Fantastik Hikaye Hikayeler

Teslimat

Otomobilin farlarının soluk ışığı, zifiri karanlığı yarıyor ve az da olsa bir görüş alanı sağlıyordu. Yıldızsız bir gecede, şehirden ve yerleşimden hayli uzaktaydılar. Seyahat esnasında yolu seyretmeyi seven biriyseniz, şifreli kanalda erotik film izlemeye çalıştığınız söylenebilirdi. Stabilize yol, çok fazla çukur ve tümsek barındırıyordu ve zaman zaman Chris ile Martin’in sarsılmasına sebep oluyordu. Şoför koltuğundaki Chris için bu sarsılmalar büyük problem olmasa da, yolun engebeli olması Martin’in zaman zaman kafasını arabanın tavanına vurmasına neden oluyor ve hayli can sıkıyordu. Çok yakında sağ kulağının birkaç parmak yukarısında bir şişlik oluşmasını bekliyordu.

“Biraz daha yavaş kullanamaz mısın şunu?” diye söylendi Martin. 167 santim boyunda, 53 kilo sıska bir adamdı. Sesi de kendisi gibi inceydi ve böyle sinirlendiği anlarda çok komik çıkıyordu. Bu cümleyi söylerken dahi kafasını arabanın tavanına vurmayı başarmıştı. Şimdi başı zonkluyordu. Chris, arkadaşına baktı ve güldü. Arkadaşlık tam olarak da böyle değil miydi zaten? Arkadaşının canı ne kadar acırsa acısın, manzara komikse gülmek gerekirdi.

“Benim suçum yok ahbap” dedi Chris direksiyonu iki eliyle sımsıkı tutarken. “Yol çok bozuk. Ayrıca ne kadar yavaş gidebilirim ki? Adamların bizi beklediğini unutuyorsun sanırım? Böyle bir randevuya geç kalmayı istemeyiz öyle değil mi?”

Martin’in bu soruya vereceği cevap açıktı. Randevuya geç kalmak, her anlamda büyük bir problem demekti. Bu, barda tanışıp telefon numarasını aldığın bir genç kızla randevu olsaydı eğer; belki geç kalmak durumu toparlayabilirdi. Birkaç kadeh içki ısmarlamak ve tatlı bir iki cümle söylemek, bekletilen güzeli yatağa atmayı sağlayabilirdi.

“Randevu her şeyden önemli elbette” demekle yetindi. Otomobilin bagajında 2 kg kokain vardı ve bu malı Meksika sınırına götürüp Hernan Cortes adında birine teslim etmeleri gerekiyordu. Hernan Cortes adının buluşacakları kişinin gerçek adı olup olmadığını çok merak ediyorlardı. Hayli zorlama bir isimmiş gibi geliyordu gençlere. Büyük ihtimalle Alfonso, Pedro veya Jose gibi bir isme sahip olmalıydı. Ancak sahne adı diye bir şey vardı ve Alfonso’nun (ya da her ne boksa) sahne adı da Hernan Cortes idi. Sahici olmadığı oldukça tahmin edilebilir bir sahne adı bulmuştu adam kendine.

“Hernan denen adam yalnız olacak öyle değil mi?” diye sordu Martin. Karanlık yolda hiçbir şey göremiyordu. Bir an otomobil arıza yapsa sabaha dek ne yapacaklarını düşündü. Otomobilin içinde beklemek soğuktan koruyabilirdi belki ancak vahşi bir hayvan saldırısını önler miydi? Ondan pek emin değildi. Texas eyaletine bağlı Hebbronville adlı kasabadan yola çıkmışlardı ve gidecekleri yer yaklaşık 132 km uzaktaydı. Chris ’in hesapları doğruysa (bu hesaplar GPS’e göre değil teslimatın yapılacağı adresin tuhaf tarifine dayanıyordu) 12-13 km sonra buluşma yerine varmış olacaklardı. Hebbronville ’in güneyine doğru 80 km ilerleyecekler ve Zapata’ya giriş yapmadan yönlerini doğuya Falcon’a doğru çevireceklerdi. 83. Yolu kullanarak Falcon’u geçtikten sonra Fronton’a dönüp şehir merkezi yerine Alamo Yolu’nu kullanacaklardı. Lanet olası aracı, Hebbronville ’den çıkmadan evvel böyle söylemişti. Garip görünüşlü ürkütücü bir tipti.

“Her yanım ağrıyor” dedi Martin. Chris, arkadaşına çatık kaşlarla bakıp “Lanet olası yolun bozuk olduğunu söyledim sana. Amma kafa şişirdin yahu! Daha iyi kullanacağını iddia ediyorsan, buyur gel direksiyona sen geç” dedi. Martin, bu sözleri çok garip bulmuştu.

“Sakin ol adamım” dedi. “Boynum ağrıyor çünkü otelin yatağı taş gibi sertti ve ben hiç uyuyamadım. Senin araba kullanmanla bu durumun ne ilgisi var anlamadım?”

