Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

TERSİNE GEZEGEN

Kemal bir süre gezi ekibinin kaybolduğu noktaya bakmaya devam etti ama kask fenerinin ışığında bile birkaç adım ötesini görmek mümkün değildi. Karanlık onları yutmuş gibiydi. Sadece kordonlarının hareketinden orada bir yerlerde oldukları anlaşılabiliyordu. Ama endişelenmesine gerek yoktu. Kaptan, mekikteki Wood’la sürekli iletişim halinde olacaktı, bir sorun ortaya çıkarsa haberleri olurdu.

Kendi ekibi işe koyulmadan önce Kemal son bir uyarıda bulundu. “Yukarıya, deliğe bakmamaya çalışın.” Dışarıdaki sıra dışı karanlık yüzünden şaşkına dönmüş gibi görünen LeBeuf’le göz göze gelmeye çalıştı. “Vaktimiz kısıtlı. Bir de kendinden geçenlerle uğraşmayalım.”

Ekibin bir kısmı topraktan örnekler almaya çalışırken Kemal, mekikten indirilen aygıta doğru gitti. İlk öğrenmek istediği şeyler, atmosferdeki gaz oranları, gezegenin yüzey sıcaklığı, radyasyon düzeyleri gibi temel bilgilerdi. Alette gerekli ayarlamaları yapıp çalıştırdı ve sonuçlar için beklemeye koyuldu.

Birazdan toprak örnekleriyle diğerleri de alete geldi. Ekip yavaş hareketlerle örnekleri alete yerleştirirken Kemal’in beklediği sonuçlar ekranda belirdi.

Atmosferik Gaz Oranları; %84 Azot, %10 Oksijen, %5 Karbondioksit, %1 Diğer gazlar

Sıcaklık: 50 C

Radyasyon düzeyi: Normal düzeyde

Sonuçlar hiç de fena değildi. Evet, uzay elbiseleri olmadan bu atmosferde nefes almaları mümkün değildi belki ama oksijenin varlığı en azından gezegende bir biyolojik döngünün olduğunu gösteriyordu. Sıcaklık ve radyasyonda yaşama olanak sağlayacak ölçülerdeydi.

Temel inceleme sonuçlarından memnun olduktan sonra toprak incelemesinin sonucunu beklemeye başladı. Atmosferik oksijen oranlarına bakılırsa bir şeylerin oksijen üretiminden sorumlu olması gerekiyordu ama karanlıkta görebildikleri kadarıyla gezegen bitki örtüsünden tamamen yoksun gibiydi. Toprak çıplaktı ve ona şekil veren tek şey soğuk rüzgârlarmış gibi görünüyordu. Yani atmosferdeki oksijen seviyesinden canlı organizmalar sorumluysa, bunlar muhtemelen toprakta bulunuyor olmalıydı.

Kemal ekiple birlikte sabırsız bir halde beklerken bir kişinin eksik olduğunu fark etti. “LeBeuf nerede?”

“Bir şeye bakacağını söyleyip arkada kalmıştı,” dedi biri.

Kemal, gezi ekibi ayrılmadan önce son konuştukları yere, karanlığa doğru baktı ama bir şey göremedi. O yöne doğru birkaç adım atınca LeBeuf’ün uzay elbisesinin fener ışığını fark etti. Işığın birkaç adımda bile görünürden kayboluyor olması inanılmaz bir şeydi. Yerçekiminin elverdiği ölçüde hızla yürüyerek LeBeuf’a yaklaştı. “LeBeuf?”

Mühendis cevap vermedi, kaskı yukarıya dönüktü. Kemal önüne geçip adamı sarstı. “LeBeuf kendine gel.”

Yüzünü aşağı indirip karşısındakinin kim olduğunu anlayınca LeBeuf’ün yüzündeki şaşkın ifade kayboldu. “Vay canına,” dedi yutkunarak.

Kemal sorumsuzluğu yüzünden adama tam çıkışmak üzereydi ki, kaskının içinde bir ses duydu. “Dr. Kemal, toprak sonuçları belli oldu.”

