Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

Piyango

Kamera, bol ışıklı salonda bir süre gezdikten sonra sunucuya doğru yaklaştı ve tam adamın önünde durdu. Devasa bir salonun tam ortasında sahnede ayakta duran adam, gülümsüyordu. Yüzündeki gülümseme, neşe ve keyif doluydu. Salonu dolduran kalabalığın da heyecanlı olduğu her halinden belliydi.

“Evet, sevgili seyirciler,” diye konuşmaya başladı sunucu. “Tekrar yayınımıza hoş geldiniz. Sizi biraz fazla beklettik. Bunun için özür diliyorum. Reklamların bu kadar uzun sürmesinin, ekran başındakiler için hayli can sıkıcı olduğunun farkındayım. Bir an evvel piyango programı başlasın ve heyecan dolu çekilişi izleyelim istiyorsunuz. Dünyanın en heyecan dolu, gerilim dozu yüksek programına bu kadar reklam verilmesi, bizim değil sizin suçunuz aslında. Siz seyretmeye devam ettikçe reklam kuşağımızın süresi de artacak, öyle değil mi?”

Sunucu, bu sözlerin ardından ukala bir kahkaha attı ve salondaki seyirciler de ona katıldı. Adam, her zamanki gibi seçilebilecek en tuhaf renklere sahip bir takım elbise giymişti. Geçtiğimiz programda şeker pembesi diye adlandırılan bir ceket, içinde lacivert v yaka bir tişört ve altına siyah kot pantolon giymişti. Bu sefer tümüyle mor, pantolonunun diz kısımları kesik bir takım elbise tercih etmişti. Yüzünde yine giydiği elbiselere uygun renklerde makyaj bulunuyordu. Göz kapaklarını, dudaklarını ve yanaklarını boyamıştı. İnsanlar, adamın giyim kuşam anlayışına ve tercihlerine artık şaşırmıyordu. Hatta birçoğunun hoşuna gittiği bile söylenebilirdi. İnsanların şaşıracağı asıl şey; Joseph Bronstein’in makyajsız ve siyah takım elbise ile ekrana çıkması olurdu.

Joseph, 42 yaşındaydı ve dünyanın en tanınan sunucusuydu. Sunduğu program, yaşayan milyarlarca insanın kalbine ve ruhuna dokunuyordu. Birçoğunun adamdan nefret etmesi gerekiyordu aslında. Ama kimse adamdan nefret etmiyor, aksine herkes ona bayılıyordu. Sonuçta olan biten her şeyin sorumlusu Joseph değildi. Kuralları o koymamıştı. Joseph sadece bu işi yapılabilecek en renkli ve keyifli haliyle yapmaya gayret ediyordu. Bir rakibi olduğunu söylemek mümkün değildi zira her hafta, yaklaşık 6 milyar insanın izlediği bir canlı yayının sunuculuğunu aralıksız 9 yıl boyunca yapmayı başaran başka birisi yoktu. Genç bir muhabir olarak başladığı mesleğinde basamakları hızla yükselmiş ve önce haber bülteni sunmayı, kısa süre sonra da Piyango için pilot bölüm çekimi adayları arasında yer almayı başarmıştı. Adaylar arasından sıyrılması ise, Joseph’e göre hiç zor olmamıştı.

“Biliyorsunuz,” dedi yüzünü kameraya yaklaştırarak. Ekran başındaki seyircilerle göz teması kurabildiğine inanıyordu. Başarısının sırrını da bu temasa bağlıyordu. “Programımız Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Ülkeleri Birliği tarafından denetleniyor ve çekilişimiz, her türlü soru işaretine yani kısacası tartışmaya kapalıdır. Biz, yüzde yüz güvenle çalışıyoruz, öyle değil mi?”

Bu soru, salondaki seyirciler tarafından coşkulu bir “Evet,” ile karşılandı ve bir alkış tufanı koptu. Joseph, rüzgârı arkasına aldığına inanıyordu. Daha kendinden emin ve hararetli şekilde konuşmasına devam etti.

