Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

ZAMAN TOZLARI – 4

Osman Demir fizik ders notlarının bulunduğu defteri taraklarken birden durdu. Bulduğu grafik bütün notların toplamını çok aşan bir fizik manifestoydu. Kendi bulgularını doğrulayan bir belgeydi. Zamanda insan sayısıyla orantılı artan bir geri sekme söz konusuydu. 36 kişiyla yapılan zaman durdurma etkinliğinde 2 dakikalık bir geri sekme meydana gelmişti.

A4 büyüklüğündeki kağıdı masanın üzerine bıraktı. Ahmet Civerek’le bakışları karşılaşınca adama gülümsedi. Gözleri hariç yüzü oğluna çok benzeyen adam cılız bir karşılık verdi. Kendi yaşlarında dinç görünümlü biriydi. Kırlaşmış saçlarının gürlüğü gıpta ettiriciydi. Bir inşaat şirketinde mühendis olarak çalışmaktaydı. Osman bey adama ve karısına bu eve yanında polisle mi, yoksa yalnız mı gelmesini tercih ettiklerini sormuştu. Birincisi hemen üzerlerine medyanın dikkatini çekecek ve işleri iyice karmaşıklaştıracaktı.

Karı koca şimdilik Osman Demir’in tek kişilik araştırmasına sıcak bakmışlardı. Kadın son bir saat içinde Bertan adlı yeğeninin evine iki kez gitmek zorunda kalmıştı. Çünkü oğlu anahtarı değiştirmişti. Ama neyseki bir yedek daha vardı. Ev boştu. Metin anahtarı almış, ama henüz eve gitmemişti. Bir işler çeviriyor olmalıydı mutlaka. Annesi eve gelirse telefonla etmesi için bir not bırakmıştı.

Ahmet beyle Metin’in odasında yaptıkları bir buçuk saatlik araştırma Meydan Larouisse ansiklopedisinin içindeki takma bıyık ve banka soygununda giydiği elbise bulunmuştu. Bilimkurgu, polisiye kitapları meraklısı çalışkan öğrenci Metin bir şekilde Vakiteri’nin adamı olmuştu. Elektrikle çarpılarak komaya girince beyninde karanlık kanallar açılmış olmalıydı.

Osman bıyığı bulduğu yere Berkeley George maddesinin üstüne koyup ansiklopedi cildini kapattı ve Metin’in kütüphanesindeki yerine koydu. Ahmet bey bu hareketinden çıkardığı anlama inanmak istercesine yüz ifadesini ölçüp biçmekteydi. Osman tam bir şey söyleyeceği sırada Latife hanım geldi. Birkaç kez ağlayıp yüzünü kağıt mendille sildiği için gözleri fazladan kızarmıştı.

“Bir anlaşma yapalım.” Dedi Osman en ikna edici sesiyle. “Oğlunuz çok ciddi bir kaza geçirdi ve ölümün eşiğinden döndü. O şok nedeniyle beyninde… Bir takım değişmeler meydana geldi. Ve eline bir aparat geçirdi. Bununla… Bazı şeyler yaptı. Sınıf şakaları ve bankadan izinsiz kredi almak gibi. Kazada arkadaşları öldü. Kendisi komaya girdi. Yaşadığı psikolojik travma nedeniyle bunlar büyük ölçüde mazur görünebilecek şeyler.”

Osman rahatlamaya korkan çifte anlayışla baktı. “Eğer kendisini hızla bulabilirsek bir çok olumsuz vakayı engelleyebiliriz. Sizden istediğim iki şey var. Kimseye tek kelime etmemek. Metin’in okula gitmemesi için rahatsızlık mazereti uydurun. Müdürün dikkatini çekmemek için bütün sınıfın adresini aldım. Sorun çıkmayacaktır. Polisten yardım istemek için bir iki gün bekleyeceğim. Metin sizi ararsa tek cümlelik bir mesaj iletin. Bir zahmet o eve üçüncü kez gidip yazılı not olarak da bırakın.”

Ahmet bey yüzü umut ve minnet çizgileriyle yüklü olarak masanın üzerinde duran defteri ve tükenmez kalemi aldı. “Kendisine gizemli aparatı veren kimse onu belli bir amaçla kullanıyor ve işi bitince kontratı iptal edecek. Bunu deyin ve telefonumu verin.”

*

Metin elleri arkadan kelepçeli eşyasız bir koridorda iki adamın kolunda halsiz adımlarla yürürken hastahanede komadan çıktığı anlara gitti aklı. Şaka yapıyorlar. Yaşıyorum diye sevindiğimi görünce hep bir ağızdan 1 nisan şakası diye bağıracaklar diye düşünmüştü. O an bu andı. Bugüne kadar ertelenmişti.