Hebbronville ’de kaldıkları otel gerçekten fecaatti. Üstelik olay sadece yatağın sertliği ve uyku problemi de değildi. Banyo ve tuvaletine girdiklerinde ikisinin de suratlarının hali gerçekten görülmeye değerdi.

“Ben buraya işemem” demişti Martin. “Mikrop kapmayı hiç istemiyorum.”

Yol kenarındaki bodur ağaçlar, aracın yarattığı rüzgârın etkisiyle sallanıp duruyorlardı. Çorak sayılabilecek bu arazide, bodur ağaçlar karanlık içerisinde çok güzel görünüyorlardı. Chris, bozuk yol yüzünden aracın kontrolünü birkaç kez kaybeder gibi olmuştu. Ama tecrübeli bir şofördü ve kolay kolay kaza yapabilecek biri değildi. Chris, bu özelliği ile övündüğü zaman “Her şeyin bir ilki vardır” demişti Martin. Altlarında 2014 model Toyota Rav-4 vardı. Bu aracı 4 günlüğüne kiralamışlardı ancak işler umdukları gibi gitmediği için zamanında aracı aldıkları galeriye teslim edememişlerdi. Adamlar, birkaç kez aramış; aracı getirmelerini tatlı dille (!) söylemişti. Chris ise gecikme için özür dilemiş ve merak edecek bir şey olmadığını, sadece işlerinin tahmin ettikleri sürede bitmediğini söylemişti.

“Aracı size geri getireceğiz ve gecikmeden doğan zararınızı fazlasıyla karşılayacağız” demişti. “Bu kadar tantana yapmanıza lüzum yok.”

Eğer teslimatı zamanında yapabilirlerse ve işler planladıkları gibi giderse oldukça fazla paraları olacaktı ve galerinin çıkaracağı fatura çok can sıkmayacaktı. Hatta belki de başka bir araç daha kiralayabilirlerdi. Bu sefer daha lüks bir şey kiralamayı düşünüyordu Chris. Hernan Cortes kendilerinden memnun kalırsa, sevkiyatlarda yer alma ve daimi eleman olma fırsatı ellerine geçebilirdi.

“Peki ya işler umduğumuz gibi gitmezse?” diye sormuştu Martin. Bu sorunun gerçek olması durumunda korkudan altına kaçıracağı her halinden belliydi. Chris, arkadaşlığın getirdiği vazifeye uygun olarak “İşler umduğumuz gibi gidecek merak etme” demiş ve Martin’i rahatlatmıştı. En azından Chris, bunu başarabildiğine inanıyordu.

Otomobil, hayli korkutucu bir rampayı tırmanmaya başlamıştı. Falcon’u geçeli birkaç dakika olmuştu ve iki adam da endişeli ve heyecanlıydı. Fakat kimse bunu yanındakine hissettirmek niyetinde değildi.

Chris, aracın zorlanmaya başladığını hissediyordu. Aslında bu yollar için tasarlanmış bir otomobil olmasına karşın böyle zorlanmasını hayli yadırgamıştı. Söylendiği kadar iyi bir araç değildi anlaşılan. Gaza biraz daha fazla basıp aracı hızlandırdı ve herhangi kötü bir sürpriz yaşamamak adına gözünü yola dikti. Bir tilki, sincap veya çakalın önlerine çıkması ve direksiyon hâkimiyetini kaybetmesi; en olası sürprizlerdendi.

“Daha çok var mı?” diye sordu Martin. Chris, arkadaşına ters ters bakıp “Lanet olası bir çocuk gibisin” dedi. “Sabırlı ol ve kapa çeneni artık.”

Martin, bu sözlerden hoşlanmamıştı ancak paraya ihtiyacı vardı ve Chris de bu işin anahtarıydı. Arkadaşı bu işi teklif etmeden önce beş parasız ve ne yapacağını bilmez haldeydi. Dolayısı ile onun bu tarz öfkeli sözleri, bir kulaktan girip diğerinden çıkması gereken sözlerdi. “İşini yap sineye çek” diyordu kendi kendine. Chris, işi yalnız halletmeye karar verirse; bu durum Martin için sonun başlangıcı olurdu.

“Fronton Şehir Merkezi – 3 km” yazan tabelanın yanından sağa döndüler ve Alamo Yolu yazdığına inandıkları tabelayı takip etmeye başladılar. Alamo Yolu yazıp yazmadığına pek emin değillerdi zira tabela güneşten solmuştu. Otomobilin farlarının güçlükle aydınlattı yolda silinmeye yüz tutmuş şerit çizgilerini izlemeye gayret eden Chris, tarife göre 1,5-2 km sonra buluşma yerine varacaklarına inanıyordu.

“Paketi hemen çıkarma tamam mı?” dedi arkadaşına. “Adamın yalnız olup olmadığına bakacağız ve sonra, her şey yolunda giderse paketi adama teslim edip paramızı alacağız. Sonra da bu lanet olası yerden siktir olup gideceğiz.”