LeBeuf’ü olduğu yerde bırakarak tekrar cihazın başına döndü. Sonuçları okuyunca tahminlerinde yanılmadığını anladı. Toprakta metabolik olarak aktif organizmalara rastlanmıştı. Atmosferdeki oksijen varlığından da muhtemelen bunlar sorumluydu. Bir an durup cihazın ekranındaki yazılara düşünceyle baktı. Dünya dışında başka bir gezegende ilk kez canlı yaşama rastlamışlardı. Bu büyük bir keşifti ama o radyo sinyalini bu mikroskobik canlıların göndermediği kesindi. Gezegende daha gelişmiş canlılar da olmalıydı.

“Farklı derinliklerden toprak örnekleri alıp mekiğe yollayın. Daha ayrıntılı araştırmaları gemide yaparız,” dedi Kemal ve içini çekerek devam etti. “Keşke ilk koordinatlarımıza inebilseydik. Su örnekleri alabilmek çok iyi olurdu.”

Ekibin sondalarla toprak örnekleri almasını izledi. İşleri bitmek üzereyken kulaklıklarında kaptanın sesini duydu. “Mekiğe varmak üzereyiz. Herkes kalkış için mekiğe geri dönsün.”

Kemal, gezi ekibini görebilme umuduyla karanlığı taradı, bir şey göremeyince ekibine örnekleri alıp mekiğe dönmesini emretti. Mekikteki Kyle’a da inceleme aygıtını mekiğe çekmesini söyledi. Kendi ekibi mekiğe çıktıktan sonra gezi ekibi gelene kadar aşağıda bekledi. Birdenbire birkaç adım ötesinde ekibin ışıklarını görünce irkildi. Kaptan’ın yorgun yüzüne bakarak heyecanla sordu. “Bir şey buldunuz mu?”

Kaptan boş gözlerle bakarak cevap verdi. “Hayır. Hiçbir canlı izine rastlamadık.”

Kemal de kendi bulgularını paylaşacaktı ama bunu mekiğe çıktıktan sonra anlatmanın daha iyi bir fikir olacağını düşündü. Herkes mekiğe çıkıp kasklar çıkarılınca kaptan umutla sordu. “Gemiden haber var mı?”

Kyle olumsuz manada başını sallayınca herkes yorgunluk ve hayal kırıklığıyla yerine çöktü. Kaptan araştırma ekibinin neler bulduğunu sorma zahmetine girmeden sadece “Kalkışa hazırlanalım,” dedi, Kemal de ağzını açmadan kemerlerini bağladı.

Mekik havalanırken çıkış yolculuğunun inişteki kadar sarsıntılı olmamasını umarak gözlerini yumdu ve kendi karanlığına gömüldü.

Çıkış da en az iniş kadar kötüydü ama sarsıntı bitip de gözlerini açtığında kendini karanlık bir tünelden çıkmış gibi hissetti. Aşağıda insanı yutan karanlığa kıyasla uzayın karanlığı tanıdık bir şeydi en azından. İçinin huzurla dolduğunu ve düşüncelerinin berraklaştığını hissetti. Sanki beyninin üzerinden bir gölge kalkmış gibiydi. Yanındaki ufak pencereden görünen gezegene baktı. Güneşin atmosferde oluşturduğu parlamaların güzelliğine dalınca hala haber alamadıkları gemidekiler için pek de endişelenmediğini fark etti. En kötü ihtimalle haberleşme sistemlerinde bir sorun çıkmış olabilirdi.

“Hala cevap yok,” dedi LeBeuf fazlasıyla endişeli bir sesle. Mühendis tekrar iletişime geçmeyi denerken Kemal de düşüncelerini bölüp herkes gibi beklentiyle ona doğru baktı. “Elçi, Elçi lütfen cevap verin.”

Sessizlik.