Girdikleri büyükçe odanın iki camı şerit şeklindeki kumaşlarla yapılmış kilimler çivilenerek kapatılmıştı. Yerde halı yoktu. Tavandan sarkan kordonun ucunda kırk vatlık çıplak bir ampul etrafı isteksizce aydınlatmaktaydı. Duvarlar süssüz ve resimsizdi. Beyaz duvar kağıdı nemden yer yer kabarmıştı. İkisi bir model üç koltuk ve eski bir sehpadan ibaretti eşyası. İçerisi leş gibi sigara, nem ve yağlı bir şey kokmaktaydı. Koltuklardan birinde babası yaşlarında, iyi giyimli orta boylu, esmer bir adam oturuyordu. Uyduruk sehpanın üzerinde çerez ve boş bir içki bardağı durmaktaydı.

“Getirdik patron.”

Kıvırcık kısa saçlı adam Metin’i görünce şaşırmıştı. “Bu tıfıl mı Fatih’in adamı?”

Solundaki uzun boylu çok iri ve kel kafalı adam kolunu tutmayı bırakmıştı.

“Akşam dokuzda malı getirecek denmişti.” Dedi. “Bu geldi. Tam saatinde. Elinde torbayla içeri girdi. Torbasız çıktı. Telaşlı bir hali vardı.” Patronun zeki ve güvensiz gözleri Metin’i yeniden taradı. “Fatih nerede?”

Metin’de korkudan hoşafın yağı kesilmişti. “Fatih de kim? Ben öyle birini tanımıyorum. Arkadaşların partisi vardı. Öyle bir uğramıştım.”

“Adın ne senin?”

Metin dizilerde ve filmlerde çok mafya sahneleri izlemişti. Bu gerçeğiydi. Öldücü hakikilikte olanıydı.

“Metin.”

“Bak dinle. Daha çok gençsin. Buradan sağ çıkamazsın ona göre. Fatih nerede dedim?”

“Yanlış adamı kaçırdınız. Ne malın ne olduğunu biliyorum. Ne de Fatih diye birini tanırım. Bırakın beni yoksa kötü olur.”

Solundaki yeşil anoraklı, kel kafalının yumruğu sıkıldı ama yüzüne inmedi. Patron daha değil işareti yapmıştı.

“Üstünde ne vardı?”

Sağındaki daha kısa ama çok iri yarı olan, siyah kısa saçlı adam kırçıllı ceketinin cebinden cüzdanını, ev anahtarlarını ve zarfın içine koyduğu kapitalini masanın üzerine bıraktı. Adam paralara şöyle bir bakıp cüzdanını aldı. Nüfus cüzdanı ve okul kartını çıkardı.

“Metin Civerek. Doğum yeri Istanbul. Tarihi 5 Nisan 1993. Doğru mu?”

Patron silahlıysa bile belli olmuyordu. Sesini yükseltmiyordu, ama Metin’in bütün ümitleri sönmüştü. Elleri böyle arkadan kelepçeliyken hiçbir şey yapamazdı.

“Doğru.”

“Kaç para var burda?”

“Sekiz bin.”

“Bir öğrencinin bu kadar parası olur mu?”

“Şey.. Bilgisayar alacaktım da. Para biriktirmiştim.”

Sesindeki kararsızlık tonu yalan söylediğini ele vermiş olmalıydı. Acaba ben de hırsızım. Bankayı soydum dese daha iyi mi olur diye düşündü, ama son anda bundan vazgeçti. Bayılmanın etkisinden hızla sıyrılan beyninin yan bölgelerinden bir yer ‘sakın ha’ demişti.

Kısa bir sessizlik oldu.

“Anlaşıldı. Demek ki, yanlış adamı…”

Kıvrak bir Güney Amerika melodisi duyulunca patron konuşmasına ara verip krem renkli ceketinin cebinden telefonunu aldı. Konuşanı dinledi. “Kimi? Çok iyi buraya getirin. Hemen. Dikkatli olun. Kuyruk muyruk olmasın.” dedi ve aparatı tekrar cebine koydu.

Metin iki şeyi daha farketmişti. Adamın ceketi bayağı pahalı cinstendi ve adam pantolon kemerinde silah taşıyordu.

“Götürün bunu yerine. Sabaha salıverirsiniz.”

Patronun çok ciddi bir şekilde söylediği sözler kel kafalıyı sırıttırmıştı. İri yarı olan Metin’i odadan çıkartırken o içeride kaldı. Holde az önce önünden geçtikleri kapılardan biri aralık durmaktaydı. Adam onu içeriye itti ve kapıyı ardından kilitledi.

