Çeviri Fantastik Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Biberiye ve Sedefotu” – Seanan McGuire

Bu kitap Henüz Türkçe’ye Çevrilmemiştir.
Yazarımız, sevgili Melissa Sezin SCHANZ tarafından Türkçe’ye çevrilen bu ilk kısmını, ön okuma amaçlı, beğenilerinize sunuyoruz. Görüşlerinizi aşağıdaki yorum kısmında belirtmeyi lütfen unutmayınız.

Biberiye ve Sedefotu

Yazar: Seanan McGuire
Orijinal Adı: Rosemary and Rue
Sayfa Sayısı: 312
DAW Kitap – 2019
DAW yayınlarının dağıtımı Penguin Group tarafından yapılmaktadır.

Yazar ve Kitap Hakkında

Amerikalı yazar Seanan McGuire en çok bilinen romanı “Every Heart a Doorway” ile en iyi uzun öykü dalında 2016 yılında Nebula ödülünü, 2017 yılında aynı dalda Hugo ve Locus ödüllerini kazandı. Aynı zamanda Mira Grant mahlasıyla bilimkurgu ve korku türlerinde de eserler yazan McGuire, kentsel fantazi türünün müdavimleri tarafından iyi bilinen bir yazardır.

Perilerin gazabına uğrayıp on dört yıl boyunca bir süs havuzunda balık olarak yaşadıktan sonra hayata geri dönen, yarı peri yarı insan October Daye’in San Francisco sokakları ve periler diyarı arasında gidip gelen dedektiflik hikâyelerini anlattığı serisi, 2017 ve 2019 yıllarında iki kez en iyi seri dalında Hugo ödülüne aday gösterildi. October Daye serisinde yarı deli annesi tarafından terk edilmiş, ilkgençliğini bir sokak serserisinin suistimaliyle geçirmiş October’ın, hayatta sevdiği herkes ve her şey elinden alındığı için kendini korumak adına kimseyle yakınlaşamayan, arkadaşlık kuramayan genç bir kadından, zamanla korumasına aldığı ve ailem dediği bir avuç kişi için en güçlü perilere kafa tutan bir kahramana dönüşümünün hikâyesini okuyabilirsiniz.

 

Ön Okuma

GİRİŞ

9 Haziran 1995

Telefon yine çalıyordu.

Gözlerimi dikiz aynasından ayırıp bir paket cips ve Gilly’nin boyama kitabının yanında, yan koltukta çalan telefona baktım. Son çalışından bu yana on dakika bile geçmemişti ve numarayı bilen topu topu üç kişi olduğu için kimin aradığını tahmin etmekte zorlanmadım. Lanet şey bir ay önce hayatıma girmişti ama şimdiden hayatımı zorlaştırıyordu.

“Kim alır bu zımbırtıları?” diye söylenerek yeşil düğmeye bastım. “Toby Daye dedektiflik bürosu, ben Toby Daye. Bu sefer ne istiyorsun Cliff?”

Aynı evde oturduğum nişanlım önce duraksadı sonra mahçup mahçup sordu: “Benim olduğumu nereden anladın?”

“Çünkü bu numarayı bilen diğer iki kişi yani Sylvester Amca ve Bayan Winters izlemede olduğumu biliyorlar ve bu da onların aramayacakları anlamına geliyor.” Cliff’e hiçbir zaman gerçekten kızamazdım, o nedenle kelimelerim sert olsa da konuşma tonum yumuşaktı. Evet itiraf ediyorum, fırında makarna yapmasını bilen ve altı saat boyunca aralıksız Susam Sokağı izleyebilen harika kıçlı bir adama karşı zaafiyetim olabilir. Cep telefonunu sol elime alıp restoranın önünü daha iyi görebilmek için dikiz aynasının açısını değiştirdim. “Şimdi ne var?”

“Gilly seni arayıp seni sevdiğini, akşam yemeğine yetişeceğini umduğunu ve gelirken dondurma getirmen gerektiğini söylememi istedi. Çikolatalı olursa iyi olurmuş.”