“Her hafta 65 yaşın üzerindeki insanlarımızın heyecanına tanık olduğumuz programımız başlamış bulunmakta. Biraz sonra çekilişe girmeye hak kazanan 64 yaş üstü kişilerin isimlerinin ve vatandaş numaralarının bulunduğu listeyi ekranlara getireceğiz. Sizler, bilekliklerinize takılı modülü kullanarak sizin veya yakınınızın listede yer alıp almadığını kontrol edebileceksiniz. Ekran başında bizleri seyredenler, oturduğunuz mahallede, yaşadığınız apartmanda ve hatta belki de evinizdekilerin çekilişte yer alıp alamayacağını öğrenmek istemez misiniz?”

Salonda yine çılgınca bir heyecan patlaması yaşanmıştı. Joseph konuştukça (sanki ne söylerse söylesin) alkışlamak zorunda hissediyorlardı. Ancak bunu talimatla veya baskıyla yapmıyorlardı. Adamın çok farklı bir çekim gücü bulunuyordu ve bu sayede, çevresindekileri adeta hipnotize ediyordu.

“Herkesin eli bileğine gitti mi?” diye sordu. Bu sefer sorunun muhatabı, ekran başındakilerdi. “Numaralar ve isimler akmaya başladı. Kontrol edebilirsiniz.”

Ekranlarının başında oturmuş milyarlarca insan “Piyango” adlı bu programı seyrediyordu. Çünkü bu program heyecanlıydı, ürkütücüydü, hüzün ve neşe doluydu, eğlenceliydi ve en önemlisi gerçekti. Bir yazarın veya senaristin aklının odalarından çıkmış filmlerden biri değildi. Ah, o filmler ne kadar da sıkıcı geliyordu insanlara. Kurgudan nefret eden insan sayısı son yıllarda iyice artmıştı. Diziler ve filmler, eskisi kadar izlenmiyordu. Zaten yıl boyunca çekilen dizi ve film sayısı da iyice azalmıştı. Netflix ve Amazon gibi platformlar, kepenkleri indireli çok uzun yıllar olmuştu. Şimdi, Dünya Ülkeleri Birliği’nin kendi dijital platformu olan “Picky” vardı yalnızca ve sansürlenmiş, sahneleri ile replikleri kontrol edilmiş eserler veriyordu. Yaşama sevinci, insan hakları gibi kavramların olmadığı filmler ve dizilerin yayınlanmasına izin veriliyordu.

Dünyanın eğlence ve zaman geçirme anlayışı değişmişti. Kitapların dijital ortamlara geçmesinin yüzüncü yılında, kitapların da rağbet görmediğini söylemek, yanlış olmazdı. Kurgu kitapların hiç kıymeti yoktu. Kimse, eskiye ait eserlerin yüzüne bakmıyordu mesela. Dünya Klasikleri, en son ne zaman birinin dijital benliğinde yer almıştı? Bu sorunun cevabını ancak yapay bir zekâ bilebilirdi. Yeni eğilim, gerçek hayatları anlatan, yaşanmış hikâyelerin derlendiği eserlerdi. İnsanlar, başkalarının neler yaşadığını ve nasıl öldüğünü okumak istiyordu. Bunların yüzde yüz gerçek hikâyeler olması ise en önemli noktaydı.

“Çekilişe katılanların listesi açılanırken, sizden küçük bir ara daha istiyoruz. Sponsorlarımızı da mutlu etmeliyiz, öyle değil mi? Katılım gösterebileceğiniz, ürünleri test edebileceğiniz interaktif reklam kuşağımız başlıyor.”

Sunucu bunları söyledikten sonra programın logosu ekranda göründü ve ardından kayboldu. Reklam kuşağı başladı. İnsanlar, 12-13 yıl önce geliştirilen yeni bir teknoloji sayesinde, reklamlarını gördüğü ürünleri anından test edebiliyor hale gelmişti. Eğer bir cips reklamı izliyorsanız, bileğinize yerleştirilen modüle dokunmanız yeterliydi. Beyninizde yer alan çip sayesinde hemen cipsin tadına ait sinyaller, ekrandaki kablosuz iletişim aracı ile beynin tat alma merkezine gönderilir ve siz de ekranda gördüğünüz ürünün nasıl bir şey olduğunu hemen anlardınız. Yeni bir parfüm, bir yumuşatıcı çıktıysa, bu ürünlerin de yine aynı yolla nasıl koktuğunu anlamak mümkündü. Henüz bütün ürün yelpazesinde yararlanılabilen bir yöntem değildi ama geliştiriliyordu.