Adam itince yüzükoyun yere yuvarlanmıştı. Biraz gayretle dizleri üzerinde oturur duruma geldi ve doğruldu. Gözleri karanlığa alışınca yerde kalın bir naylon serili olduğunu farketti. Pencereler üstünkörü karartıldığı için dışarıdan az da olsa ışık gelmekteydi. Odada tek bir eşya bile yoktu. Sol dizi ve bilekleri düşme nedeniyle sızlamaktaydı. Şimdi bunları düşünecek hali yoktu. İşi tek kelimeyle bitmişti.

*

Mahmut Beyzati baştan aşağıya bir mantık adamıydı. Ne poker oynarken, ne metreslerine mavi boncuk dağıtırken, ne de bu işleri idare ederken hissiyata kapılmazdı. Metin denen öğrencinin Fatih’in adamı olmadığı belliydi. Yanlışlıkla getirilmişti. Üzerinde çok para vardı. Belki hakikaten biriktirmişti. İçinde bir his kendini rahatsız etmekteydi. Bu delikanlıda bir şey tersti. Rahmetli babası olsa öyle derdi.

Adamı Kel Memet’e baktı. “İdris aradı. O şıllığı yakalamışlar. Buraya getirecekler. Ben gittikten sonra ikisini de halledin ve çekin gidin. Buluşma yerini ayrıca bildircem.”

“Tamam patron.”

Sehpanın üzerindeki zarfa parmağıyla tikledi. “Bu sizin. Dikkat edin. Çıkarken görünmeyin.”

Kel Memet’in ablak yüzündeki memnuniyet ifadesi atomları yakmıştı. “Merak etme patron.”

Mahmut, Kel Memet’e arkada kalan izleri temizleme konusunda çok güvenirdi. Diplomasını derin ve kuytu firmalardaki çalışmaları sonucunda almıştı. Üç yıldır birlikteydiler. Sessiz, içine kapanık, sadık bir elemandı.

“Bir viski daha getir.”

Kel Memet dışarıya çıkınca Mahmut, Metin’in nüfus cüzdanını alıp fotoğrafına baktı. Bu yaşta suçsuz birini öldüreceği için vicdanında hafif bir sızı vardı, ama delikanlı çok şey görmüştü. Esas rahatsız olduğu şey bu küçük vicdan kaşıntısı değildi. Bu delikanlıda onu huzursuz eden bir şey vardı. Yılların adam sarrafı yanı yanılmazdı. Neyse, sabaha bu evi, içindeki anılarla birlikte terkediyordu. Belki bir süre yurt dışına unutma kürü yapmaya giderdi. Yeni metresi Belinda’yla. Floransa’ya ya da Kapri’ye. Kafasından kasvetli düşünceleri kovarak karısına nasıl bir bahane uyduracağını planlamaya başladı. Bu arada bir viski daha içmekten vazgeçmişti. Hemen çekip gidecekti.

*

“Ağzına sıçtımın pezevenkleri.”

İki ayının içeriye fırlattıkları kadın ağız dolusu söverken birden durakladı.

“Sen de kimsin be?”

Metin genç olduğunu tahmin ettiği kadının terle karışık parfümünü solurken odanın karanlık olmasına sevindi. Yüzündeki yaşları görmeyecekti.

“Adım Metin. Yanlışlıkla… Başkası sanıp yakaladılar.”

Gözleri karanlığa alışan kadın içini çekti ve “Ben de yanlış yaptığım yakalandım.” Dedi. “Evden bir şeyler almaya gitmiştim. Pusu kurmuş puştlar. Kok işi mi seninki?

“Ne işi?”

Kadın Metin’e alıcı gözle baktı. “Bana numara mı yapıyorsun lan?

“Bize ne yapacaklar?”

“Beni öbür dünyaya yollayacaklar. Seni bilmem.”

Metin’in içi buz gibi soğumuştu. “Patron sabaha salıverirsiniz dedi.”

“Salarlar salmasına da… Ama nereye? Eşekler cennetine. Buraya gelen sağ çıkmaz. Evi gördün. Adamların yüzünü gördün. Bırakırlar mı seni hiç. Uyuşturucu şebekesi bu. Aptal kafam, hiç eve gidilir mi? Gündüz diye cesaret ettim.”

“Bizi öldürcekler mi yani?”

“Yerler neden naylon kaplı sence? Tahtakurusu gelmesin diye mi?”

“Sen ne yaptın peki?”

“Mala tokat attım. Şöyle yüz elli gramcık falan. Çakmışlar. Daha önceden de… Böyle bir şey işte.”

“Kok? Kokain mi yani?”

“En hasından hem de. Buraya kadarmış hayat.”

Metin adamların onlara acımayacağını çakmıştı sonunda. Kadının gelmesiyle bir ümit belirmişti. İnşallah zamanları vardı bunu kağıt sandal yapıp yüzdürmek için.

“Adın ne senin?”

“Belga.”

“Benim de Metin. Belki kurtulabiliriz buradan?

“Bir planın mı var yoksa?”

Belga’nın ses tonundaki alay çok açıktı. Kadının canlılığından ve görebildiği kadarıyla suretinden etkilenmişti. Sesindeki alaycılık normaldi.

“Diyelim var.”

Kadının cevap vermeden önce duraklaması biraz umut yüklüydü. “Dalga mı geçiyosun lan. Feriştahı gelse sağ çıkamaz burdan. Kocaman bir mucize lazım.”

“Mucize cebimde. Anorağımın cebinde. Küçük bir şey.”

“Kaçık mısın sen be? Elinde bir güç varsa neden öyle kurbanlık koyun gibi yatıyosun peki?”

“Farzet kaçık değilim.”

“En azından ölürayak eğlendiriyosun beni.”

“Farzet dediğim doğru.”

İkinci küçük sessizlik yine umut püfürdetmekteydi.

“Neymiş o peki?”

“Küçük bir topçuk.”

“Kes bu zırvaları.”

Metin kadının inanmaktaki zorluğunu aşamayacağını düşünerek korktu. “Dinle, zaman az.” Dedi. “Ne kaybedersin?”

“Ne olacak o topçukla?”

“Topçuğu cebimden alıp bana vereceksin. Gerisine karışma tamam mı?”

“Git işine ya. Hapçı mısın sen yoksa?”

“Nasıl olsa öleceğiz. Ne kaybedersin son bir yanlış iş yapmakla?”

“Kaç yaşındasın sen lan?”

“17, bir ay sonra yani.”

“Bir ay may yok artık”

“Sen kaç yaşındasın?”

“26, beş ay sonra.”

“O beş ayı vericem sana, eğer topu alırsan.”

Belga tereddüt dalgaları yaymaktaydı. Metin çabucak sevinmeye korkmaktaydı.

“Çabuk ol. Zaman dar.”

Genç kadın sürünerek Metin’e yaklaştı. Elleri önden kelepçeli olduğu için göreceli daha rahat hareket edebilmekteydi. Metin loş ışıkta kadının yüzünü iyice gördü. Etli dudaklı, iri gözlü, uzun saçlı bir kadındı.

“Hangi cebinde?”

Metin parti evindeki sahneyi düşündü ve “Sağ.” Dedi.

Belga’nın eli sağ cebini yoklarken yüzleri birbirine değecek kadar yakınlaşmıştı. Metin içinde uyanan arzuya şaşamayacak kadar heyecanlıydı.

“Yok.”

“Öbür cebe bak.”

Kadının elleri diğer cebi yokladı. “Burda da yok. Bir kaçığa inanırsan böyle olur.”

Metin içinde uyanan paniği bastırmaya çabalayarak, “Düşmüştür.” Dedi.

Baygınken adamların alması düşük bir olasılıktı. “Seni attıkları gibi attılar beni de.” Metin etrafa bakınırken Belga da ona katıldı. Genç kadın yerden bir şey alıp ona gösterdi.

“Bu mu yoksa?”

Metin’in sevinçten kalbi yerinden çıkacak gibi olmuştu. “O. Çabuk bana ver.”

Belga arkadan yaklaşıp topu eline verdi. “Al bakalım. Eğer şakaysa ısırarak gebertirim seni.”

Metin tam bir şey diyeceği sırada kapı açıldı.

“Bunlar ne yapıyorlar sence?”

Kel kafalıydı bunu diyen. Holden gelen ışıkta elinde tabanca olduğunu açıkça görebilmekteydi. Susturucu takılı tabancalıydı ikisinde de.

“Kız yanlış yerde durmuyor mu?”

Metin topçuğun nasıl çalışacağını bilmediği bir fonksiyonunu deneyecekti çaresiz.

“Belga üzerime aban. Sımsıkı yapış.”

“Ne dedi?”

“Terbiyesiz bi şey galiba.”

Kadının hiçbir şey sormadan sırtına ağırlığını vermesi denize düşenin yılana sarılmasıydı. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Metin gözlerini kapatarak düğmeye bastı. Olacakları hemen görmek istemiyordu.

*

“Koma hali nedeniyle beyni etkilendi ve başka boyutlarla ilişki kurdu.”

Osman kumral kadına gülümsedi. “Özeti bu.”

Nışanlısı Selma ile kadının bir çeşit oturma odası dediği yerdeki yegane divanda oturmaktaydılar. Babası oturma odasının yarısını gazete dergi ciltleme işine ayırmıştı. Kendi tapulu dairesi olduğu için ciddi bir itiraz belirtmek mümkün değildi. Kalan yarının yarısını kendisi büro olarak kullandığı için 34 metre karelik oturma odasına sadece bir divan ve birkaç sandalye sığabilmekteydi. Osman dizüstünde kadına sınıfta çektiği fotoğrafları göstermekteydi. Terra Fuat resimlerde bir anomali saptamıştı. Metin sınıf arkadaşlarına göre sıradan bilgisayarlarda gözle zor farkedilen bir derecede flu çıkmaktaydı. Net görünümde açıkça bir arıza vardı. Elindeki aparatın yarattığı manyetik alan neden oluyordu buna.

“Vakiteri peki?”

“İlk kez Keten hoca saptadı dediğim gibi.” Osman. “Araştırdım biraz. Böyle bir efsane var. Mitolojik karakterli. Ne kadarı doğru bilemem, ama dünya teknolojisi ötesi bir performans var ortada. Altı yıllık dakik saatim iki dakika geri kaldı. Yıllar önce atom saatlerindeki minik boşluklar adlı bilimsel bir makale okumuştum. Paul Allan Trenbore adlı bir fizikçiydi. Yale’den. Saklamıştım. O yüzden hemen buldum. Google’dan araştırdım profesör Trenbore üç yıl önce evinin havuzunda ölü bulunmuş. 51 yaşındaymış. Kalp krizi geçirmiş yüzerken. Yalnızmış. Karısı ve iki kızı bir akraba ziyaretindeymişler. Trenbore bize, yani dünyamıza ait zaman havuzundan sızıntı ya da küçük tırtıklamalar olduğunu iddia etmekteydi.”

Selma, “Lisedeyken fiziğim iyiydi. Ama bize ait zaman havuzu ne demek anlamıyorum.”

Adam bir dizi makale yayınlayacaktı. Ben sadece ilkini okudum. Demek ölünce yarıda kalmış. İşin matematik izahını ikimiz de kavrayamayız, ama sezgidurumsal olarak, yani farkındalığımızın elverdiği kadarını idrak edebiliriz. Sanırım kat kat gerçeklikler arasındaki ilişkiyi, bizim ait olduğumuz yere ait sızıntıları kastediyor.”

“Cüzdandan ufak para tırtaklanması gibi bir şey yani?”

“Çok pratik bir izahat.” Dedi Osman. “İpin ucu elden kaçarsa birkaç gün içinde Istanbul bütün dünyanın ilgisini çeken bir yer olabilir.

“UFO turizmi. Ekonomi için hiç de fena değil.”

“Orası öyle de işin başka bir boyutu var. Eğer Vakiteri diye bir yaratık gerçekten varsa, bu gücü delikanlıya onun bunun suratına ruj sürsün diye vermez. Bir hesabı olmalı. Bu taraf beni korkutuyor.”

“Haklısın.” dedi Selma yanına iyice sokularak. Bakışlarının buluşması dudaklarını da davet etmekteydi. Kilitte anahtar dönünce dudaklarını isteksizce çözdüler.

“Baba duydun değil mi, Ahmet Haşim lisesinde gene saatler geri kalmış. Yarın akşam sınıf olarak CNN Türk’e çıkacaklarmış.”

Aygiz elindeki paketi sehpanın üstüne koydu ve bordo renkli süveterini çıkardı. Altına kendine çok yakışan siyah kollu tişört ve siyah kot pantolon giymişti.

“Olay sırasında oradaydım.” Dedi Osman.

Alnı ve gözleri tıpatıp kendi olan genç kızın gözleri hayret ve sevinçle açılmıştı. Yarın arkadaşlarına özel haberler vererek caka satacaktı. Selma’yı Vakiteri konusunda uyarmıştı. Bu sözcük şimdilik dört kişilik bir gruba ait sırdı.

“Size dondurma getirdim.”

“Yaşa kız, neli?” dedi Selma.

“Mandalin ve çikolata.”

Selma yalandan şaşırmış gibi yaptı. “Aaaaa… Benim sihirli tat formülüm.”

“Sahi mi?”

Kızın kasıtlı kötü oyunculuğu üzerine Selma dönüp Osman’a baktı. Osman munis munis gülümsedi. “Küçük mutluluklar üretim merkezinden sevgilerle.”

“Vallahi çok mütehassis oldum.” Dedi Selma. Gözleri memnuniyet ve aşkla parlıyordu. Bir aylık sevgiliydiler ne de olsa. Kadının Aygiz’le birbirlerini görür görmez sevmeleri büyük bir şanstı. Vakiteri bir kıllık yapıp dünyanın düzenini değiştirmezse bir yıl içinde mevcut ekonomik krize rağmen kadınla evlenip oturma odası normal olan bir ev açmayı düşünüyordu.

“O olduğun şey neyse iyi bir şey olmalı.” Dedi Aygiz. “Minibüsle gelirken dedemi gördüm yolda. İki arkadaşıyla sokakta konuşuyordu. Neredeyse gelir.”

“Bu yılın dama şampiyonu.” Dedi Osman. “Arkadaşlarıyla kutlayacaklardı. Tam 150 lira kazandı. 10 lira katılım parası. 140 lira kârda. Tabii işin havası daha önemli. İnternetle her tarafa yaydı.”

“Dedemle dalga geçme.” Dedi Aygiz. Tam yirmi bir katılımcı arasından birinci oldu.”

“Büyük başarı gerçekten.” Dedi Selma. Sesinde alayın zerresi yoktu. Kadın dayanışması kurulmaktaydı.

“Ya dondurmalar ericek.” Dedi Osman.

“Tabaklara koyup getircem. Dedemin payı benim. Dondurma sevmez malum.”

“Ben pehrizde olduğunu sanıyordum.” Dedi Osman.

Aylin mutfağa doğru giderken endamından memnun bir şekilde kırıtarak yürüdü.

“O geçen aydı. Dedemin son şampiyonluğu da beş yıl önceydi.”

Kızı odadan çıkınca Selma Osman’a baktı.

“Nerde kalmıştık?”

“Turizm patlaması.

Selma adamın domuzluğuna başka konuya atlaması üzerine dilini çıkardı ve “Bir film görmüştüm.” Dedi. “Yıllar önce. Aylin yaşındaydım belki. Adam bir kaza geçirip beş yıl komada kalıyordu. Sonra ayağa kalkınca elini sıktığı kimselerin geleceğini görüyordu.”

“Anladım hangi film.”

“Metin de öyle biri demek.”

“Sırf geleceği görmekle sınırlı kalsaydı, delikanlıyı Dış İşleri Bakanlığı’nda bir işe yerleştirir dosyayı kapatırdık.” Dedi Osman. “Şu andaki durum çok sakat.”

Selma’nın yüzünde meselenin ciddiyetini kavramış bir ifade vardı. “Elektronik aletlerin saatlerinin geri kalması çok ciddi bir durum gerçekten.”

“İşin en korkunç tarafı bu muameleye tabi tutulan beyinlerin eski hatıraları silmesi. Bir disket gibi. Sil yeniyi yapıştır.”

Selma düşünceli düşünceli başını salladı. Tam bir şey diyeceği sırada Aylin elinde üç tabakla içeri geldi. Bütün tabaklarda eşit miktarda dondurma vardı.

Osman dizüstünün kapağını örtüp tabağı aldı.

Selma, “Bir gün bu odada sadece bir divan, üç kuru sandalye değil, koltuklar, çiçekler, üzerleri hep bomboş duran kocaman bir masa ve iki sehpa görebilecek miyim?”

Aygiz, “Valla ben on altı yıldır böyle bir şey görmedim.” Dedi. “Belki sana nasip olur.”

İki kadın manalı manalı sırıttılar.

Osman sırıtarak dondurmasından bir kaşık alıp ağzına götürdü. “Hımmm… Selma formülü bayağı nefis.”

“Erkekler başlangıçta hep böyle şeyler derler.”

Aygiz’in çok deneyimli biri gibi konuşması Selma’nın hoşuna gitmişti. “Bir de üzerine azıcık badem likörü olacaktı.” Dedi.

Aygiz tam taarruz yeniliyecekken kapı açıldı ve Kamil Demir içeri girdi. Gri pantolon, açık kahverengi ayakkabı ve füme rengi anorakla bayağı pastel bir görünümü vardı, ama kısa beyaz saçlarıyla çerçevelenmiş gözleri başarı ışımaktaydı.”

“Dikkat semtimizin dama şampiyonu Kamil Demir bey teşrif ettiler.” Dedi Aygiz. Dede bu sözlerden memnun olmuştu, ama aklında başka bir şey vardı. “Yolda bizim Hayri’yi gördüm.” Dedi kocaman nasırlı ellerini iki yana açarak. “Lottodan kırk beş bin lira kazanmış. Yirmi yıldır oynadım mereti. Şu ana dek kazandığım en büyük para 120 lira oldu.”

“Dama şampiyonluğu daha kârlı desene.” Dedi Aygiz.

Kamil beyin yüzünde güller açmıştı bu söz üzerine. Mütevazı bir sessizlikle başını salladı. Selma’yla bakışları karşılaşınca Osman gülümseyerek içini çekti. Istanbul’da dünyanın gidişatını değiştirebilecek şeyler olmaktaydı, ama normal hayat denen şey de son gaz devam ediyordu. İnşallah hep böyle kalacaktı.

*

Metin düğmeye basınca iki adam donuverdi. Kel kafalının ağzı sanki A harfiyle başlıyan bir şey diyecekmiş gibi aralanmıştı.

“Belga çabuk kalk ve kelepçe anahtarlarını ara. Önce kel kafalıyı. Çabuk. “

“Ne yaptın lan adamlara.”

Kızın donmaması çok harika bir olaydı. “Çabuk ol.”

Genç kadının pratik yanı çok baskındı. Süratle yerinden doğruldu ve kel kafalı adama doğru yürüdü. Adamın silahını elinden alıp kemerine iliştirdi. Sonra adamın üstünü aramaya başladı. Bu arada Metin de yerinden doğrulmuştu.

“Bunda yok.”

Metin arkadan kıza dayandı. “Diğerine bak. Böyle kalıcaz bir süre. Sakın benden ayrılma.”

“Reklam zamanı mı yoksa?”

Kadının bu ortamda bile şaka yapabilmesi çok olumlu bir şeydi. Topçuğun icraatı sayesinde morali acaip düzelmişti.

43 saniye dolduğunda iki adam da hareket başladığında Metin tekrar düğmeye dokundu.

“Nedir bu ya? Gözümün önünde yıldızlar uçuştu valla.”

“Bırak yıldızları, anahtarı ara.”

Kadın iri yarı adamın sol ceket cebinde istenen şeyi bulmuştu bu defa. “Burda.”

“Çöz beni çabuk.”

Metin elleri serbest kalınca anahtarı alıp kadının kelepçelerini çözdü. Bunu yapmak için topu anorağının sağ cebine koymuştu. Bu arada 43 saniye dolmuştu. Adamlar yeniden hareketlendiler. Metin elini cebine atıp topçuğu kavradığında siyah saçlı adam silahını tabancasını kendine doğrultmuş olan Belga’ya çevirmişti. Kel kafalı olan şaşkınlıkla boş sağ elinde tabanca belirmesini bekliyor gibiydi.

“Al bakalım kaltak.”

Belga hanım silah konusunda da pek maharetliydi. Siyah saçlı tetiği çekemeden göğsüne iki el ateş etti. Adam arkaya doğru savrularak yere yıkıldı. Bu arada tetiği çekmeyi başarmıştı, ama namlu tavana çevrikti. Kafalarına sıva tozları yağdı.

“Kaltak kimmiş gör.”

Kel kafalı da görmüş geçirmiş biriydi. Yere atlayıp arkadaşının silahını almak için hamle etti. Silahı kavradı, ama geç kalmıştı. Namluyu doğrultamadan alnında açılan bir adet delik nedeniyle oyundan çıkıverdi.

Belga filmlerde gördüğü deneyimli kimseler gibi tetikte odadan çıktı ve bir dakika sonra geri geldi.

“Başka kimse yok. Yırttık. İnanılmaz bir şey. O topçuk neyse…”

“Ne yapçaz şimdi?”

“Önce buradan tüymemiz lazım. Susturucu sayesinde ses çıkmadı ama, belli olmaz. Diğer tabancayı al.”

Metin eğilip yerdeki susturuculu tabancayı aldı. Şimdiye dek elinde hiç gerçek tabanca tutmamıştı. Ağırdı bayağı. Yerde yatan cesetlere bakmamaya çalışarak odadan çıkıp kapıyı kapattı. Ölümden paçayı sıyırmış olmanın enerjisi damarlarında kükremeye başlamıştı. Kendini inanılmaz derecede diri hissediyordu. Hole çıktığında yerde bir şey gördü. Bir cep telefonuydu. O hırgürde buraya fırlamış olmalıydı. Yerden aldı. Çalmasın diye kapattı ve pantolon cebine koydu.

Belga çevik adımlarla geriye geldi. “Seni neyle getirdiler buraya?”

“Bir minibüsle. Maviydi. Kobalt mavisi.”

“Kapıya parketmemişlerdir. Dikkati çekmesin diye. Bakarız. Senden bir şey aldılar mı?”

Metin kendi boyundaki genç kadını ışıkta yeniden keşfetmekteydi bu arada. Blucin pantolon, beyaz spor ayakkabı, sarı kazak ve çelik grisi dar bir süveter vardı üzerinde. Yüzü güzel değildi, ama vücudu Meltem’e on basardı. Yabansıl bir çekiciliği vardı.

“Cüzdanım ve zarf… Param vardı içinde.”

Kadın hızla Metin’in el koyulan mallarını geri buldu. Cüzdanını ve para zarfını içine bakmadan Metin’e geri verdi. Bu arada adamların paralarına ve zulalarındaki beyaz toz dolu bir pakete el koymuştu. Sağ elinde bir araca ait anahtarları şıkırdattı. “Anahtar bu olmalı. Başka anahtar yoktu.”

“Ne yapıcaz şimdi?”

Belga tabancalardan birini, o torbayı evde bulduğu küçük siyah bir deri çantaya koydu. Diğer tabancayı beline takmıştı. Süveterinin üzerinden pek belli olmuyordu.

“Dışarı çıkıyoz. Arabayı alıp volta.”

Metin yolunun bir parti şakasından nereye vardığını düşünerek içini çekti ve başıyla onayladı. Suzan kapıyı azıcık aralayarak dışarıyı kesti. Torbanın kayışlarını sol omuzuna geçirdi. Süveterinin önünü açtı ve eliyle Metin’e ‘haydi’ işareti yaptı. Eski bir apartmanın ikinci katındaydılar. Yukarıdan bir yerden televizyonun sesi gelmekteydi. Kat ışığı ölü sarı rengiyle etrafı isteksizce aydınlatmaktaydı. Topçuk Metin’in sol elinde kullanıma hazır Belga önde tozlu basamakları indiler.

Metin dışarı çıkınca Istanbul’u neresinde olduğunu anlayabileceği hiçbir işaret göremedi. Dar gelirli insanların oturduğu bir mahalleydi burası. Şehir merkezine has kalabalıktan nasibini almamıştı. Sokakta tek tük kimselere raslayarak çevreyi taradılar. Bir ara açık bir bakkalın önünden geçerlerken Metin ne kadar susadığını ve acıktığını düşündü, ama dikkati çekmemek için yollarına devam ettiler. Kobalt mavisi minibüs iki sokak aşağıda onları beklemekteydi. Belga kapıları açtı. Doğru anahtarı bulmuşlardı.

“Sen mi kullancan arabayı?”

“Sürücü belgem yok.”

Kadının yüzünde tahmin ettiğinin aksine alaycı bir ifade oluşmamıştı. Hâlâ topçuğun icraatının etkisi altındaydı.

“Tamam, bana bırak.”

Otobana çıktıklarında Metin iyice rahatlamıştı. Kadına bakarak, “Sen gelmeseydin işim bitmişti.” Dedi.

“Ben de sensiz bitmiş gitmiştim valla.”

“Ne yapıcaz şimdi?”

“Sen nereye gitmek istiyorsun?”

“Daha emin değilim.”

Aklına gelince pantolon cebinden cep telefonunu çıkardı.

“O da ne şimdi?”

“Bu o adamlardan birinin telefonu. Şey için…” Bir numara tuşladı ve kadına uzattı. “Bizim evi aradım. Annem ya da babam çıkacak. Sen konuş lütfen.”

“Sen niye konuşmuyon?”

“Bir kaza geçirdim de. Komada kaldım bir süre. Beynim şey oldu… O günden sonra cep kullanmıyorum.”

“Bana bak sen normal insansın değil mi?”

Kadının şakacı sesindeki kuşku tonunu hissetmek çok hoştu, ama Metin’in hiç gülecek hali yoktu.

“Kazadan önce daha normaldim tabii, ama…”

Belga sağ eliyle telefonu alıp diğer eline geçirdi. Gözü yolda telefonu kulağına götürdü. “Manyak bi gün bugün ya. Ama şu anda senle beraber olmakla ne kadar mutluyum bilemezsin. Çalıyor. Ne dicem?”

“Oğlunuz Metin iyi merak etmeyin de.”

“Alo. Ben şeyim. Oğlunuz Metin’in arkadaşı. İyi. Çok iyi. Yanımda şimdi. Ne zaman? Neyi? Ha anladım. Söylerim. Merak etmeyin hanfendi. Arkadaşıyım. Adım önemli değil bu saatten sonra. Tabii. Söylerim sizi arasın. Size de.”

“Başka telefon edeceğin bir yer var mı?”

“Yok.”

Belga camı araladı ve telefonu dışarı atıverdi. “Bugünlerde cebe mebe de güven kalmadı artık.”

“Ne dedi annem?”

“Bir yetkili seni aramış. Polis değilmiş. Okulda falan ne yaptığını biliyormuş. Cezan çok azmış. Teslim olursan iyi olurmuş. Ne yaptın okulda? Kavga falan mı?”

“Uzun hikaye. Eve gidemem artık. Kaldım cascavlak ortada.”

“Ben gidecek bir yer biliyom merak etme. Yakın sayılır. Önce şu minibüsten kurtulmamız lazım. Bir yere parkedip taksiye binelim.”

Metin düşünceli bir şekilde olumladı. O gün bu lanet topçuğu edinmeseydim şu anda ne yapıyor olurdum acaba diye düşünmekteydi.

(devam edecek)

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Sadık YEMNİ

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

  • Şimdiye kadar olan tüm bölümleri okudum ve hepsini çok beğendiğimi belirtmek isterim. Yorumlarımı son bölüme saklamak istiyordum ama bir şey dikkatimi çekti. Hikaye içerisinde Belga bir kez Suzan, Aygiz ise birkaç kez Aylin olarak adlandırılmış. Çok büyük bir şey değil elbette ama bir ustadan böyle hatalar görmek üzücü oluyor. Yine de bunlar hikayenin heyecanını dizginleyemiyor ve bir solukta okuveriyorsunuz. Ne zaman 4 bölüm okudum anlayamadım doğrusu 🙂

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da