Gülümsememek için kendimi tuttum. “Yanında bekliyor ve telefon görüşmemizi takip ediyor değil mi?”

“İnan bana öyle. Yanımda olmasaydı bilinmeyen numaraları arar seni aramış gibi yapardım ama nasıl dikkatli olduğunu sen de biliyorsun. Tavşan kulakları var.” Cliff güldü. Bıcırık kızımıza olan sevgimiz birbirimize olan sevgimizden daha büyüktü. “Kulakları sana çekmiş.”

“İyi yanlarının çoğunu benden almış evet, duyma kabiliyeti de dâhil!” dedim, bir taraftan aynayla oynarken. Orada bir şey mi vardı, yoksa bir parmak izi mi görüşü bulanıklaştırıyordu? Anlayamamıştım. Takip ettiğim adam o kadar güçlüydü ki sokakta çıplak dolaşsa görmeyebilirdim.

Aynayı düzeltmeye çalışmaktan vazgeçip torpido gözünden yosun yeşili bir sprey şişesi çıkardım ve aynaya bolca sıktım. İster tecrübeden deyin ister altıncı hissin kuvvetli ondan deyin ama doğru dürüst göremediğim bir “burayabakmaama” büyüsünü hemen anlarım. Bataklık suyu tılsımı kullanmam gerektiğine bakılırsa oldukça başarılı bir büyüydü. Bu tür tılsımlar kullanmak zorunda olmam tam da safkanların “insanlar bile yapmaz” dediği cinsten bir hileydi.

Denize düşen yılana sarılır. Hilenin ucuz olması umrumda bile değildi çünkü işe yaramıştı ve aynada altı saattir izlediğim restoranın girişinde bekleyen uzun boylu kızıl saçlı bir adam belirmişti. Vale sadece pahalı arabalarda ve fahişelerin dudaklarında görülen kırmızıdan bir arabayı adama getirdi.

Vale adamı görebilmişti ama ben görememiştim. Demek ki kendini sadece perilere karşı görünmez yapmıştı. İzlendiğini biliyordu.

“Kahretsin!” diye mırıldandım ve şişeyi elimden attım. “Cliff takip ettiğim herif şimdi bir restorandan çıktı. Benim gitmem lazım. Gilly’e onu sevdiğimi ve eve gelmeden dondurma alacağımı söyle.”

“Yani beni sevmiyor musun?” diye dalga geçti.

“Seni peri masallarından bile çok seviyorum.” dedim. Aramızda görüşürüz yerine kullandığımız cümleyi söyledikten sonra telefonu kapattım ve arka koltuğa fırlattım. İşe odaklanma zamanı gelmişti.

Adam valeye bahşiş verdikten sonra arabasına bindi ve trafiğe karıştı. Şık spor arabası trafikteki diğer araçların arasında güvercinlerin arasındaki bir kardinal kuşu gibi göze batıyordu. Ta ki köşeyi dönüp gözden kaybolana dek. Arkasında duman ve çürük portakal kokusu bırakmıştı. Büyü kokusu hemen hemen her yerde hissedilebilir ve büyü kullanabilen herkesin kendine has bir kokusu olduğu için bir çeşit imza görevi görür. Kokular şöförün gerçekten Simon Torquill olduğunu ve onun yerine geçmiş aptal bir kuklayı takip etmediğimi bana kanıtlamıştı. Bunu bilmek iyiydi ama adamı kaybetmiştim.

Küfrederek yan koltuktaki peri kreminden gözlerimin etrafına bolca sürdüm. Araba önümde bulanık bir şekilde tekrar belirdi. Sanki suyun içinden bakıyormuşum gibiydi. “Seni bir daha gözden kaybetmeyeceğim eşek herif” dedim ve gaza daha kuvvetli bastım.

