Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

ORMAN

“Sanırım artık gözlerimi açabilirim,” diye düşündü adam. Işık ilk başta gözlerini rahatsız ettiği için etrafına dikkatlice bakamadı. Gözleri alışınca daha önce birçok kez görmüş olmasına rağmen önündeki manzaraya bir kez daha hayran kaldı.

Bir ormandı burası. Onlarca farklı ağaçla dolu, her yönüyle yeşilin hâkim olduğu bir yer. İnsan elinin değmediği çok açıktı. Sanki sadece güzelliğine hayran olunması için yaratılmıştı.

Yavaşça başını kaldırıp yukarı baktı adam. Daha önce hiç görmediği türden uzun ağaçların oluşturduğu tavandan, rüzgârın etkisiyle ara ara güneş ışınları yere ulaşabiliyordu. Bir süre öylece durup, güneş ışınları tarafından yıkanmak üzere kollarını açtı, gözlerini yumdu ve bekledi. Sonra gökte başka bir şey aradı gözleri. Hafifçe esen rüzgârda sallanan dalların arasından o masmavi gökyüzünü gördü. Mavilik, dalların yeşilliği ile öylesine uyumluydu ki, dikkatsiz bir göz onu görmez, kendini üzeri ağaç dalları ile kaplı bir labirentte sanabilirdi.

Adam mavi gökyüzüne bir süre baktı, sanki onu içine çekermişçesine birkaç derin nefes aldı. Ciğerlerini dolduran havadaki bin bir çeşit çiçeğin kokusunu fark etti. Yeri kaplayan yeşilliğin içindeki renk cümbüşünü fark edince, kendini hayran olmaktan alıkoyamadı. Kırmızı, mor, beyaz, sarı ve daha önce görmediği onlarca farklı renkte yüzlerce çiçek. Eğilip ayaklarının dibindeki kırmızı olanı kokladı. Uzun zamandır algılamadığı farklı bir kokuyla dolan beyni tüm düşüncelerden arındı ve bir an nerede olduğunu bile unutuverdi.

Bir süre sonra rüzgârda sallanan ağaç dallarının sesi ve arka fonda çalan kuş cıvıltıları ile kendine geldi. Dalların arasında zıplayıp duran, arada bir durup birbirleri ile ötüşen narin kuşları gördü. Burada öylece durup saatlerce dinleyebilirdi onları. Ama zamanı kısıtlıydı. Bu işi başka bir sefere erteleyip, zemindeki çiçeklere basmaktan korkarak biraz ilerledi. Vakti dolmadan önce görmek istediği bir yer daha vardı. Aradığı yerin nerede olduğunu bilmiyordu ama onu her zaman ilerlediği yönde bulmuştu.

Ağaçların arasında bir süre ilerledi. Bir an durup etrafına kulak kabarttı. Evet, şimdi kuş seslerinin yanında, ileriden gelen bir uğultu işitilebiliyordu. Adımlarını sesin geldiği yöne doğru hızlandırdı. Uğultu giderek arttı, gitgide kuşların sesini bastırdı ve adam kendini iki yanı ağaçlarla çevrelenmiş bir açıklıkta buldu.

Dört metre kadar yükseklikten akan bir şelale ve onun devamı olarak uzakta, ağaçların arasında kıvrılarak kaybolan geniş bir akarsu geçiyordu bu açıklıktan. Şelalenin çıkardığı sesle büyülenen adam kendini ona yaklaşmaktan alıkoyamadı. Elini yukarıdan dökülen suyun altına uzattı. Bir süre avucuna çarpıp, sıçrayarak üzerini ıslatan su damlalarını izledi. Neden sonra suyun soğukluğuyla ürperdi ve şelalenin biraz aşağısında, akan suyun kenarında bir taşın üzerine oturdu. Önünde uzanan manzaraya iç çekerek baktı.

“Keşke böyle bir yerde yaşayabilsem.”

“Bunun için her şeyimi verirdim.”

Ama böylesi bir dileğin gerçekleşemeyeceğinin de farkındaydı, her ne kadar karşısındaki manzaranın büyüsü ona tersini söylüyor olsa da.

Derken şelalenin sesi kesildi, akan su kayboldu. Adam ayağa kalkarken ayağının altındaki çimenler ve çiçekler, etrafı çevreleyen ağaçlar teker teker hızla kayıplara karıştı, güneşin aydınlattığı gökyüzü bir perde hızla çekilmiş gibi yok oldu. Her taraf karardı, etrafa ve adamın içine buruk, rahatsız edici bir sessizlik çöktü.

“Lütfen yapay gerçeklik cihazını çıkarınız,” dedi bir ses kulağına.

Adam gözlerini ve kulaklarını kapatan aygıtı çıkardı, gözlerini karanlığa alıştırmaya çalıştı. Sonra odanın kapısı açıldı. İçeriye dolan ışığa karşı elini siper etti adam. İçeri giren bayan cihazı alarak ona seansın bittiğini söyledi. Birlikte odadan çıktılar. Adam gerekli ödemeyi yapıp asansörle zemin kata indi. Caddeye açılan büyük kapıya doğru yürüyünce kapı kendiliğinden açıldı.

İçeriye binlerce insanın, trafikteki araçların, karmaşanın gürültüsü doldu. Rüzgârın, neşeyle öten kuşların, akan suyun sesini halâ aklından çıkaramamış olan adam biraz afalladı.

Burnuna araç yakıtlarının, çöplerin, pis havanın insanın boğazını yakan, mide bulandıran kokusu ulaştı. Çiçeklerin kokusunu artık hatırlayamaz oldu.

İsteksizce dışarıya adımını attı. Gökyüzüne baktı. Göğü kaplayan kirli hava tabakası yüzünden mavilik görünmüyordu bile. Güneş ise yeryüzünü ancak aydınlatabiliyordu. O azıcık ışığı da sis tabakasını delip göğe yükselen binalar kesiyordu. Dış yüzeyleri fotosentez yapan bu binalar zar zor nefes alınabilinen havayı tazelemeye çalışıyordu.

“Çirkin binalardan oluşan bir orman,” diye düşündü adam.

Kapının ağzında durup saatine baktı, rahatça nefes almasını sağlayacak olan maskesini taktı ve caddede akan insan seline karıştı. İşe geç kalıyordu.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Mehmet KARDAŞ

1988 Ankara doğumlu. ODTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik mezunu. Bilimkurgu, fantastik okur yazarı. 3 yıldan uzun süredir tek twitlik bilimkurgu mikro öyküler yazıyor.

8 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da