve her bir ayrıntıyı bu devlet adamı bozuntularına açıklamak zorunda kalmak sinirini bozuyordu. Neyse ki, bu konuşmayı kafasında pek çok kez evirip çevirmişti ve sorabilecekleri her şey için bir cevabı vardı, bütün dünyayı yeni bir yolculuk için heveslendirecek mükemmel fikir de dahil. “Beyler, birkaç yeni yetme genci oraya göndermeye ne dersiniz?”

Kimse yanıt vermedi. Onun şaka yaptığını düşünerek öylece susup oturdular. Ama şaka yapmıyordu. “Ne yani, oraya çoluk çocuğu mu göndermek istiyorsunuz?
Çoluk çocuğu ne demeye Ay’a çıkaracaksınız ki?” diye sordu biri.
Dr. XXX tepeden bakan bir edayla gülümseyerek cevap verdi,
“Astronotlara eşlik etmek üzere lise çağında üç genç seçersek, bütün bir yeni nesli uzay keşifleri için heyecanlandırmış oluruz. Küresel bir sansasyondan geri kalır yanı olmaz bunun.”
“Ama… daha bir dakika önce bize orada şey olduğunu söylüyordunuz… bilinmeyen bir şey. Ve görünen o ki, biriniz bile onun aslında ne olduğunu ya da karşılaşabileceğimiz potansiyel sonuçları söyleyebilecek durumda değilsiniz. Ve şimdi de oraya eğitimsiz, masum gençleri göndermek istiyorsunuz. Ne bunlar, kobay mı?”
“Faydalar risklerden daha ağır basıyor,” diye yanıtladı Dr. XXX. “Belirli bir operasyon alanında bir şey olma ihtimali az; ve astronotlar da önemli ekipmanı kurup gerekli çalışmaları yapma fırsatı bulacaklar. Daha basitçe söylemek gerekirse, bence buna bir taşla iki kuş vurmak olarak bakmak en doğrusu. Birincisi –bizim işimiz– tantalum yetmiş üçün Ay’da çıkarılabilme olasılığını araştırmak–”
“Tantalumu gerçekten aramayacağız dememiş miydiniz?”
“Aramayacağız.” Devam etti. “İkinci kısım gençlerin gidişi ki bunun için büyük bir çaba sarf etmeleri gerekmiyor. Medya ilgisi otomatikman gelecektir. Onlar bunu bir Disneyland gezisinin muhteşem uzay versiyonu olarak sunacaktır. Ve, işin güzel tarafı, ön araştırmalarım gösteriyor ki, bazı büyük firmaların sponsorluğu neredeyse garanti. Bu da muhtemelen ikinci seferimiz için ihtiyacımız olan parayı sağlayacak bize.”

“İkinci bir sefer de mi olacak?”
“Korkarım, evet.”
“Çocukların ikincisine de gitmesini istiyor musunuz?”
“Hayır.”
Dr. XXX ‘çok gizli’ ibareli iki kalın zarfı havaya kaldırdı. “Gençlerin Ay’a çıkması aradığımız çözümdür, beyler. Bize kapıları açacak olan şey.”
“Peki, kimin gideceğine nasıl karar vereceksiniz?”
Dr. XXX yine ve bu kez daha da kurnazca gülümseyerek cevap verdi, “Kura çekeceğiz.”

1
DÜNYA

FIRSAT–2018

“Bu, hayatımda duyduğum en aptalca şey,” dedi Mia Nomeland, annesiyle babasına isteksizce bakarak.
“Asla olmaz.”
“Ama Mia’cığım. Bu inanılmaz bir fırsat, sence de öyle değil mi?” Annesiyle babası kanepede yan yana oturuyorlardı, önlerindeki sehpada duran gazeteden kesilmiş ilanla birbirlerine yapıştırılmış gibi.
Dünyanın her köşesi bu ilanın bir versiyonunu görmüştü bile. Kampanya televizyonda, radyoda, internette, gazetelerde haftalardır devam ediyordu; ve NASA adı, neredeyse Coca-Cola veya McDonald’s kadar dünyaca ünlü olmuştu.
“Ne için bir fırsat? Kendimi rezil etmem için mi?”
“Hiç olmazsa bir düşünmez misin?” diye denedi annesi.
“Son başvuru tarihine bir aydan az kaldı, biliyorsun.”
“Hayır! Düşünmek falan istemiyorum. Benim orada işim yok. Her yerde işim olabilir, Ay hariç.”
“Ben olsam, hemen başvururdum,” dedi annesi.
“Aslında, arkadaşlarım da ben de yatıp kalkıp şükrediyoruz, iyi ki sen ben değilsin, anne.”
“Mia!”
“İyi, affedersin. Sadece… ilgilenmiyorum işte. Bunu anlaman çok mu zor? Siz bana hep, dünya fırsatlarla dolu, bazılarını seçersin, bazılarını bırakırsın, dersiniz ya. Bir ömre yetecek kadar fırsat var. Değil mi, baba?
Babası cevap verir gibi bir şey mırıldanıp öte yana baktı. Annesi içini çekti. “İlanı buraya, piyanonun üstüne bırakıyorum bir süre, belki fikrini değiştirirsin.”