“Buraya bakmama” büyüsü gerçek görünmezlikten daha zordur. Simon’ın arabası hâlâ oradaydı ve trafikteki diğer araçlar ona otomatikman yol veriyordu. Büyüyü kullanarak trafik kazasına karışma riskini azaltıyordu. İnsanlar, yani ölümlü insanlar, onu görüyor ama ona odaklanmıyorlardı. Öte yandan kanında bir damla bile olsa peri kanı olanlar yardımcı hileler olmadan onu göremiyordu. İyi başarmıştı. Eğer işimi engelliyor olmasaydı becerisine hayran olabilirdim.

Aramızdaki fark haksızlık derecesine varıyordu. Benim yeteneklerim bir iki tılsım ve hokkabaz hilesinden ibaretken önümdeki adam bir şehir dolusu insanın o orada değilmiş gibi davranmasını sağlayabiliyordu. Alın size peri piyangosu. Safkansanız her şey sizin ama benim gibi yarım kansanız, o halde iyi şanslar!

Simon yarı görünmez olmanın avantajını kullanarak tek yön bir sokağa tersten daldı. Söylenerek onu bloğun öteki tarafında yakalamak ümidiyle sola keskin bir dönüş yaptım. Işıklara yakalanmazsam sokağın sonunda onu yakalayabilirdim. Lordumu hayal kırıklığına uğratmayacaktım. Ne bugün ne yarın. Ben öyle biri değilim.

San Francisco sokaklarını tanımam sayesinde ve şansımın da yaver gitmesiyle bloğun bitimine yakın Simon’un arabasını tekrar gördüm. Şüphe uyandırmamak için gazdan ayağımı çektim ve aramıza bir kaç araç girmesine izin verdim. Simon’un mümkün olduğunca rahat davranmasını istiyordum. Birilerinin hayatı buna bağlı olabilirdi. Açık konuşmak gerekirse iki kişinin hayatı: Takip ettiğim adamın ikiz kardeşi ve aynı zamanda benim lordum olan Dük Sylvester Torquill’in karısı ve kızının hayatları. Üç gün önce Sylvester’ın topraklarından yok olmuşlardı. Sylvester’ın toprakları aslında çok sıkı korunuyordu ve onlara kimsenin dokunamaması gerekirdi ama olan olmuştu ve bütün oklar Simon Torquill’e işaret ediyordu.

Sylvester lordum olmasaydı bile sırf kaçırılanların hatrına işi kabul ederdim. Düşes Luna hayatımda tanıdığım en tatlı, en eşitlikçi kadınlardan biriydi. İkinci kişi ise kızları Rayseline  Acantha Torquill yani kısaca Rayseldi. Sislerin krallığındaki en büyük düklüklerden birinin prensesi olarak insanların arasındaki prenseslerden bile daha şımarık olabilirdi ama hiç öyle biri değildi. Onun yerine ağaçlara tırmanan, deliklere giren, çamurla, kurtçuklarla, kurbağalarla, kıvıl kıvıl şeylerle oynayan, güldüğü zaman içten gülen bir kızdı ve babasının kızıl saçlarını almıştı. Lanet olsun onun da herkes gibi büyümeye hakkı vardı.

Simon hızlandı ve ben de onu takip ettim.

Cliff, boşanma ve velayet davasında haksızlığa uğradığını düşünüp kızını kaçırmış bir babayı takip ettiğimi sanıyordu. Soylular için yaptığım işler Gilly doğduğundan beri kesatlaşmıştı ama hâlâ çalışıyordum ve işimi saklamak konusunda tecrübeliydim. Özel dedektiflik büromu kapatmamış olmam işime yarıyordu. İşim var deyip hemen hemen her şeyi yutturabiliyordum ve çoğu zaman yalan bile söylememiş oluyordum. Tek fark benim yaptığım işler Magnum PI’ın çözeceği sorunlardan ziyade Grimm kardeşlerin yazdığı masallardaki sorunlara benziyordu.

Şovalye ünvanı boşa verilmez. Ya uzun yıllar hizmetin karşılığı olarak ya da birilerinin onların yararına kullanmanı istediği yeteneklerin olduğun için kazanılan bir ünvandır. Aradığım şeyi bulmak konusunda oldum olası yetenekliyimdir ve Sylvester bunu fark edince ‘hayatta bir özel dedektife maaş ödemekten daha kötü şeyler de vardır’ deyip beni kaptı. Çıkar, neymiş ne değilmiş bulur, öğrenirim ve gerisini şovalyelik ünvanını savaşçı yetenekleriyle kazanmış olanlara bırakırım. Aptal değilim, kavgaya girmem. Neye yeteneğim varsa onu yaparım.

Simon Torquill’e işaret eden oklar birken iki, ikiyken on oldu. San Francisco şehir merkezinde gündelik kirasını nakit parayla ödediği bir oda tutmuştu. Kraliçenin toprakları üzerindeydi ve hatta işleri karıştıracak bir prenslik veya derebeyliği üzerinde de değildi. Belki bu, işlerin sanıldığı kadar basit olmadığının bir işareti sayılabilirdi çünkü Simon Torquill yerel periler arasında sansasyonlarla anılan bir isimdi. Takip edilecek bir iz bırakmamış olması gerekirdi ama üzerinde durmadım, Luna ve Rayseline’i bulmaya odaklanmıştım.

Simon şerit değiştirdi ve Golden Gate Parkına doğru yöneldi. Onu takip ettim. Üç gündür Simon Torquill’i izliyordum. Başka zaman olsa izlemenin sonuç getirmeyeceğini düşünürdüm ama içimden gelen ses doğru yolda olduğumu söylüyordu. Bir kadın ve bir çocuk kaybolmuştu ve başka bir ipucu yoktu.

Golden Gate Parkında park yeri bulmak hiçbir zaman kolay olmamıştır ama bugün şansım yaver gidiyor gibiydi çünkü Simon Torquill onu izlediğimden beri ilk defa kanuna aykırı bir şey yaparak engelli park yerine girdi ve ben de bir kaç sıra ötede belki bir saattir park yeri arayan üç ailenin araçlarını umursamadan bir minivandan boşalan park yerini kaptım. Bana doğru yapılan el hareketlerini boş verip, gözlerimi Simon’dan ayırmadım.

Simon arabasından inince arabanın üzerindeki “buraya bakmama” büyüsü çözüldü. Duraksayıp, elinin tersiyle mükemmel ceketinin üstündeki görünmez tozları silkti. Sıkılmış bir edayla etrafına bakındı ve botanik bahçesine doğru yürümeye başladı. Bir süre daha arabamda bekledikten sonra onu takip etmeye başladım.

Simon bahçede saklayacak bir şeysi olmayan biri gibi kayıtsızca yürüyordu, hatta süs havuzunun üstünde durgun denizdeki ticaret gemileri gibi yüzen kuğuları izlemek için bile zaman ayırdı. Tam ben daha iyi bir gizlenme yeri arayacakken tekrar harekete geçti ve bahçenin çıkışındaki meydana yöneldi. Yolun sonuna kadar arkasından yürüdüm. Hedefinin neresi olduğunu merak ediyordum.

Japon çay bahçesine doğru gidiyordu. Tereddüt ettim.

Golden Gate Parkı kimisi bir ağaç kadar olan çok sayıda derebeyliğine ayrılmıştır ve bu derebeyliklerinin sınırları titizlikle korunur. Çay bahçesinin derebeyi ailenin eski bir dostu olan Lily adlı bir Undine’di. Zorda kalırsam bana yardım edeceğine güvenebileceğim biriydi ve soylularla muhabbetinin olmadığını biliyordum. Belki daha da önemlisi çay bahçesinin tek giriş çıkışı vardı. Simon içeri girebilirdi ama dışarı çıkamazdı.

Sorun burdan başlıyordu. Simon Torquill kendini beğenmiş bir görgüsüzdü. Hatta bazıları ona kötü niyetli de diyebilirdi ama aptal sayılmazdı. Sylvester’ın ondan şüphelendiğini ve bu şüpheler doğru çıkarsa başına gelecekleri biliyor olmalıydı. Peki neden böyle bir çıkmaz sokağa giriyordu?

Bu herhangi bir iş olsaydı bu noktada kendimi geri çekerdim. Aptal da değilim, ölmek için özel bir çaba da göstermiyorum ama bu normal bir dava değildi. Lordum, arkadaşım, evinde kayıp karısı ve kızı için ağlarken arkamı dönemezdim. Benim de kendimi bildim bileli tanıdığım ve saygı duyduğum karısı ve saçlarına çiçekler ördüğü kızı ortadan kaybolmuştu. Onlara ulaşmak için tek şansım buydu ve bunu kaçıramazdım.

Çalıların gölgesine geri çekildim ve dizlerimin üstüne çöküp ellerimi ıslak çimlerin üzerinde gezdirdim. Büyüm etrafımda yükseldi, bakır ve yeni kesilmiş çim kokusu havayı sardı ve sihir sanki bir klik sesiyle yerine oturdu. Şakaklarımdan ani bir sancı girdi. Yarım kanların büyü yeteneği sınırlıdır ve aşırı zorlarsanız kendini hissettirir. Daha önce bataklık suyundan tılsım yapmış ve insan kılığına girmiştim. Şimdi de “buraya bakmama” büyüsü yapmaya çalışıyordum. Hepsini bir araya toplarsanız sınırları zorlamış olduğum anlaşılıyordu.

Görünmeden gidebilmenin katlandığım acıya değdiğini kendi kendime hatırlattım ve ellerimi kot pantalonuma silerek kalkıp Simon Torquill’i çay bahçesine doğru takip ettim.

Büyüm iyi olmalıydı ki giriş kapısındaki biletçi kız bana bakmadı bile. Bonsailerin ve geleneksel Japon heykellerinin fotoğraflarını çeken turistler de kameralarını bana doğrultmadılar.  Titrememi bastırdım. İnsanların dünyasından tamamen ayrılmıştım ve büyüyü bozmadığım sürece orada olduğumu kimse bilemezdi.

Çay bahçesinin yolları o kadar dardı ki Simon Torquill’i gözden kaçırmamak için ona yaklaşmak zorundaydım. Basit ilüzyonumun beni koruyacağına inanarak aramızdaki mesafeyi azalttım. Büyüsü güçlü olanlar küçük sihirleri tespit etmek için vakit harcamazlar. Yarım kanların büyüsü olabilecek en ilkel büyüdür. Yarattığım ilüzyon onun için tehdit oluşturamayacak kadar küçük olduğundan farkıma varmayacağından emindim.

Simon yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra Lily’nin beyliğinin insan ve peri kısımlarını birbirinden ayıran hilal köprüsüne geldi. Budanmış bir Japon eriğinin arkasına sığındım. İlüzyonum olsun ya da olmasın daha fazla yaklaşmak riskli olurdu. Beklemem gerekiyordu. O da bekliyor gibiydi. Elleri cebinde suya bakarken şehrimizi gezen örnek bir turist gibiydi. Harekete geçmesini beklerken kendimi tetikte olmaya zorladım.

Gülen biri “Simon!” diye seslendi. Döndü ve aniden gülümsedi. Ben de onun gibi sesin geldiği yöne döndüm ve bir anda donakaldım.

Üstüne yapışan kıyafetleri, açık bıraktığı beline kadar uzanan siyah saçlarıyla sıradan bir genç kız gibiydi. Onu tanımıştım. Adını biliyordum. Oleander de Merelands. Ölümlülerin gözüyle on altı yaşında gibi duran genç bir kız bedeninde 900 yılın hinliğini taşıyordu. Yarı Tuatha de Dannan, yarı Periydi ve sağlığa zararlıydı. Peri hep birilerinin canını yakmayı seven bir ırk olmuştur ama sosyal değillerdir. Siz onlardan uzak durursanız onlar da size gelmezler. Halbuki Tuathalar başkalarıyla haşır neşir olmayı severler. Oleander insanlara zarar verme yeteneğini ailenin Peri kanadından, kurbanlarını arayıp bulma yeteneğini de Tuatha kanadından almıştı. Son yüz yılın cinayetlerinin yarısında adı geçiyordu ve size sayabileceğim krallıkların yarısında başına ödül konmuştu. Kalan yarısında da soruşturmalar henüz o aşamaya gelmemişti.

Simon “Seni görmek ne kadar güzel!” diyerek onu kucakladı ve etraftan geçenlerin kızararak başlarını çevirmelerine neden olacak şekilde öpmeye başladı. Etraftakiler, çocuk yaştaki sevgilisiyle parkta buluşan bir sapık olduğunu düşünüyor olmalıydılar. Torquill kardeşlerin sadece 500 yaşına yakın olduğunu bilseler kim yaşlı kim çocuk bir daha düşünürlerdi. Yaşla ilgisi olmayan nedenlerle dehşet içinde ağzım açık kalmıştı. Elimle ağzımı kapattım. Tüm dedikodulara rağmen şimdiye dek kimse Simon ile perilerin yeraltı dünyası arasında doğrudan bir bağlantı kurmayı başaramamıştı ama şimdi onu Oleander ile böyle beraber görmek her şeyi değiştiriyordu.

Sylvester’a gitmeli, her şeyi anlatmalıydım. Geri geri gitmeye, kendimi koşmaya hazırlamaya çalıştım.

Oleander arkasında yatan kötülük olmasa şirin görünecek bir edayla başını eğip “Tatlım bu sıkıcı olmaya başladı. Bitirelim mi?” diye sordu.

“Tabii ki sevgilim.” Simon başını kaldırıp arkasına saklandığım ağaca aldırmadan doğrudan gözlerimin içine baktı. “Artık ordan çıkabilirsin. Biz hazırız.”

“Hay meşe ve kül!” diye dişlerimin arasından küfrettim ve geri geri kaçmaya çalıştım. En azından denedim. Bacaklarıma geri geri gitmeleri emrini vermiştim ama beni dinlemeyecekleri tutmuştu. Saklandığım yerden çıktım ve dizlerimin üstüne düştüm. Ayağa kalkmaya çalıştım ama beceremedim. Kımıldayamıyordum. Beklemekten başka çarem yoktu.

Çaresizlik içinde “Lily neredesin?” diye düşündüm. Lily çay bahçesinin leydisiydi, bu topraklar onun toprağı, onun derebeyliğiydi. Şimdiye kadar tüm yardımcılarını toplayıp buraya gelmiş, yardımıma koşmuş olmalıydı ama hiçbir yerde görünmüyordu. Ağaçlarda pixie bile yoktu. Ölümlü turistler biz yokmuşuz gibi etraflarına bakınmaya devam ediyorlardı. Hayatımda hiç bu kadar korkmamış, kendimi bu derece yalnız hissetmemiştim.

Simon neredeyse sıcak sayılabilecek bir gülümsemeyle yanıma gelip gözgöze gelinceye kadar eliyle çenemi kaldırdı. Çırpınmaya, ondan gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama hareket edemiyordum.

“Nasılsın hayatım, küçük gezintimiz hoşuna gitti mi? diye sordu.

Dişlerimin arasından “ Cehennemin… dibine… kadar… yolun… var” diyebildim.

Oleander güldü. “Ooo ağzı da bozukmuş!” dedi. Bir anda ifadesi değişti ve yüzü karardı. “Onu dediğine pişman et.”

“Tabii” Simon eğilip alnımı öptü ve fısıldadı: “Umutları sönmeden önce, şöyle bir kaç hafta sonra birinin arabanı bulmasını sağlarım. Aileni boş yere bekletmek istemeyiz değil mi?”

Yapabilseydim çığlık atardım. Elimden gelen tek şey kenetlenmiş dişlerimin arasından tıslamak oldu. Paniğin etkisiyle gırtlağımın sıkıldığını hissederken nefes almakta zorlanıyordum. Burdan kurtulmalıydım. Cliff ve Gilly beni bekliyordu ve kaçmalıydım ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. İnsanların orada ne olduğunu görmesini engelleyen büyümü bile çözemedim. Büyüyle sımsıkı bağlanmıştım.

Simon ayağa kalkıp elini başımın üstüne koydu, fısıldamaya ve serbest eliyle tam göremediğim hareketler yapmaya başladı. Kendimi kurtarmak için ha gayret son bir deneme yaptım. Oleander yine gülmeye başladı. Sanki aramızda buzdan bir duvar varmış gibi sesi soğuk ve uzaktan geliyordu. Apansız, hiç beklemediğim bir anda nasıl nefes alındığını unuttum.

Tüm büyüler can yakar. Şekil değiştirme büyüleri dünyadaki her şeyden daha çok acıtır. Nefes almaya, Simon’un büyüsünden kurtulmaya çalıştım. Kendi zayıf büyü gücüm çöküyordu. Kendimi form değiştirirken, uzun süre güneşte bırakılmış bir mum gibi erirken buldum. Değişimin son safhasında büyüsünün bağının çözüldüğünü hissettim ve yolda çırpınmaya, solungaçlarımdan bir kez daha nefes almaya çalıştım. Kendimi birkaç saniye daha hayatta tutacak ne varsa yapmaya hazırdım. Gözlerim yanıyordu ve odaklanamıyordum ama yine de Simon’ı görüş alanımın kenarında görebiliyordum. Simon gülümsüyordu ve Oleander kahkahalarla gülüyordu. Bana yaptıklarından gurur duyuyorlardı. Oberon yardımcım olsun, gerçekten kendileriyle gurur duyuyorlardı.

Biri “Hey!” diye bağırdı. “Ne yapıyorsunuz siz orada?” Güçlü bir çift el beni yerden kaldırdı ve suya bıraktı. Daldım, suyun derinliklerine, havadan, korkudan, kendi varlığımdam uzaklara indim. Yeni bedenimin güdüleri beni sazların altındaki serin karanlıklara götürdü. Bir taraftan da baş dönmemi durdurmaya çalışıyordum. Diğer koi balıkları bana umursamazlıkla baktılar ve yeni olduğumu hemen unutup ezelden beri ordaymışım gibi davrandılar. Balık hafızası işte.

Bütün balıklar öyledir ve Simon sayesinde şimdi ben de onlardan biriydim. Bir kere kendimi yüzeye çıkmaya zorladım ve yardım bulmak için telaşla etrafıma bakındım ama bulamadım. Simon ve Oleander gitmişlerdi. Benden kurtulmuşlardı, neredeyse ölüydüm ve artık beni kafalarına takmalarına gerek yoktu. Dönüştüğüm balık kâğıttaki mürekkep lekesi gibi bilincimi karartmaya başlamıştı ve beni dibe çekiyordu. Artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Ne Sylvester’ın, ne Luna’nın, ne de sonsuza kadar eve dönmemi bekleyecek Cliff’in önemi vardı. İsmimin, yüzümün, aslında kim olduğumun önemi yoktu. Küçük kızımın bile önemi yoktu. Sadece su ve bana on dört yıl ev sahipliği yapacak mübarek karanlık vardı.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Melissa Sezin SCHANZ

Keyif icin eğlenceli bir roman okumaktan daha güzel bir fikir olamaz. Bürodaki stresli hayatını kentsel fantazi, doğaüstü varlıklar ve gelecekte bir gün olabilecekleri anlatan hikayelere dalarak dengeleyen Melissa herkese iyi okumalar diliyor.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Nihal T. için bir yanıt yazın İptal

  • Ben bu yazarın adını duymuştum. Dilerim Türkçeye çevirirler. Bu aralar bilim kurguya çok düşkünüm :)) Özellikle kadın yazarların eserlerini toplamayı düşünüyorum.