Martin kafasını salladı ve “Anladım dostum” dedi. “Adamın yalnız olup olmadığına bakacağız.” Birkaç saniye durdu ve sonra yeniden konuşmaya başladı. “Her şey yolunda giderse paramızı alacağız. Sonra siktir olup gideceğiz.”

“Adamla iletişimi ben kuracağım. Sen hiçbir şey konuşmayacaksın. Sana soru sorarsa (ki buna gerek kalmayacak) ben cevap vereceğim. Anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı patron” dedi gülümseyerek Martin. “İletişimi sen kuracaksın ve ben hiç konuşmayacağım. Bana soru sorarsa…”

Sözlerini bitiremedi çünkü Chris araya girdi ve “Papağan gibi her söylediğimi tekrar etmeyi bırak kahrolası!” diye bağırdı. Martin, şaşırmış halde öylece kaldı. Chris, başını sağa sola çevirdi ve “Bak Martin” dedi. Kendini sıkıyor, sakin olmaya çabalıyordu. “Bu işi almak için gerçekten kıçımı yırttım ve şimdi ne senin ne de başka bir şeyin bu durumu berbat etmesini istemiyorum. Anlıyor musun? Eğer bu işi berbat edersem, bundan sonrası benim için pekiyi olmaz. Çok fazla borcum var ve bu paranın benim kurtuluşum olacağına inanıyorum. O yüzden lütfen bana yardımcı ol ve dediklerimi harfiyen yap. Hiçbir şeye karışma. Tamam mı?”

“Tamam” diye cevap verdi Martin. Meseleyi uzatmaya niyeti yoktu. Zira onun da tek derdi işi bitirip parayı almaktı. Rampayı tırmanış bittikten sonra yol, zig-zag çizerek ilerlemeye başladı. Fronton’a döndüklerinden beri stabilizeye dönen yol, şimdi daha da kötü bir hal almıştı. Daha önce buralara otomobillerin gelip gelmediğini merak etti Chris. Çünkü şu an Toyota’nın üzerinde ilerlediği zemine yol demek için bin şahit gerekiyordu.

Toyota, takır tukur sesler çıkararak ve içindeki iki adamın midesini kusma raddesinde bulandırarak ilerledi ve bir süre sonra durdu. Her şeyin bittiği yere gelmiş olmaları gerekiyordu. Martin, otomobilin camından önce sağa sonra sola baktı ve “Burası olduğuna emin misin?” diye sordu. “Burada hiç kimse yok.” Chris, başını çevirip geldikleri yola baktı. Tarif tam olarak burayı gösteriyordu.

“Gideceğiniz yerde hiçbir şey olmayacak. Korkmayın sakın” diyerek tiksindirici bir kahkaha atmıştı aracı adam. İspanyol aksanı ve sürekli bira kokan ağzına yumruk atmamak için büyük çaba göstermişti Chris.

“Burası olmalı” dedi. “Biraz bekleyelim. Birileri gelecektir. Eğer gelmezse, döner Fronton’a gideriz. Geceyi geçirecek bir otel bulur ve sabah yeniden geliriz buraya.”

“Yanlış gelmiş olamayız öyle değil mi?” diye sordu Martin. Bir yandan soruyu soruyor diğer yandan da gözleriyle etrafı tarıyordu.

“Sanmıyorum” dedi arkadaşı. “Alamo Yolu’nu takip ettik ve buraya geldik işte. Başka dönecek bir yön yoktu ki.”

Chris, düşünceli bir şekilde aracın dikiz aynasından geldikleri yöne baktı. Benzin göstergesi yarıdan biraz fazlayı gösteriyordu. Yakıt konusunda sıkıntı yaşayacaklarını düşünmüyordu ancak cebinde oldukça az para kaldığını biliyordu. En fazla 1-2 gün daha idare ederdi bu para. Sonra? Sonrası tam bir muammaydı. Kalacak yer ve yiyecek sorununu belki geçiştirebilirlerdi. Arabada uyumak ve sosisli gibi ucuz şeyler yemek, duruma en uygun fikirlerdi. Peki ya galericiler? Onları ne yapacaklardı? Toyota, kendilerinde olduğu her gün, hanelerine borç yazılmaya devam ediyordu. Para yoksa borcu ödeyemeyeceklerdi. Chris, Cortes denen serserinin gelmesi için dua etmeye başlamaları gerektiğini biliyordu.

Martin’i bilmiyordu ama kendisinin dualarla ve Tanrı ile arası hiç iyi olmamıştı. Fakat o anda, dua etmeyi düşünmesi bile işe yaramıştı anlaşılan. Toyota’nın arkasında beliren ışığı fark ettiklerinde iki arkadaş da sevinçle birbirlerine baktılar.