Ekranda sırasıyla önce bir akıllı ev, ardından uçan oto ve son olarak da ortam güneşi reklamları göründü. Bunların hemen ardından da iki farklı cips ile bir deterjan markası, tanıtımını gerçekleştirdi. Seyircilerin büyük çoğunluğu için en kıymetli ve insana iç çektiren ürün, ortam güneşiydi. Dünyanın iklimi iyiden iyiye bozulmuştu ve artık yazlar çok sıcak, kışlar çok soğuk geçiyordu. Öyle ki; yaz ve kış arasındaki sıcaklık farkı 70 dereceye kadar çıkıyordu. Bu yüzden ortam güneşi adı verilen ve yüksek miktarda güneş enerjisinin minik pillere yüklendiği, bu enerji sayesinde uzun süreli sıcaklık verebilen ürün; çok kıymetli hale gelmişti. Ancak bu ürün çok pahalıydı. İnsanların böyle bir ürünü alabilmesi için çok çalışması gerekiyordu. Eğer üst düzey bir yönetici veya bilgi işlemci değilseniz, ancak 28.000 saatten daha fazla bir çalışma karşılığında ortam güneşini alabilirdiniz. Bilgi işlemciler, yazılımcılar, yöneticiler ve mühendisler; toplumun en değerli üyeleri haline gelmişti. Onlar için bu ürünü almak, birkaç günlük çalışma ile mümkün olabiliyordu.

“İşte yeniden karşınızdayız,” diye başladı söze Joseph. Alnından terler akıyordu ve buna rağmen yüzünde yine aynı rahat ve mutlu ifade bulunuyordu. İnsanlar, programı izlemekten keyif alıyordu. Joseph de bunu sunan adam olmaktan dolayı mutluydu. Herkesin programı seyretme amacı farklıydı. Kimisi, ismi açıklanan insanların o tarif edilemez anlarını izlemek istiyordu. Bundan büyük haz alanlar olduğunu söylemek, pek de yanlış olmazdı. Birinin hayatının en önemli anına tanık olmak kadar keyif veren bir şey olabilir miydi? Programı seyreden birçok insan ise televizyon ekranlarında seyredecek başka bir şey bulamadığından dolayı bu programı tercih ediyordu.

Yönetim anlayışı değişeli uzun yıllar olmuştu. İnsanoğlu 2027 yılında 3. Dünya Savaşı’nı yaşamış, milyonlarca insanın ölümüne ve devletlerin yıkılışına tanık olmuştu. 2045 yılında meydana gelen bir dizi doğal afet sonucunda herkes, kıyametin geldiğinden emindi. Tanrı’nın insanoğluna verdiği süre dolmuştu ve artık dünya, kendini yok ediyordu. Ama ne Tanrı insanoğlunu bu kadar çabuk öldürmeyi düşünüyordu; ne de dünyanın pes etmeye niyeti vardı. İnsanlık, geride kalan yıllar boyunca başına gelen olayların (savaşlar, depremler, tsunamiler, salgın hastalıklar vb.) etkisiyle (ve belki de içgüdüsel olarak) daha fazla üreme refleksini göstermişti. Her geçen gün daha fazla ölen gezegene çivi çakacağını düşünüyordu muhtemelen. Nesiller boyu bu zamana getirmeyi başardığı genlerini, bir müddet daha aktarma arzusu, herkesi ele geçirmişti. 2078 yılına gelindiğinde dünya nüfusu 13,7 milyara ulaşmıştı ve doğal kaynakların yeterli olmadığı konuşulmaya başlanmıştı.

Mars’a ve Jüpiter’in uydusu Europa’ya yapılan seyahatler ve araştırmalar da sonuçsuz kalmış; yeni bir gezegende yaşamın devam ettirilmesi umudu boşa çıkmıştı. Elimizde şimdilik sadece dünya vardı ve bununla yetinmek zorundaydık. Biz yetinmeye razı olsak dahi, gezegenin bizi kaldıramayacağı gün gibi ortadaydı.

İşte çaresizliği ve umutsuzluğun kol gezmeye başladığı o yıllarda, Dünya Sağlık Örgütü ve 3. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler ile Avrupa Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan Dünya Ülkeleri Birliği yetkilileri, bir araya gelerek yeni düzeni kurmak adına bazı önlemlerin alınması gerekliliğini konuştular. Dünya nüfusu olması gerekenden çok çok fazlaydı ve bu yüzden gezegenin bize daha fazla ev sahipliği yapmasını istiyorsak; alınacak katı kurallara harfiyen uymamız gerekiyordu. Kurallar acımasız, tavizsiz ve netti.

Evlenme yaşı 28’e çıkarıldı. Bu yaştan önce evlenmek yasaktı. Korunmasız seks yapmak, evlilik öncesi bebek sahibi olmak yasaktı. Evlendikten sonra ilk üç yıl içinde bebek sahibi olmak yasaktı. Herkes en fazla 1 çocuk sahibi olacaktı. İkinci bir çocuğa hamile olduğu saptanan kadınlara kürtaj işlemi zorla gerçekleştirilecekti. Yasağa uymayanlar öncelikle hapis cezası ile cezalandırılacak, ardından kısırlaştırma işlemi uygulanacaktı. Yasağa uymamakta diretenler ve adalet birliklerinden (eski adıyla polis ve askerden) kaçmaya çalışanlar ise idam edilecekti. Buraya kadar olan kısmı zordu ama alışılabilir şeylerdi. Bu katı kurallara riayet etmek, birçok kişi için katlanılmaz olmasına karşın kabul edilebilirdi. Ama önlemler bununla sınırlı değildi ve iyice arttırılıyordu.

65 yaş üstü insanların hem üretime katkısı olmadığı hem de doğal kaynakları tüketerek dünyaya zarar verdiği düşünülerek öldürülmesi kararı alındı. Bu karar alındığında dünyada yaklaşık 1 milyar 65 yaş üstü insan bulunuyordu. Karar, birçok ülkede büyük tepkiye neden oldu ve halk, sokaklara döküldü. Anne ve babasının, yakınlarının öldürülecek olması fikrini kabul etmeyen milyonlarca insan, adalet birlikleriyle çatışmalara girdi. Dünya Ülkeleri Birliği’nin duruşu netti. Eylemlerden ötürü geri adım atmadılar. Sokak eylemlerinde ölenlerin sayısı hiçbir zaman net olarak verilmedi ama bu sayının 5 milyonu bulduğu tahmin ediliyordu.

Ancak sonuç değişmedi.

Dünyayı yönetenlerin kararı sabitti. Afrika ve Ortadoğu ülkelerine yapılan gıda ve ilaç yardımlarına son verildi. 2093 yılında insanlık, bir yandan Jüpiter’in diğer uydusu Callisto’ya insanlı uzay aracı gönderiyor; diğer yandan Afrika halklarının açlıktan ölümüne tanık oluyordu.  Callisto’ya giden uzay aracı geri döndüğünde; Afrika’da ve Ortadoğu’da 700 milyon insan hayatını kaybetmişti bile.

“Şimdi sıra çekilişimize geldi. Ekran başında bizi sürekli izleyenler, programın işleyişini biliyorlardır ancak ben yine de görevim gereği bunu açıklamak zorundayım. Dilerseniz biraz işleyişten bahsedelim. Biraz sonra yapay zekâ Rubio, bizlere 11 ayrı rakamı çekecek ve bunu toplamda 10 bin kez gerçekleştirecek. Her zaman yaptığımızdan farklı olarak bu akşam, 10 bin kişiye piyango dağıtacağız.”

Bu sözler hem ekran başındakilerce hem de salondakiler tarafından büyük bir coşkuyla kutlandı. 10 bin piyango demek, 10 bin şanslı 64 yaş üstü insan demekti. Piyango ödülü gayet cazipti.

“10 bin kişiden, vatandaşlık numarası çıkan ilk 5000 kişi 1 ay daha fazla yaşam ödülü kazanacak. Ardından çekilen 2500 kişi, 3 ay daha fazla yaşam ödülü kazanacak. Harika değil mi?”

Salondakiler çıldırmışçasına alkışlıyordu. Gözlerinden korku, panik, mutluluk, heyecan, hüzün; kısacası tüm duygular okunuyordu. Ekran başındakilerin de farklı olduğu söylenemezdi. Babasının, annesinin, ağabeyinin, dedesinin veya bunlardan birkaçının heyecanına ortak olan yüz milyonlarca insan bulunuyordu.

“Rubio bize 1500 ayrı numara daha verecek,” diye devam etti Joseph. “Bu çıkan 1500 kişi de 6 aylık ek yaşam süresi kazanacak. Son olarak geriye kalan 1000 talihli 64 yaş üstü insanımız da 1 yıllık ek yaşam süresi kazanacak.”

Rubio rakamları göstermeye, Joseph ise hiç bitmeyen enerjisi ve coşkusuyla rakamları açıklamaya başlamıştı. Herkes nefesini tutmuş, şanslı talihlilerden biri olmayı umuyordu. Çekilişe 64 yaşından gün almış herkes katılıyordu. Ancak vatandaşlık puanı denen bir kriter de vardı ve bu puanı düşük olanlar, çekilişlere katılamayabiliyorlardı. Piyangoyu kazananların yaşam süreleri, kazandıkları ödül miktarınca ömürlerine ekleniyordu ve doğal bir ölüm gerçekleşmediği müddetçe; o sürenin sonuna kadar yaşamalarına izin veriliyordu. Yaşam süreleri sona ermeden doğal ölümün gerçekleşmesi durumunda ise kazanılan ödül, varislerden en yaşlısına devrediliyordu.

Dünya Ülkeler Birliği, bu yöntemi 6 yıl önce hayata geçirmişti. Piyango’nun keşfinden önce her hafta, 65. yaşını dolduranlar uyuşturucu iğneyle öldürülüyordu ve ne kadar zaman geçerse geçsin, bu yöntem sürekli tepki alıyordu. Halka bu uygulamayı kabul ettirmenin bir yolunu bulmaları gerekiyordu. Bunu da piyango ile başardılar. Son 6 yıldır herkes, her hafta ekran başına geçiyor ve dağıtılan ödüllere ulaşabilme ümidiyle programı seyrediyordu. Korku ve heyecan dolu bekleyişlerin ardından, ödülü kazananlar büyük mutluluk yaşıyor; kaybedenler ise başlarını öne eğiyor ve şanssızlıklarına üzülüyorlardı.

Ama bu kadardı.

Tepki ve itiraz etme yoktu. Piyango, her şeyi yoluna koymuştu. Çünkü insanların gözünde, karar alanlar çok önemli bir şeyi başarmışlardı. Herkese her hafta bir şans veriliyordu. 65 yaşını doldurana kadar (son 1 yıl içerisinde) bir sürü çekilişe katılabilir, yaşam sürelerini uzatabilirlerdi. Bu, adil ve fırsatçı bir yöntemdi. Ödülleri kazansalar dahi neticede yine öldürülecek olmalarına ise tuhaf bir şekilde itiraz etmiyorlardı.

Joseph, bir programın sonuna daha geldiğinde 10 bin yeni şanslı kişi ve yakınları, sevinç çığlıkları atıyordu. Gezegendeki milyonlarca evdeyse hüzün hâkimdi. Ama yine de umut vardı. Haftaya yeni bir piyango çekilişi vardı ve bu sefer, şans yüzlerine gülebilirdi. Herkesin aklında o malum soru beliriyordu.

Ya bana çıkarsa?

 

 

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Olcay ŞEKER

1984 İstanbul doğumlu, evli ve bir çocuk babası olan yazar, aynı zamanda inşaat mühendisliği yapmaktadır. Bugüne dek yazarın Avcı, Kasaba, Gölgeler, Hiçbir Zamana Ait Olmayan Adam, 7 Pencere ve Karanlık Çökerken isimli 6 romanı yayımlanmıştır. Stephen King, Dean R. Koontz, Agatha Christie, Allan Poe ve Neil Gaiman hayranı olan yazar, kendisine bu değerli isimleri örnek almaktadır.

Bilim-kurgu ve gerilim türünde eserler veren yazarın, çeşitli internet sitelerinde yayınlanmış 400'e yakın da şiiri bulunmaktadır.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Aylin için bir yanıt yazın İptal

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da