“Elçi, Elçi bizi duyuyor musunuz?” Daha da uzun bir sessizlik. LeBeuf hayal kırıklığıyla kaptana baktı. Kaptan Armstrong da herkesin duyabileceği bir sesle derin bir iç çekti. “Peki, öyleyse mekiği yörüngeye oturtalım ve gemiyle görsel temas kurmaya çalışalım.”

Mekik ivme kaybedip yörüngeye oturunca kemerler çözüldü. Gezegendeki hantalca hareketlerden sonra boşlukta olmak, rahatça hareket edebilmek harika bir şeydi. Fakat hemen herkes kemerlerini çözmüş olmasına rağmen kimse yerinden kalkmadı çünkü herkes oturuyorken bile mekiğin içinde hareket alanı zaten yeterince azdı. Bu mekik, içinde rahatça süzülmek için değil, gezegen iniş çıkışlarda mürettebat ve gerekli ekipmanları taşımak için tasarlanmıştı.

Kemal gibi mekiğin diğer iki camına yakın olanlar da yüzlerini cama doğru yaklaştırdı ve gemiyi görebilmek için gezegenin etrafını taramaya başladı. LeBeuf’se hala gemiyle iletişim kurmaya çalışıyordu.

Aradan yarım saat geçip, mekik gezegen etrafında tam bir tur attıktan sonra artık Kemal de endişelenmeye başlamıştı. Kaptan telâşla ve arada bir söylenerek camlar arasında süzülerek dolaşıyor, beklentiyle LeBeuf’ün iletişim kurma çabalarını dinliyordu. Ama en sonunda herkesin kafasında dönüp duran şeyi öfkeyle bağırdı. “Kahretsin, nerede bunlar?”

Bir süre daha pencereden dışarısı gözetlendikten sonra Dr. Chen konuştu, “Yörüngede olmalarına rağmen gözden kaçırmış olabilir miyiz?” Kaptanın cevap vermek, böylece de gerçeği kabullenmek gibi bir niyeti yoktu, o yüzden sorusunu cevaplayan astrofizikçi Dr. Aldo oldu.

“Sanmıyorum. Tamam, küçük olduğumuzdan onlar bizi göremeyebilir ama burada olsalardı şimdiye kadar onları görebilmiş olmamız gerekirdi.”

Aldo’nun profesyonel fikrini duyduktan sonra herkes daha da endişeli bir hale büründü. Kimse göz göze gelmemeye çalışıyordu.

“Nereye gitmiş olabilirler?” diye sordu Kemal. Herkesin yine göz göze gelmemeye çalıştığı, soruyu duymamış gibi yaptığı rahatsız edici bir sessizlik daha oldu. Sonra şimdiye dek neredeyse hep suskun kalmış olan dilbilimci Isaak konuştu.

“Bence iki ihtimal var,” dedi grubu süzerek. “Bilemediğimiz bir neden yüzünden yörüngeden ayrılıp görüş alanımızdan uzak bir noktaya gitmiş olabilirler. Ama bu, çağrılarımıza neden cevap vermediklerini açıklamaz. Ya da gezegende birileri var ama yörüngesinde birilerinin dolanmasında pek hoşlanmıyor ve bu konuda bir şey yaptı.”

“Ne yani,” dedi Dr. Chen sinirli bir şekilde gülerek. “Barışçıl bir şekilde ziyarete gelen gemileri kaçıran birileri mi var buralarda?”

Isaak, Dr. Chen’i duymazlıktan geldi ve konuşmaya devam etti. “Her halükarda yörüngede uzun süre kalamayız. Elbiselerimiz ve mekikteki hava bizi ancak bir gün idare eder.”

Kaptan, Kemal’e dönerek konuşmayı böldü. “Gezegendeki havayı da soluyamıyoruz sanrım?”

Kemal olumsuz anlamda başını salladı ama birden aklına bir şey geldi. “Aslında…” dedi kararsız bir şekilde, “mekikteki bazı cihazları kullanarak mekiğin havalandırma sistemini geliştirebilme imkânımız var. Böylece gezegendeki havayı filtreleyerek mekiğin içinde yeterli miktarda oksijen alabilmemizi sağlayacak bir sistem kurabiliriz.”

“İnmeyi düşünmüyoruz herhalde, değil mi kaptan?” Konuşan Kyle’dı. “İnersek bir daha yörüngeye geri çıkamayız. Yakıtımız yok.”

Kaptan ikilemde kalmış gibiydi. Kemal’se gemileri kayıplara karıştığı için umutsuz olmalıydı ama garip bir şekilde bir yanı tekrar gezegene inebilmek için can atıyordu. O yoğun karanlığın, uyuşturucu ama karşı konulmaz bir çekiciliği vardı.

Mühendislerden Brunel, sistemin temel fikrini anlamış olacak ki, kaptanı daha fazla bekletmeden araya girdi. “Eğer gezegene ineceksek bunu olabildiğince çabuk yapmalıyız. Çünkü sistemi kurabilmek için aşağıda olmamız lazım. Ve iş ne kadar uzun sürer bilemiyorum.”

Aşağı inerlerse, tekrar yörüngeye çıkabilecek kadar yakıtları kalmayacağı için Elçi’yle tekrar iletişim kurana kadar gezegende mahsur kalacaklardı. Üstelik hava filtresi sistemini kurabilecekleri de kesin değildi ve gezegende uzun süre kalacak olurlarsa mekikteki erzağın yeterli olmayacağı kesin gibi bir şeydi. Gezegende yiyecek bir şeyler ya da bir tatlı su kaynağı bulabilirlerdi belki ama işin ucunda fazlasıyla belki vardı. Gerçeği kavrayan ekip arkadaşlarının yüzüne yayılan kokuyu görmekte gecikmedi Kemal.

“Kaptan, gezegene inme riskini göze alamayız. Ya gemiyi gözden kaçırdıysak, ya da ne bileyim sadece biraz uzaklaştılarsa? Yüzeye inersek sonra nasıl geri çıkacağız?” diye sordu Dr. Chen.

Kaptan bir süre başı önüne eğik bir hale durduktan sonra mürettebata baktı. Kemal, Kaptan’ın istemeyerek de olsa artık kararını verdiğini anlamıştı. “Yüzeye inersek gemiyle iletişime geçmek için uğraşmaya devam edebiliriz. Eğer başarılı olursak da, gemidekiler bizi almanın bir yolunu bulur. Ama yörüngede kalırsak ve gemiyi bulamazsak en fazla 24 saatimiz kalmış demektir.” Kaptan süzülerek yakınındaki pencereye doğru gitti. “Beş dakika daha bakınalım. Gemiyi göremezsek…” Cümlesini bitirmedi. Herkes ne olacağını biliyordu.

Beş dakika boyunca gezegenin çevresini küçük pencerelerden görebildikleri kadarıyla taradılar ama gemi hala görünürlerde yoktu. LeBeuf’de artık yenilmiş bir haldeydi ama son bir umutla iletişim kurmaya çalışıyordu.

Süre dolunca herkes konuşmadan yerlerine oturup istemeyerek de olsa kemerlerini bağladı ve kaptanın emriyle mekik, gezegene doğru inmeye başladı. Mekik atmosfere girene dek herkes pencerelerden dışarıyı gözlemeye devam etti ama sarsıntılar başlayınca dışarıda hiçbir şey seçilemez oldu ve herkes gibi Kemal de kendi iç dünyasına çekildi.

Kemal için atmosfer yolculuklarında, mekik rahat bir nefes almadan önceki sarsıntılar genelde hep en kötüleri olurdu. Şimdiki inişte de en kötü sarsıntıyı beklerken nefesini tuttu. Mekiğin gövdesinden gelen tekin olmayan sesler giderek artarken sarsıntılar da giderek şiddetlendi. Belki de az önce verdikleri zor karar yüzündendi ama sanki sarsıntılar önceki iniş çıkışa göre daha güçlü ve hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Kafasında uğuldayan gürültüye aldırmamaya çalışarak, kendine korkacak bir şey olmadığını, birazdan inmiş olacaklarını söyledi.

Ama kaptanın gürültüyü zar zor bastıran sesini duyunca bir şeylerin ters gittiğini anladı. “Kontrolü kaybediyoruz!” Kaptan bir şeyler daha söylemek üzereyken çok şiddetli bir sarsıntı daha oldu. Birkaç kişi can havliyle kasklarını takmaya çalışırken, Kemal de korkuyla düşmek üzere olduklarını fark etti. El yordamıyla koltuğunun altındaki kaskına uzandı ve başına geçirmeden hemen önce son kez kaptanın sesini duydu, “Ters iticiler çalışmıyor! Çakılacağız!”

Tüm kasları gerilirken gözlerini kapadı ve koltuğunun kenarını daha bir sıkı kavradı. Mekik kontrolsüzce sallanırken gözlerini bir anlığına açtı ama tek görebildiği üç pencereden içeri dolan insanı kör edici ışık huzmeleri oldu. Şuurunu kaybetmeden önce son düşündüğü şey, en azından ölümünün çabuk olacağıydı.

* * *

Gözlerini açtığında aslında kendine gelip gelmediğinden emin olamadı. Uyku tabutundan yeni uyandırılmış gibi uyuşmuş bir haldeydi. Kolları ve göğsünün üzerindeki bir ağırlık onu yere yapıştırmıştı. Karanlık yüzünden hiçbir şey göremiyordu ve tek duyabildiği şey kaskının içinde zorlukla alabildiği nefesinin sesiydi. Gözleri karanlığa alışır umuduyla etrafına bakınırken kask camındaki örümcek ağı gibi yayılmış olan çatlağı fark etti. Zor da olsa nefes alabildiğine göre kaskında hava kaçağı yoktu muhtemelen, ya da en azından çatlak şu anki dertlerinden biri değildi. Kıpırdanmaya çalışınca sağ bacağında feci bir acı ve dizinin hemen üzerinde ıslak bir şeyler hissetti. Ayak bileğini oynatmaya çalıştı ve acıya rağmen hareket ettirebildiğini fark edince biraz rahatladı.

Kask mikrofonuna bağırmak istedi, “Yardım…” ama zayıf sesi çatlayarak azaldı. Boğazı yutkunmayı bile acı verici bir hale getirecek kadar kuruydu. Kaskından çıkan borudan zorla da olsa biraz su çekti ve tekrar bağırmayı denedi. “Yardım edin.”

Kaskının içinde hala tek duyabildiği şey olan düzensiz nefesini dinledi. Cevap yoktu. Belki de elbisesinin iletişim sistemi zarar görmüştü. Şu üzerindeki ağırlıktan kurtulabilseydi dışarıda neler olup bittiğini görebilirdi.

Tüm gücünü toplayıp ağırlığı ittirmeye çalıştı. Üzerindeki şey büyük metal bir parçaydı ve muhtemelen dünya standartlarında hafif bir şey olmasına rağmen yerçekiminin fazlalığı ya da kaslarının zayıflamış olması nedeniyle zorluk çıkarıyordu. Yine de parçayı yerinden oynatabildiğini görünce ittirmeye devam etti.

Ağırlığı üzerinden atarken dışarıdaki aydınlık yüzünden gözlerini kısmak zorunda kaldı. Yük üzerinden kalkınca, yerinden doğrulmaya çalıştı. Gözleri mekiğin içindeki ışığa alışınca, oturur konumda etrafına bakındı. Aydınlık, doğal olmaktan çok yapay bir ışığa benziyordu ama mekiğin içinden değil, gövdede açılmış olan büyük bir delikten içeri giriyordu. Delik biraz uğraşırsa içinden geçebileceği kadar geniş gibiydi ama önce dostlarının iyi olup olmadığından emin olmalıydı.

Artık tanınamaz halde olan mekiğin içine göz gezdirdi. Her şey o kadar dağılmış, paramparça olmuştu ki, neyin nerde olduğunu ya da ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Metal yığınlarının arasında, içeri giren ışığın yansıdığı cam bir yüzey gördü. Birinin kaskı olmalıydı.

Yığınlar arasında kendine bir yol belirlemeye çalıştı. Enkazın içinde ayakta durmak mümkün değildi ama emekleyerek oraya ulaşabilirdi. Emeklemek için elini yere koyduğunda yapışkan bir şeye bastığını fark etti. Kan. Artık pıhtılaşmak üzere olan birikintiye bakınca bacağındaki kesikten akmış olduğunu anladı. Kötü bir görüntüyle karşılaşmaktan korkarak bacağına baktı. Elbisesi bir yırtılmış ve kesik de pıhtılaşmış kanla dolmuştu. Kanama durmuş gibi görünüyordu.

Artık çalışmaz durumda olan elektronik aletleri ve gövde parçalarını temizleyerek enkaz içinde acıya aldırmamaya çalışarak ilerledi. Üzerinden ışık yansıyan şey gerçekten de bir kasktı ama uzaktan fark edilemeyen şey, camın bir yarısının kırık olduğuydu. Kaskın içinde sağ tarafı kanla kaplı yüze baktı. Artık tanınamaz hale gelmiş olsa da, çekik gözlerinden bunun Dr. Chen olduğunu anlayabilmişti. Hayatta olup olmadığını anlamak için sanki onu duyabilecekmiş gibi kaskının içinde bağırdı. “Chen!”

Ama doktor onu duymadı. Gövdesi yüzlerce kilo ağırlığında enkazın altındaydı ve hava geçirmez kask camı kırılmıştı. Hayatta kalabilmesi mümkün değildi. Birden içini müthiş bir yalnızlık hissi kapladı. Ya dostlarının hepsi öldüyse? Ya bu yabancı ve hiç de misafirperver olmayan garip gezegende bir tek o kaldıysa.

Mümkün olduğu kadarıyla enkazın içinde etrafına bakındı ama dikkatini çeken başka bir şey göremedi. Belki yığının altında ekip arkadaşlarından birileri vardı ama tam olarak nerede olduklarına dair hiçbir işaret yoktu. Molozları temizlemeye çalışsa bile bu, samanlıkta iğne aramaktan farksız olurdu. Enkazın dışına çıkıp durumun ne kadar kötü olduğunu anlaması gerekiyordu.

Emekleyerek, uyandığı yere geri döndü ve gövdede açılan deliği, metali bükerek elleriyle biraz genişletti. Delik geçebileceği kadar büyüyünce dışarıya, aydınlığa doğru başını çıkardı.

Gözleri dışarıdaki yoğun ışığa alışınca yarım metre kadar aşağıdaki zemine baktı ve mekiğin kısmen çamura gömülmüş olduğunu fark etti. Delikten kendini yukarı çekip, dışarı çıktı. Çamura ayak bastığında gücü o kadar tükenmişti ki, ayakta duramadı ve ıslak toprağa sırtüstü yattı.

Derin derin nefes alır ve Chen’in kanlı yüzünü aklından çıkarmaya çalışırken gökyüzüne baktı. Gezegene ilk inişlerindeki karanlığı hatırlayınca dışarıdaki aydınlığın aslında bir hayal olup olmadığını düşündü. Üstelik ışıkta da doğal olmayan bir taraf vardı. Gökyüzü milyonlarca görünmeyen elektrik ampulüyle aydınlatılmıştı sanki. Bir süre şaşkın bir halde yukarı baktı, sonra ışığın ardında başka şeyler belirmeye başladı. Dikkatli bakınca görünebilen, sanki aydınlığın arasında saklanmış gibi duran siyah noktalar. İlk başta bunları, kan kaybı yüzünden gözlerinin ona oynadığı bir oyun sandı, gözlerini kırpıştırdı. Ama değillerdi. Orada öylece duruyorlardı. Garip gün ışığının gizlemekte zorlandığı binlerce siyah nokta gökyüzüne dağılmıştı. İçinden bir his ne olduklarını tahmin ediyordu ama iki büklüm doğrulup tüm göğü bir uçtan diğerine tarayana kadar emin olamadı. Bunlar yıldızlardı. Ama aydınlık nereden geliyordu o zaman? Güneş yoktu. Işığın geldiği belirli bir kaynak da yoktu. Sadece oradaydı işte, her yere tek düze bir şekilde dağılıyordu.