“Bu o olmalı” dedi Martin. Hernan Cortes ile tanışmalarına birkaç dakika kala ikisi de heyecanlıydı. İşler yolunda giderse bu gece Fronton’un barlarından iki çıtır bile götürebilirlerdi.

İşler iki adam için yolunda gitmekten hayli uzakta kalacaktı.

* * *

Hernan Cortes, civciv sarısına benzeyen Ford Mustang’i ile Toyota’nın yanına yanaşırken Chris, arkadaşına son kez “Paketi hemen çıkarma” dedi. Mustang’in lastiklerinden çıkan toz bulutu karanlığın içinde dağılırken, Chris her şeyin yolunda gideceğine yürekten inanıyordu. Ford, Toyota’nın birkaç metre yanına doğru park etti. İki otomobilin farlarının ışıklarının aydınlattığı alan, görüşmenin ve teslimatın gerçekleşmesi adına oldukça uygun bir yerdi. Karanlık genişçe bir tiyatro salonunun sahnesiydi burası ve her şey burada oynanacaktı. Biraz lafladıktan sonra karşılıklı güven kazanılacak; sonra da paket verilecek ve para alınacaktı. Kulağa çok güzel gelen, heyecanlandırıcı bir plandı bu.

Hernan Cortes (ya da gerçek adı her neyse) Ford’un kapılarını açıp araçtan indi ve yaklaşık bir dakika kadar Toyota’nın içinde bekleyen ve merakla olacakları izleyen adamlara baktı. Bir sonraki adımın karşı taraftan gelmesini bekleyen iki arkadaş, sakince bekliyordu. Bakışmaların sonsuza kadar süreceğine inandıkları bir anda Cortes, elini kaldırdı ve “Orada öylece oturacak ve salak salak bakacak mısınız?”  diye sordu. Martin, bu sözler üzerine gülümser gibi oldu ancak arkadaşı sert bir şekilde “Ciddi ol ve in arabadan anaokulu çocuğu” dedi. İkisi aynı anda araçtan indiler. Chris ve Martin, araçtan inince Cortes’in yalnız olmadığını gördüler. Öyle ya? Kimse, böyle bir teslimata yapayalnız gelecek kadar salak olamazdı öyle değil mi? Ford’un arka kapıları açıldı ve iki adam daha indiler. Oldukça garip kıyafetler giymişlerdi. Birisi keldi. Martin, polisiye-mafya filmlerinden fırlama bir suratı olduğunu düşündü. Yan yana duran otomobillerin motorları çalışmaya devam ediyordu. Serin ama durgun bir hava hâkimdi ve bulundukları yerde otomobillerin motorlarının homurtusu dışında herhangi bir ses işitilmiyordu.

“Benim adım Hernan Cortes” dedi adam. Yaklaşık 2 metre boyunda, uzun saçlı ve hayli kaslı bir adamdı. Eğer teke tek dövüşmek zorunda kalırlarsa; adamın ikisini de kolayca alt edeceği barizdi. Bir yumrukla burnunu dağıtabileceğini düşündü Martin. Ne korkunç bir acı olurdu! Cortes, motorların sesini bastırmaya çalışıyor ve yüksek sesle konuşuyordu. Chris de aynı şekilde karşılık verdi. “Benim adım Chris. Bu da arkadaşım Martin. Bizi buraya Mariano yolladı. Brahma Kamal’ına iyi baktığını ve geceleri çiçek açtığını söyledi.”

Bu şifreli bir mesajdı ve Mariano’nun söylediğine göre Cortes’e bu cümleyi söylediklerinde teslimat gerçekleşecekti. Bu cümle, Cortes’in güvenini kazanmanın anahtarıydı. Adamın güvenine açılan kapı çelikten ve kurşungeçirmezdi. Açmak istiyorsa; doğru sözleri söylemeliydi. Martin, cümlenin çok anlamsız olduğunu düşünüyordu. “Açıl susam açıl” gibi bir şey de beklemiyordu elbette ancak Brahma Kamal da neydi?

“Brahma Kamal’ım çiçeklerini yalnızca dostlarım için açar. Mariano, 2 kişinin 2 kg getireceğini söylemişti. Paket yanınızda mı?” diye sordu Cortes. Chris, Martin’e baktı ve gözleriyle daha evvel tembihlediği şeyi hatırlattı adeta.

“Ben konuşacağım; sen susacaksın.”

“Paket yanımızda” dedi. “2 kişi ve 2 kg… Mariano doğru söylemiş size. Aynı zamanda 20 bin doların da hazır olacağını söylemişti. O da hazır mı?”

Cortes, pis pis sırıttı ve “Mariano’nun bira kokan ağzına tüküreyim” dedi. Chris, bu dileğe katılmamasının imkânsız olduğunu biliyordu. O herifin ağzına tükürmek, yapmak istediği en hafif işti. “Mariano doğru söylemiş” dedi Cortes. Eliyle civciv sarısı Ford’u işaret edip “Paralar arabada” dedi. “Siz paketi çıkarın ben de parayı…”

Chris, Martin’e kafa hareketiyle parayı getirmesini söyledi. Telepatik yollarla iletişiyor gibiydiler. Martin, araca doğru yürüdü ve kapısını açıp şoför koltuğunun arkasına, döşemenin içine gizlenmiş olan paketi çıkardı. Bunu yaparken hayli dikkatliydi. Paketin açılması, delinmesi ve kokainin etrafa saçılması büyük bir talihsizlik olurdu.

Hernan Cortes, yanındaki adamlardan birine Chris’in anlamadığı dilde bir şeyler söyledi. Adam da Ford’un bagajından gazete kâğıtlarıyla dolu çantayı çıkardı. Bagaj kapağını sertçe kapadı ve Ford’un güçlü ışığının önüne gelip durdu. Martin de bu arada paketi çıkarmış ve Chris’e vermişti. Chris, adama doğru yürüyerek yaklaştı ve “Nasıl olacak?” diye sordu. Cortes, mide bulandıran sırıtışı ile “Siz paketi yere bırakın ben de çantayı… Çok basit. Sakın saçma sapan bir hareket yapayım demeyin” dedi.

Chris, paketi usulca yere bıraktı. Şimdi paket, Cortes’in 3 adım uzağında yerde duruyordu. Cortes de adamına işaret etti ve kel kafalı adam; dolu çantayı Chris’in kucağına doğru fırlattı. Chris, çantayı güçlükle tuttu. Martin ile kısa bir an göz göze geldiler. İkisinin de içinde kelebekler uçuşuyordu. Ancak sevinmek ve bayram ilan etmek için henüz erkendi. Çantayı açıp içine bakması gerekiyordu. Paranın orada olup olmadığı, çok önemli bir detaydı.

Cortes’in kel kafalı adamı paketi köşesinden açmış ve tadına bakmıştı bile. Hernan Cortes, adamından olumlu bir dönüş alınca elini arkasına götürdü ve silahının kabzasını tuttu. Karşısındaki adamlar çantayı açacak; gazete kâğıtlarıyla dolu olduğunu görecek ve büyük ihtimalle (o kadar cesur olup olmadıklarından emin olmasa bile az da olsa bu ihtimal gerçekleşebilirdi) silahlarına davranacaklardı. Çünkü kimse kazıklanmak istemezdi.

Chris, çantayı umutla açtı ve ilk anda çok şaşırdı. Para dolu olması gereken çantanın içinde kesilmiş gazete parçaları vardı. Eliyle çantayı şöyle bir taradı ve belki de paraların gazete parçaları altına gizlenmiş olduğunu düşündü. Hatta bu düşünceye deli gibi sarıldı. Çocukça bir düşünceydi ama adamı avucuna almıştı. Çünkü eğer durum tam da böyle değilse; işler gerçekten boka sarmış demekti. Eliyle çantayı iyice karıştırdı ve bütün soruların cevabını aldı. Kafasını kaldırıp arkadaşına baktı ve Martin de bir şeylerin yolunda gitmediğini anladı. O kısacık zaman aralığında Chris’in aklına; Martin’i bu işe bulaştırdığı an geldi. Houston sokaklarında avare biçimde gezerken görmüştü arkadaşını ve görüşmeyeli hayli zaman olduğunu fark etmişti. En son 2013 yılında görüşmüşlerdi ve o tarihten bugüne kadar ikisi içinde işler hiç iyi gitmemişti.  Martin’in işe ihtiyacı vardı ve işin ne olduğunun da hiç önemi yoktu. Hamallık, garsonluk ve hatta bebek bakıcılığı dahi yapmaya hazırdı. Kendisine bebeğini emanet edecek kadar duygusuz ve ahmak anne-baba bulabileceğini sanmıyordu tabi.

Chris, silahına davrandı ve hiç umudu olmamasına karşın Cortes’e doğrulttu. Martin’in de silahını çektiğini göz ucuyla görüyordu. O anda otomobil farlarının aydınlığında duran 5 kişi vardı ve birazdan bu sayı, azalacaktı. Chris, tetiği çekmek için parmağını hareket ettirmeye çalıştığı anda bir acı hissetti. Silahı tutan eli gevşedi ve tabanca yere düştü.

* * *

Chris, gözlerini açmaya çabaladı ancak bunu yapmasının hiç kolay olmadığını fark etti. Güneş, tam olarak yüzüne vurmaktaydı ve terden sırılsıklam olmuştu. Yerden yaklaşık 1 metre yükseklikte bir tahta masanın üzerine yatırılmıştı. Elleri, ayakları bağlıydı. Hareket etmeye ve bağlardan kurtulmaya çalıştı ancak bunu başaramıyordu. Başını sağa sola çevirdi ve arkadaşına bakındı. Martin, ortalıkta görünmüyordu. Sonra tepesine dikilmiş duran Hernan Cortes’i gördü. Gülümsüyordu. Her zamanki gibi mide bulandırıcı bir gülümsemeydi bu.

“Arkadaşına mı baktın?” diye sordu. “Ne kadar vefalı bir dostsun Chris. Böyle bir durumda elleri, ayakları bağlı uyanmış olsam; ilk arkadaşımı aramazdı gözlerim. Hayli duygulandım.”

Chris, uzandığı yerden etrafı taramaya çalışıyordu ancak bunu yapması kolay değildi. Yatırıldığı masaya belinden ve göğsünden dolaştırılmış bir halatla sabitlenmişti. Anlaşılan hiç hareket etmemesini sağlamak istenmişlerdi. Bunu da başarmış görünüyorlardı.

“Neler oluyor?” diye sordu Chris. Boğazı yanıyordu. Deli gibi susamıştı ve bir yudum su için her şeyi yapabilecek durumda hissediyordu kendini. “Martin nerede?” diye sordu boğazı gıcıklanarak. Konuşmak her kelimede daha fazla zorlaşıyordu. Cortes, eliyle bir işaret yaptı ve adamlardan birisi bir kap su getirdi. Kabı yaklaştırdı ve Chris’in ağzına dökmeye başladı. Chris, ağzına doğru dökülen suyu olabildiğince çabuk bir şekilde yutmaya çalışıyordu. Her yudum biraz daha kendisine getiriyordu.

“Tanrı’m sana şükürler olsun” diye geçirdi içinden. En son Tanrı’ya ne zaman şükretmişti? Adamı tanıyanlar iyi bilirdi ki; Chris Hemsworth’un Tanrı ile iş olmazdı. Kaptaki su bitince Cortes, kabı arkada bekleyen adama uzattı ve “Artık daha rahat konuşabiliriz” dedi. “Arkadaşın çok inatçı çıktı biliyor musun? Ölmek için elinden geleni yaptı. Oysa biz ikinizi de öldürmeyecektik. En azından dün gece…”

Chris, duydukları karşısında şok olmuştu. Martin ölmüş müydü gerçekten? Buna inanmak istemiyordu. Karşısındaki pislik yalan söylüyor olmalıydı. Bir yere kapatmışlardı kesin. Fakat bu inanç çok kısa sürdü. Bir an sonra adamın doğruyu söylüyor olabileceği fikri ağır bastı.

“Bileğinden vurulduğunda yere düşen silahını yeniden almaya çalıştı. Eğer bunu yapmasa, sana yaptığımız gibi sadece ensesine alacağı bir darbe ile bayılacaktı. En azından sabaha kadar nefes almaya devam edecekti. Ancak dedim ya? Arkadaşın çok inatçı birisiydi ve kendisini öldürtene kadar uğraştı. Sonunda başardı da.”

Chris, sinirden deliye dönmek üzereydi. Bu işe onu kendisi bulaştırmıştı ve şimdi, arkadaşının öldürülmüş olduğunu duymak içini gerçekten çok acıtıyordu.

“Lanet olsun” diye bağırdı. “Neden yaptın bunu? Sana malı getirdik hem de eksiksiz. Teslimatı tam planladığınız gibi gerçekleştirdik. Mariano ne dediyse harfiyen uyguladık.”

Cortes, adamın bağlı olduğu masanın etrafında bir tur attı ve tekrar göz hizasına gelince durdu. “Teslimat 2 kg kokainden ibaret değildi” dedi. “Teslimatın önemsiz ayrıntısıydı kokain.”

Chris, güneşin yakıcı ışıkları altında terlemeye devam ediyordu. Duydukları ise hiç mantıklı gelmiyordu. Teslimatın ana konusu kokain değilse neydi? Yoksa araba mıydı? Lanet olası Toyota’yı alıp bir tarafına sokabilirdi Cortes. Sonra biraz daha düşününce teslimatın ana konusunu fark edebildi.

“Teslimat iki sağlıklı erkekti dostum” dedi Cortes. Bunu büyük bir keyifle ve gülerek söylemişti. “Kendi ayaklarıyla tıpış tıpış gelen iki budalaydı asıl olay. Kokain de pastanın üzerindeki çilek oldu aslında.”

Chris, güneşin ışıkları altında cayır cayır yanarken; bu işin sonunda hayatta kalamayacağını kavrıyordu. Karşısındaki ruh hastası adam ve adamlarının elinden kurtulması hiç mümkün değildi.

“Hernan Cortes ismini daha evvel duydun mu?” diye sordu adam. “Gerçek adımın bu olmadığını söylemeliyim sana. Biraz sonra olacakları düşününce birbirimize karşı dürüst olmamız gerektiğine inanıyorum. Son anlarında sana yalan söylemeyeceğim. Hayır, hayır… Ben yalancı biri değilim. Ben inançlı biriyim ve Tanrı’nın huzurunda kimseye yalan söylemem.”

Chris, adamın ne söylemeye çalıştığını anlamıyordu. Kafayı yemiş bir adam olduğu su götürmez bir gerçekti. Tanrı’m diye geçirdi içinden. “Her şey çok çabuk olsa iyi olur.”

“Hernan Cortes, İspanyol bir istilacı dostum” diye konuşmaya devam etti adam. Atalarımızın katline sebep olan lanet olası bir kâşif…”

Chris, kaşlarını çatmış adamın daha başka neler saçmalayabileceğini düşünüyordu. Bütün bunların kendisiyle ve ölen arkadaşı ile ne ilgisi vardı?

“Hernan Cortes’i duymamış olmanı anlayabilirim” diye devam etti yaklaşık 2 metre boyundaki adam. “Herkesin bilebileceği bir isim değil. Ancak Güneş Tanrı’sını ve Aztekler’i duymamış olman olanaksız değil mi?”

Chris, çok kitap okuyan biri değildi. Hatta gençliğinde okuduğu erotik dergileri saymazsa; okuyan biri bile sayılmazdı. Ama Aztekler ile ilgili liseden kalma ufak bilgi kırıntıları mevcuttu.

“Biz bir avuç insan, atalarımızın inançlarını yaşatmak için yaşıyoruz. Geçmişte uygarlıklarını yok eden Avrupalıları kokain ve uyuşturucu ile zehirliyoruz. Atalarımızı katleden adamın ismini taşıyorum ki; herkes görmezden geldikleri katilin silahının kendisine doğrulmuş olduğunu görsün. Hernan Cortes geçmişte Aztekler’i katletmişti. Şimdi taraf değiştirdi ve Avrupalıları öldürüyor.” Bu sözler etraftaki adamlar tarafından büyük bir coşku ile karşılandı ve adamlar garip sesler çıkarmaya başladılar. Cortes, gökyüzüne bakıp haykırdı. “Tanrı bizim yanımızda!”

Sonra da tekrar bağlı duran adama döndü ve “Tanrı’mıza kurban veriyoruz ki; bizi unutmasın ve yalnız bırakmasın.”

Chris’in kafasında şimşekler çaktı. Kurban vermekten bahsediyordu adam ve kurbanın kim olacağı da çok büyük bir soru işareti değildi.

“Ne Tanrı’sından bahsediyorsun sen?” diye bağırdı genç adam. “Sizin saçmalıklarınız yüzünden arkadaşım can verdi ve şimdi de beni mi katledeceksiniz? Lanet kokaini aldınız işte. Beni bırakın da gideyim.”

Hernan Cortes, elleri ve ayakları bağlı adamın yüzüne doğru eğildi ve “Tanrı’mıza inanmıyor olabilirsin” dedi. “Ancak bu, sana saygısızlık yapma hakkı tanımaz öyle değil mi?” Chris, son bir çabayla bağlardan kurtulmaya çalıştı fakat başaramadı. Başarsa ne olacaktı ki? Etrafında onca adam varken, oradan kaçması imkânsıza yakındı.

“Tanrı’m” sözleri çıkıverdi ağzından usulca. Cortes, bu sözlerin üzerine güldü ve “Seninkini bilmem ama bizimki birazdan burada olacak” dedi. Uzun boylu adam, yanındaki adamdan irice bir bıçak aldı ve güneşe doğru kaldırdı. “Bu ölümlü adam” diye bağırdı. “Bu bizim kurbanımız. Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tanrısı Tlaloc ve Tüylü Yılan Quetzalcoatl için…”

Chris, kalbinin deli gibi attığını hissediyordu. Kurtulmak için çırpınıyor, kan ter içinde bağırıyordu. “Bırakın beni, durdurun bu deli saçmalığını…”

Cortes, güneşe tuttuğu bıçağı indirdi ve Chris’in gömleğini yırtıp göğsünü açığa çıkardı. Adam biraz sonra olacakları dehşetle izliyordu. Bütün kurtulma çabası ve yalvarışları anlamsızdı. Cortes, bıçağın ucunu adamın göğsüne (kalbinin biraz altına) dokundurdu.

“Şimdi bu atan yüreği Güneş Tanrı’sına adayacağım. Bu ölümlünün son nefesleri, bizlerin sonsuzluğu olacak.”

Chris, göğsüne dokunan bıçağın soğuk ucunu derinden hissederken; tuhaf bir şey gördü. Masanın etrafında bir toz bulutu dönüp durmaya başlamıştı. Gözlerini güçlükle açabiliyordu. Kendisini zorladı ve O’nu gördü. Gökyüzünden aşağı mı inmişti; yoksa yerden tozlarla birlikte mi çıkmıştı emin değildi. Gri bir duman gibi yükselen ve büyüyen; hiçbir şeye benzemeyen korkunç bir görüntüsü olan o “şey”, lanet olası Cortes’in Tanrısı mıydı? Bu mümkün müydü? Dumanımsı şey, Chris’e doğru uzandı ve dumandan oluşan elleriyle adamın saçlarına dokundu. Siyah gözlerini biraz sonra ölecek olan adama dikip anlaşılmayan sesler çıkardı. Chris, gördükleri karşısında dili tutulmuş vaziyette bakınıyordu. Bakışlarını Hernan Cortes’e çevirince adamın gözlerinin de kaybolduğunu gördü. Şimdi o çukurların içerisi kapkaranlıktı.