Hep böyle, diye düşündü Mia, oturma odasından çıkarken. Dinlemiyorlar. Sadece benim konuşmamın bitmesini bekliyorlar. Mia tavan arasındaki odasına çıktı ve çalışmaya başladı. İş müzik olduğunda asla savsaklamazdı. İki yıldır gitar çalıyordu, bir buçuk yıldır da Rogue Squadron* grubunda vokalistti.
Yetmişli yıllara gönderme yapan bu isim, müzikleri kulağa sanki başka bir döneme aitmiş gibi gelen bir punk grubu için uygun bir addı; belki 1982’ye ya da 1984’e. Ev ödevlerini ille de sonuna kadar yapmak o kadar da umurunda olmazken, müzik tarihini herkesten iyi bilmeye özen gösterirdi.

Son keşfi olan Talking Heads, yavaş yavaş ama kesin şekilde âşık olduğu bir gruptu. Ya da, daha doğrusu, âşık olmaya çalıştığı; çünkü iyi olduklarını biliyordu. Onları uzun süre dinlemekte hâlâ biraz zorlanıyordu. Ve müzikleri post-punk mı, rock mı, yoksa sadece pop mu emin değildi; bu da işleri daha karmaşık hale getiriyordu. Ama öylesine soğuk, elektronik, 80’leri hatırlatan bir tarzları vardı ki, müziklerine iyice kendini kaptırsa tam ona uygun olacağını biliyordu. Bir saat gitar çaldı, kimsenin duymadığından emin olduğu şarkılardan arakladığı bir tınıyı işleyerek yeni bir şarkı taslağı yazdı. Grubunun yarınki provasına bununla gitmek iyi olacaktı.

Şarkıyı beş kez baştan sona çalıp melodiyi ezberlediğinden emin olunca gitarı elinden bıraktı; kulaklıklarını stereo’ya takıp play tuşuna bastı. Sevmeye karar verdiği grubun müziği kulaklarına doldu. Yatakta arkasına yaslanıp gözlerini kapattı.
“Ne dinliyorsun, Mia?” diye sordu babası, kulaklıklardan birini kaldırarak. Günün önceki saatlerinden kalan tatsız havayı dağıtmak istiyordu.
“Talking Heads’i,” diye yanıtladı Mia.
“Onlar benim gençliğimde bayağı popülerdi, biliyorsun.”
Mia ona baktı ama cevap vermedi.
“Yani, bu inanılmaz bir fırsat, Mia, bu Ay meselesi. Ben –biz– senin için en iyisini istiyoruz yalnızca. Bunu biliyorsun.”
Mia homurdandı, ama yine de gülümsemeye çalıştı. “Baba, lütfen. Kapat bu konuyu, olmaz mı?”
Ama babası kapatmayacaktı.
“Grubun için de, hiç düşündün mü? Siz ünlü olmak istemiyor musunuz? Vokalistleri dünyaca ünlü bir astronot olsa, Rough Squadron’un tanıtımına halel gelmez herhalde.”
“Rogue Squadron,” diye düzeltti Mia.
“Her neyse işte,” dedi babası, “Ne dediğimi anladın.” Sonra da kapıyı dikkatle kapatarak çıkıp gitti.

Mia tekrar yatağına oturdu. Babasının söylediklerinde bir doğruluk payı var mıydı? Hayır, yoktu. O bir müzisyendi sonuçta, astronot olma hayalleri kuran biri değil. Yine müziğini açtı. Vokalist David Byrne söylüyordu:

“Televizyona bakıp durarak ne umuyorsun bilmiyorum. Ateşe ateşle karşı koyarak.”

Neredeyse mayıs gelmişti, ama Norveç’te hava hâlâ buz gibiydi. Caddenin kenarındaki ağaçlar, orada burada vaktinden epey önce çıkan bir iki yaprağı saymazsak, çıplak ve cansızdı. Mia’nın anne ve babası ona o salakça öneriyi yapalı iki hafta olmuştu. Şimdi, Silje’nin tuvaletten çıkmasını beklerken botlarını yerde ileri geri sürterek okulun önünde dikiliyordu. Öğle arası bitmek üzereydi ve çevresinde diğer öğrenciler geç kalma korkusuyla gerisin geri binaya koşturuyordu. Ama Mia’nın acelesi yoktu. Öğretmenler zaten her zaman sınıfa birkaç dakika geç gelirdi. Öğretmenler odasında oturup, kuru Ritz krakerlerini yiyip acı kahvelerini içererek öğrencileri çekiştirirlerdi.
Mia’ya öyle geliyordu ki, okulundaki öğretmenler, birkaç akıllı uslu istisnayı saymazsak, öğretmenlik dışında herhangi bir mesleği seçmiş olsa daha hayırlı olacak insanlardı. Kapıcılık, mesela. Veya mezarlık bekçiliği. Canlı insanlarla ilişki kurmalarını gerektirmeyecek bir şey. Çoğu, öğretmenlik formasyonlarını yaklaşık yüz yıl önce zar zor tamamlamışlardı.

“Ay’da 172 Saat” – Johan Harstad
Ön Okuma PDF

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın