Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

ZAMANDA KUŞATMA – 4

6

2019 – APB Fakültesi Kampüs Yolu, Yeşilköy

Midibüsün kapıları Nesil’in arkasında kapandı, manyetik otoyolda kaymaya başlayan rayların hafif iç çekişi duyuldu.

Nesil içeriye şöyle bir baktı. Kalan tek boş yerin, fakülteden pek fazla selamlaşmadığı bir grup sınıf arkadaşının arasında olduğunu gördü. Sessizce gidip oturdu, e-defterini çıkarıp ders notlarını okumaya başladı.

Bir süre kendini önündekiyle meşgul etmeyi başardı. Ama sonunda yanındakilerin kafa kafaya fısıldaştığını, üstelik konunun da kendisi olduğunu fark etmekten kendini alamadı. Hatta aslında kendilerini belli etmemeye çalışıyormuş gibi görünmelerine rağmen, gerçekte dikkatini çekip ondan reaksiyon almayı umdukları her hallerinden anlaşılıyordu.

Şimdi sinip kalırsam çekindiğimi düşünecekler, dedi Nesil kendi kendine. Veya havalara girip onlara tepeden baktığıma karar verecekler. Muhatap olursam da boş yere sinirim bozulacak…

Aralarından biri, Nesil’in tepkisiz kalmaya karar verdiğini sezerek ona doğru eğildi. “N’aber Nesil? Hiç selam vermiyorsun bakıyorum?”

Hadi yahu, dedi Nesil içinden, yüzünü buruşturmamak için kendini son anda frenleyerek. “Kusura bakma, atlamışım,” dedi kıza. Sonra gruptakilere doğru elini kaldırdı. “Herkese selam.”

Kızlı erkekli grup Nesil’in selamına başlarıyla yanıt verdi, ama bakışlarında hâlâ beklenti vardı. Alaycılığa dönüşmeye fazlasıyla hazır bir çeşit eğlence beklentisiydi bu.

“Evde ders çalışmaya pek vakit bulamıyorsun herhalde?” dedi kızlardan bir diğeri. “Yoksa bizim haberimiz olmayan bir sınavın filan mı var?”

Nesil boş bulunup, “Yok canım,” deyiverdi. Diğerlerinin gülüşmeye başladığını fark etti, hayretle onlara baktı. Gülme dozunu biraz daha arttırdıklarını gördü. Sıkıntıyla içini çekti. Bunlar kendini iyiden iyiye havaya sokmuş, diye düşündü. Ne yaptığım veya söylediğim fark etmeyecek. Her şeye gülecekler, çünkü canları biri pahasına eğlenmek istiyor.

Derken gruptaki erkeklerden biri yılışık bir sırıtışla soruverdi. “Yoksa şu Kürt oğlancık sende ders çalışacak hâl bırakmıyor mu?”

“Allah aşkına söylesene, geceleri de senin evinde kalıyor mu o çocuk?” diye sordu, lafı ilk açan kız. Bütün grup, bir midibüste çevreden tepki almadan kurtulabilecekleri en yüksek sesle dalgasını geçiyordu şimdi.

Nesil’in tepesi iyiden iyiye atmıştı… Ama kendini öfkesine kaptırıp ters bir laf etmek üzereyken, bundan hiç de tatminkâr bir sonuç alamayacağı geldi aklına. Laf da yarıştırsa, ağızlarının payını da verse, sonuçta sinirden düğüm düğüm olup kalacak ve bu olayı berbat bir şekilde hatırlayacaktı.

“Hayır,” dedi onun yerine. “Keşke kalsaydı. Kendine bir öğrenci odası tuttu, orada kalıyor. İnanılmaz zeki bir genç. Hiç okumamış bir aileden çıkmış, beyninin hakkıyla buralara kadar gelmiş, giriş sınavlarına hazırlanıyor. Temel Fizik Bölüm asistanıyla birlikte ona bir iş bulduk. Biz burada ana-baba parasıyla rahat rahat okurken, o hem okuyup hem kendini geçindiriyor. Bizim yaşımıza geldiğinde hepimizi havada katlayacak kadar da maharetli biri…”

“Eminim çok maharetlidir,” diyen bir mırıldanma duyuldu aradan, ama Nesil bunu hangisinin söylediğini ayıramadı. Kaşlarını hafifçe çatıp sözlerine devam etti. “O çocuğa ciddi bir şekilde saygı duyuyorum. O kadar ki, keyfi nedenlerle onun psikolojik yükünü arttırmaya kalkışacak herkes karşısında önce beni bulur. Bilmem anlatabiliyor muyum?”

Nesil’in kendisine bakan altı çift göze, sakin tutmayı başardığı bakışlarla karşılık verdiği bir sessizlik oldu. Sonra yılışık sırıtışlı olanları ortamı yine sulandırmaya yeltendi. “Vaay, bakar mısınız, bizim Nesil bu çocuğa abayı fena yakmış.”

“Senin sözlüğündeki tek karşılığın bu tarz bir şey olduğunu biliyoruz zaten,” dedi Nesil. “Beni yanıltmadığın için sağol.”

“Nesil’e kulak verin millet,” diye lafa karıştı ilk konuşan kız, kinayeli bir ifadeyle. “O hep en iyisini bilir. Cevher görünce tanır. Nedense hep çöpün içinden çıkarlar, ama Nesil onları bulur, temizleyip paklar. Sonra da kendini onların özel koruması ilan eder.”

Sırıtık olanları sesine film seslendirir gibi efekt vererek, “Anne ayı geldi, yol açın,” diye homurdandı. “Her biri yirmi kardeşli Kürtlerin, sıkmabaşların, yontulmamış cevherlerin ve marjinallerin koruyucusu, büyük bilge Nesil’e biat edin.” O ellerini kulaklarının yanına getirip sanki tapınıyormuş gibi hareketler yaparken, diğerleri yine gülüşmeye başladı.

“Gece yatarken çocuğun yorganını örtüp yanaklarını da öpüyor musun?” diye sordu diğer delikanlı.

“Yahu millet, şimdi anladınız mı sizinle selamlaşmayı neden yorucu bulup yanaşmadığımı?” diye soruverdi Nesil. Parmağını sırıtkana doğru uzatıp sordu. “Bütün o saydıkların var ya hani… Boş anıma gelse ben de hepsine marazlıymış veya doğuştan defoluymuş gözüyle bakabilirim. Hatta kendimi onlardan üstün bile hissedebilirim. Ama işte o zaman tam size benzerim. Halbuki dışarıdan şöyle bir bakıyorum da, siz olmak çok sıkıntılı iş. Hayatınızın hiç bir çekici yanı yok. Renksiz. Çeşitsiz. Boş geyik. Boydan boya hüsran. Biraz eğlenebilmek uğruna kime saldıracağınızı şaşırıyorsunuz.”

Nesil lafının arasında göz ucuyla, ineceği yere bir durak kaldığını fark etti. Biraz yürümenin hiç fena olmayacağını düşünerek oturduğu yerden kalktı. “Şahsen öyle üç kuruşluk doyum için, her kolay hedef bellediğimi köşeye kıstırıp aşağılamakla uğraşamam,” diyerek koydu son noktasını. “Yapacak daha verimli işlerim var çünkü. Hadi size iyi günler.”

Nesil midibüsten inip kendini durağa atar atmaz rahatlayarak derin bir soluk aldı. Dikkatinin dağılmasına izin vermek istemiyordu. İki gün sonra Doğay’ın genç hali, APB giriş sınavını kazanmış olarak fakültenin öğrenci işleri bürosunda belirecekti. Ondan bir kaç ay sonra Nesil, Doğay’ın genç halini geçmişe gönderen fizik deneyine gözlemcilik edecekti.

Nesil ve Doğay kafa kafaya verip uzun süre düşünmüş, olasılıkları değerlendirmişlerdi. “Peki ya deneye izin vermezsem?” demişti Nesil bir ara. “Küçük Doğay’a hem araştıracağı teoriyi hem de formülasyonu değiştirtebilirim. O zaman sen de bütün bunları yaşamaktan kurtulmuş olursun?”

Doğay ellerini bilmem ki dercesine iki yana açmıştı. “Hiç bilmediğimiz sulardayız, unutmayasın. Elimizde hiç veri yoktur. Ben derim ki bekleyelim. Belki karara vardırtacak bir şey çıkar önümüze.”

“Ya son dakikaya dek hiç ipucu bulamazsak? Rastgele bir yol seçip onu mu uygulayacağız? Gelecekle kumar oynamak gibi olmayacak mı öylesi?”

“Yapacak ne varsa hepsini düşünelim,” demişti Doğay. “Hepsi hangi kapıya çıkacaktır, ne yaparsak ne sonuç verecektir, önceden kafayı hazırlayıp hıfzedelim. Belki ileride acele karar vermemiz gerekirse ayazda kalmayız o zaman.”

Doğay’ınki o kadar mantıklı bir bilimci yaklaşımıydı ki, Nesil’in ona karşı hissettiği takdir duygusu bir kez daha perçinlenmişti. Midibüsteki sınıf arkadaşlarına ve onlar gibi düşünen herkese işte bu yüzden gittikçe daha çok içerlemeye başlamıştı. Rastladıkları herkesi toplumdaki bildik rolüne mahkum etmeye kalkmaları, sırf kapris uğruna Doğay gibi birilerinin gelişimine böylesine engel teşkil etmeleri hiç de hoş değildi. Onların aksine Nesil, kuşaklar boyunca tarımdan, hayvancılıktan, ticaretten, inşaattan başka alanlarda varlık göstermesine alışmadığınız türden birinin, ileri bilimsel bir alanda böyle doğal yetenek sergilemesini çok çarpıcı buluyordu.

Delikanlı o deneye dek ancak bir kaç aylık doğru dürüst eğitim alabilmiş, hastaneden kurtulduktan sonra da sırf ilgi duyduğu için, bulabildiği her kaynaktan literatür taramaya devam etmişti. Ayırabildiği her boş dakikada internetten ve üniversite kütüphanesinden sünger gibi bilgi emiyordu. Yine de sonuçta eğitimi tamamlanmış olmaktan çok uzaktı. Bu yüzden Nesil devreye girmiş, ona uzun saatler ayırarak ders çalıştırmıştı. Durumun sınıf arkadaşlarının dikkatini çekmesi çok normaldi aslında, çünkü Nesil’in delikanlıyla neden bu kadar ilgilendiğini çözemiyorlardı.

Doğay ailesiyle birlikte İstanbul’a çok küçük yaşta gelmişti. Konuşma biçimi ne tam olarak koyu şiveli ailesininkini, ne de içinde büyüdüğü İstanbul’unkini yansıtıyor, kendine has bir çeşit melez gibi şekilleniyordu. -K ve -h harflerini ta gırtlağından söylüyor, -a’ları zaman zaman -o gibi çıkıyordu. -G’leri ve yumuşak g’leri birbirinin yerine kullandığı oluyordu. İşte bu da ayrıca ortaya ilgi çekici bir karışım çıkarmaktaydı. Onun yüksek fizik veya atomaltı parçacık teorilerini ve formüllerini ele alış biçimi Nesil’e, Doğay’ın kafasının alandaki en sofistike dimağlarla bile rahatça yarışacak düzeyde çalıştığını gösteriyordu. Özellikle bilimsel konularda fikir üretirlerken delikanlının melez şivesini dinlemek ise, Nesil için adeta yeni ve değişik bir deneyim gibiydi.

Bu arada yaklaşan dönüm noktasını düşünmek, Nesil’i iyiden iyiye endişelendiriyordu. Doğay’ı güvende görmek istiyor ama bundan nasıl emin olacağını bilemiyordu. Birlikte durumu incelerlerken, eğer Nesil o deneyi aynen tekrarlatacaksa, küçük Doğay çıkageldiğinde büyük Doğay’ın olabildiğince saklanıp gözden uzak kalmasına aralarında karar vermişlerdi. Eğer deney sırasında aynı olay yine gerçekleşirse küçük Doğay geçmişe dönecek, şimdinin gerçekliğinde geriye yalnızca büyük Doğay kalacaktı.

Nesil, o sıra ve daha sonra ikisinin arasındaki farkı sezip merak eden çıkarsa neler olacağını tahmin bile edemiyordu. Acaba ortada bir değil, iki tane Doğay olduğunu kimse anlayabilecek miydi? Yeni gelen hevesli ve enerjik Doğay ile, hiç beklemiyorken ağır bir cendereden geçip depresyonun eşiğine düşen yorgun ve küskün Doğay arasındaki fark sorun yaratacak mıydı?

Nesil birden yolunun bittiğini fark ederek şaşırdı. Kampüsün giriş kapısına çoktan ulaşmıştı bile. Düşüncelere gömülmüş bir halde yürürken zamanın nasıl geçtiğini unutmuştu doğrusu.

Ana kapıda bir an için durup gözlerini geniş üniversite arazisi üzerinde gezdirdi. Binaları, merdivenleri, bahçeleri, gidip gelen insanları izleyerek bir kaç dakika oyalandı. Doğay çıkagelip hayatında ilk belirdiği gün oralarda nasıl bir karmaşanın yaşandığı geldi gözünün önüne. Eylemci öğrencileri, polisleri, tutuklamaları, zırhlı araçları– ve kendi gözünün önemli sınavlarından dolayı nasıl bunlardan hiç birini görmeyecek durumda olduğunu anımsadı.

Birden daha önce hiç aklına gelmeyen bir soru o anda, oracıkta aklına kıymık gibi saplanıverdi.

Acaba Doğay, gelip de Nesil’i bulmak için neden öyle garip ve tehlikeli bir günü ve ortamı seçmişti?…

7

2591 – Dawnian Devriye Gemisi Turkuaz

Kaptan Serra Linder, parlak gri gözlerini dikip de karşısındaki XND klonuna garip garip bakmamak için kendini tuttu. Onun orijinali olan kişi ile birlikte büyümüş, yıllarca aynı uzay istasyonunda birlikte çalışmıştı. Çok iyi tanıdığı o çehre ve vücut yapısı, şimdi başka birine ait olarak karşısına çıkıp duruyordu. Linder onun uzattığı iğne-çipi alıp kendi bilgisayarına yerleştirdi.

“İnsan kurban etme törenleri,” diye homurdandı kadın kaptan, bir yandan verilere göz gezdirirken. “Aman ne etkileyici. Uzayda parseklerce yol katet, binbir emekle başarılı bir koloni yerleşimi oluştur… Sonra da insanlığın en ilkel ve budalaca içgüdülerine geri dön. Aferin be!”

Başını kaldırıp karşısında yorum yapmaksızın, sabırla bekleyen XND klonu Rehan’a baktı. “Teşekkür ederim Asteğmen. İşinin başına dönebilirsin.” Yine içinde onu uzun uzun süzme isteği hissetti ve buna karşı koyarak gözlerini önündeki ekrana çevirdi.

Ancak Rehan’ın kaptanıyla işi bitmemişti anlaşılan. “Kaptan, izninizle koloniye giden ekipte yer almak istiyorum.”

Bu kez Linder kendini yenemeyerek onu baştan aşağıya süzdü. “Bunu düşüneceğim, Asteğmen.”

Rehan başıyla bir asker selamı çaktı ve kaptanın odasından çıktı. Onun ardından bakan Linder, koltuğunda arkasına yaslandı ve düşünceleriyle yüzleşmek için bir kaç dakikasını ayırmaya karar verdi.

Devriye gemisinin kaptanlığına getirileli henüz iki ay olmuştu. Rehan ise üç hafta önce katılmıştı personeline. Onun dışında yaşayan dört XND klonu daha vardı: Mekim, Arı, Serin ve Aura. Onlar Equidnit General Sinnon tarafından kanun dışı biçimde klonlanmış ve özel eğitimli birer asker olarak yetiştirilmişlerdi. Genetik yapılarına bir derece müdahale edilmiş olduğu anlaşılıyordu. Çünkü orijinalleri olan Jake Logan, yetişkin yaşına geldiğinde bile onlar kadar uzun boylu ve iri yapılı değildi.

Ancak yine de Logan hem çocukluğunda acayip bir kızdı, hem de büyüdüğünde sağı solu belli olmayan biri olmuştu. Pasif görünür ama olmadık zamanlarda beklenmedik çıkışlar yapardı. Linder onun kesinlikle ölmüş olması gereken yerlerden sağ çıktığına, imkansız duruma girmiş görevleri bir yolunu bulup başarıyla tamamladığına bir kaç kez şahit olmuştu.

Logan’ın bu yeteneklerini bir çeşit genetik mutasyona borçlu olduğu ise daha sonra ortaya çıkmıştı. Tıbbi olarak onun sahip olduğu tarzdaki kromozom takımı XND olarak sınıflandırılmıştı. Bir kadın gibi XX değil, bir erkek gibi XY değil, ama bir XND… Sanki üçüncü tür gibi, diye düşünürdü Linder. Ya da belki dördüncü tür. Belki de onuncu. Zira galakside hayatta kalabilecek kadar bağdaşık başka mutasyonlara sahip insanlar da yaşıyordu. İnsan nüfusu arttıkça sapmalar, farklılıklar da -oranca olmasa da sayıca- artmaktaydı.

Linder çocukken sırf sinirine dokunduğu için üstüne varıp ağır eşek şakalarıyla sık sık sataştığı o kızın, eğer kendini tutmasa çok şiddetli karşılıklar verebileceğini neden sonra öğrenmişti. Linder’i kurtaran tek şey, Logan’ın zarar vermekten nefret ediyor olmasıydı. Üstelik bu duygusunu oluşturan kan-beyin kimyası her nasıl bir şeyse, XND klonlarına da aynen miras kalmıştı.

Logan’ın durumu, “rakip güç” sayılabilecek bir gezegen sistemi olan Equidnus’un askeri lideri General Sinnon’un da dikkatini çekmişti ne yazık ki. Onun gibilerden oluşan özel bir birlik hayali kuran General, Logan’ın peşine gönderdiği ajanların ele geçirdiği DNA örneklerini Equidnit genetik uzmanlarına teslim etmişti. Çabalarının karşılığını da dokuz becerikli XND klonu elde ederek almıştı. Onları istediği gibi eğitip koşullandırabilecek olmanın zevkini yaşamış, her birini emirleri gözünü kırpmadan yerine getiren birer ölüm makinesi haline sokmuştu. Ama…

Orijinallerinin can yakmaktan hoşlanmayan kimyası zaman geçtikçe klonlarda da kendini göstermişti. Canavar askerlerin her biri, eskiden doğal karşıladıkları emirlerden giderek daha rahatsız olmaya başlamıştı. Sinnon’un hiç hesaba katmadığı, belki de önemsiz bulduğu için gözünden kaçan bir etmendi bu. Equidnus Sisteminin çıkarları doğrultusunda yapmaları istenen manipulasyonlar, XND klonlarına gittikçe daha ters geliyordu. Darbeleri altında kırılan kemikler, silahlarının ucunda can verenler, kurdukları düzeneklerle mahvolan yerleşimler, seyir yeteneğini ve mürettebatını kaybeden uzay gemileri, her birinin gün geçtikçe daha yoğun biçimde ruhuna dokunmaktaydı.

Günün birinde kaçınılmaz kopuş başladı. Hayatta kalan beş klondan önce Arı ve Serin kayıplara karıştı. Sonra Aura rastladığı bir hematofil tarafından dönüşüme uğratılarak “yeraltına” çekildi. Geriye kalan Mekim ve Rehan, Generalin çalışmalarını ve itibarını olabildiğince sabote edecek kadar oyalandıktan sonra, yaptıklarının ortaya çıkıp başlarını derde sokmasına ramak kala sıyrılıp diğer klonları takip ettiler.

Şu XND’leri her gördüğümde çocukluğuma ve Logan’a dek uzanan anılara dalmaktan kurtulmam gerekiyor, diye düşündü Kaptan Linder. Düşüncelerini toparlayıp kendini önündeki probleme odakladı. İnsan kurban etme törenlerinin canlandığı şu koloni yerleşimine nasıl bir yaklaşımda bulunması gerektiğine karar vermeliydi. Diplomatik yollardan yapılan uyarılara verdikleri yanıt, dini inançlarına karışılmasına izin vermeyeceklerini ilan etmek şeklinde olmuştu.

Pişkinliğe bak, diye düşündü Linder. İnancına saygı talep edeceksin, ama kurban ettiğinin -hem de Var Eden tarafından bahşedilmiş olan- hayat hakkına saygı duymaya zahmet etmeyeceksin. Kıyıcılığın dozunu bu denli abartmış insanların dıştan gelen uyarılara kayıtsız kalması o kadar şaşırtıcı değildi aslında. Ama öyle ya da böyle bu tür ölümlerin bir an önce durdurulması insan hakları adına şarttı.

Kaptan raporun devamını okuduğunda, Rehan’ın konuya neden kişisel ilgi gösterdiğini de anladı. Koloni yerleşimindeki bilim ekibine eşlik eden güvenlik elemanlarından biri olan Arı, görev sırasında ağır biçimde yaralanmıştı. Klon kurtarılmıştı ve hâlâ hayattaydı. Ama yine de Rehan kendine göre bir nedenle, Arı’ya bunu yapan kişiyle yüzleşen ekipte yer almak istiyordu.

Dur tahmin edeyim, dedi Kaptan Linder içinden. Derdinin intikam olduğunu hiç sanmıyorum… XND klonları o denli basit tipler değil. Ama birbirlerini kolluyorlar. Aralarında en ufak bir kıskançlık belirtisine, kardeş kavgasına, rekabete ya da varoluş psikozuna rastlanmıyor. Belki de yalnızca şu rahip kılıklı özentinin kendisini gördüğünde suratında belirecek ifadeyi görüp eğlenmek için gitmek istiyordur, kimbilir.

İç haberleşme kanalını çalıştırıp yardımcısıyla bağlantı kurdu. “Koloni yerleşiminin çepeçevre yörüngesini uyarı ekipmanlarıyla donatmaya başlayın,” diye emretti. “Buraya iniş yapmak isteyecek herkesin aşağıdaki durumdan haberdar edileceği bir düzenek kuracağız. Yedi kişilik silahlı bir ekip, koloni yetkilileriyle görüşmek üzere hazırlansın. Sağlam bir gövde gösterisi istiyorum. Asteğmen Rehan da ekibe dahil olsun. Aşağıdakilere iki şeyi hatırlatacaksınız: Yaptıkları buz gibi kanun dışı ve artık galaksinin geri kalanınca gayet iyi biliniyor…”

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Özlem KURDOĞLU

Tıp Hekimi - Yazar - Bilimkurgu Editörü - Çevirmen

Yorum Yapılmamış

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da