Cortes, bıçağı Chris’in göğsüne bastırdı ve derinlere doğru soktu. Chris acıyla inledi. Bıçağın girdiği yerden yukarıya doğru kan fışkırdı. Dumanımsı şey, fışkıran kanları yakaladı ve içine çekti. Cortes, bıçağı biraz sağa biraz sola çevirerek Chris’in göğsünü yarmaya devam ediyordu. Adamın acısı dayanılacak gibi değildi. “Neden ölmüyorum?” diye bağırdı sessizce. Çığlığını kendisinden başka kimse duymuyordu. Acı, bütün bedenini sarmıştı.

Cortes, bıçağı usta bir kasap gibi birkaç hamleyle daha hareket ettirdikten sonra hızla çıkardı. Şimdi Chris’in ağzından kanlar gelmeye başlamıştı. Acı, bir an kaybolur gibi oldu. Adam, artık nefes alamadığını fark etti. Şimdi ciğerleri kanla doluyordu. Titremeye başlamıştı. Gözlerini açıp baktığında dumanımsı griliğin iyice yaklaşmakta olduğunu gördü. Cortes, elini yardığı göğsüne soktu ve kalbini çıkardı. Chris, oracıkta son nefesini verdi. Gözlerinden beynine giden son resimde; kalbini yemek üzere ağzını açan dumanımsı yaratığın hevesli suratı vardı.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Olcay ŞEKER

1984 İstanbul doğumlu, evli ve bir çocuk babası olan yazar, aynı zamanda inşaat mühendisliği yapmaktadır. Bugüne dek yazarın Avcı, Kasaba, Gölgeler, Hiçbir Zamana Ait Olmayan Adam, 7 Pencere ve Karanlık Çökerken isimli 6 romanı yayımlanmıştır. Stephen King, Dean R. Koontz, Agatha Christie, Allan Poe ve Neil Gaiman hayranı olan yazar, kendisine bu değerli isimleri örnek almaktadır.

Bilim-kurgu ve gerilim türünde eserler veren yazarın, çeşitli internet sitelerinde yayınlanmış 400'e yakın da şiiri bulunmaktadır.

4 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Olcay Şeker için bir yanıt yazın İptal

  • Öyküyü beğendim. Eleştiri olarak değil, sonuçta zevk meselesi ama yerli yazarların yabancı kahramanları seçmesi bana çekici gelmiyor. Öyküyü okurken kafamda yeniden kurguladım. Teslimat ırak sınırında oluyordu, Hernan değil Hazerle buluşuyorlardı. Adamlar aztek değil zerdüşttü. Quetzalcoatl değil Ehrimene kurban oluyorlardı vs. Sizce nasıl olurdu ?

    • Merhaba, değerli yorumunuz için teşekkür ederim. Bu bakış açısına saygı duyuyor fakat katılmıyorum. Yerli yazarın karakterlerini ve mekan seçimini kendi coğrafyasından yapma zorunluluğu olmasını doğru bulmuyorum. Bu yazarın hayal gücünü kısıtlamak olmaz mı? Bu zamana dek yazdığım kısa hikayelerde ve romanlarda yaşadığım coğrafyayı da kullandım, uzak diyarları da.
      Okurun penceresinden bakarsak, sizin görüşünüze benzer görüşler olacağı gibi bunu yadırgamayan okurlar da olacaktır.
      Saygılar

  • Öyküyü ben de beğendim. Elinize sağlık! Yalnızca dumanımsı yaratığın sonlarda kalması ve hikayenin çoğunluğunun ikilinin başından geçen yol macerası olması beni biraz düşündürdü. Siz bir roman yazarı olarak tabii tanımlar, detaylar ve öyküleştirmeye daha çok ağırlık veriyorsunuz. Yaratık hakkında daha çok detay okumak isterdim 🙂

    • Değerli yorumunuz için teşekkür ederim. Kısa hikaye yazmak, beni genelde zorlayan bir durum oluyor. Zira ben kafamdakileri uzun uzun yazmayı seviyorum. Ama kimi zaman kafamdaki bir resmi, olayı kısaca anlatmam gerekiyor. Belki ileride bir gün romana dönüşmesi umuduyla yazıyorum. Kayipdunya.com a verdiğim hikayelerin neredeyse tamamı buna uygun hikayeler. Romana dönüşme potansiyeli bulunan, daha çok anlatılması gereken…
      Dumanımsı yaratığı önümüzdeki yıllarda roman olarak okuruz belki.
      Saygılar

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da