Düşünceli bir halde, gökteki siyah noktacıklara, yıldızlara bakmaya devam etti. Aslında şu anda gece miydi yani? İlk inişlerinde olduğu gibi, aydınlık olması gerekirken karanlık, karanlık olması gerekirken etraf aydınlıktı. Bu gezegende çok garip bir şeyler oluyordu.

Ne tür bir gariplik olursa olsun, şu anda daha önemli bir derdi vardı. Dostlarının iyi olup olmadığını öğrenmek zorundaydı. Oturduğu yerde geri dönüp enkaza baktı ve içinden çıktığı enkazın aslında mekiğin ufak bir parçası olduğunu anladı. Çıktığı enkazın ardında bir tepe yükseliyordu. Ama asıl dikkatini çeken ve onu iyice umutsuzluğa sürükleyen şey tepenin yüksekliği değil, hemen hemen tüm yüzeyinin düşen mekiğin oluşturduğu kraterlerle dolu olmasıydı. Zirveye yakın bir yerde devasa bir çukur vardı. Belli ki, en büyük parça oraya düşmüştü. Zirveden aşağıya doğru dağılmış olan birçok irili ufaklı krater de görülebiliyordu. Mekik düşmeden kısa bir süre önce havada parçalanmış olmalıydı.

İçinden bir his, bu çarpışmalardan hiç kimsenin sağ çıkamayacağını söylüyordu Kemal’e. Hem hayal meyal de olsa hatırladığı kadarıyla, birçoğu kasklarını takacak zaman bulamamıştı bile. Üstelik sağ olsalar dahi, en yakın enkaza kadar gidip, yaşayan olup olmadığını kontrol etmeye yetecek kadar gücü olduğunu sanmıyordu. Çaresiz bir şekilde mikrofonuna bağırdı. “Kimse var mı? Kaptan, LeBeuf? Cevap verin?”

Gözleri dağın eteklerini taradı ama ne enkazların yakınlarında bir hareket gördü ne de kulaklıklarından bir cevap işitti. “Hepsi öldü,” dedi Kemal kendi kendine sesli bir şekilde. “Hepsi öldü.”

Yaşlarla bulanıklaşan bakışlarını yere, çamurlu toprağa dikti. Gözleri kaskındaki çatlak kısma takılınca kaskını çıkarmak, oracıkta ölmek için müthiş bir istek duydu. Zaten 1-2 saate elbisesindeki hava biteceği için ölmüş olacaktı. Bu işe daha çabuk bir son verebilirdi. Gözyaşları çenesinden aşağı doğru süzülürken elleri kaskının kilitlerine doğru gitti. O anda yakındaki ufak bir krater dikkatini çekti. Altında mürettebattan biri olamayacak kadar ufak bir parçaydı bu ama bükülmüş gövde parçasının altında başka bir şey görünüyordu. Bunun düşündüğü şey olmasını umarak ayağa kalktı ve zorla da olsa ufak enkaza doğru yürüdü.

Çukura ulaşınca en üstteki metal yığınını kenara ittirdi ve parçayı açık bir şekilde gördü. Mekiğin iletişim aygıtıydı bu. En sağlam parçalardan biri olarak tasarlanmıştı ve kendi enerjisini bağımsız olarak üretebiliyordu. Hala çalışıyor olması mümkündü. Kısmen toprağa gömülmüş olan aygıtı yerinden çıkardı ve çalıştırmak için gerekli düğmelere bastı. Ufak led ekranda beliren verilerden aygıtın hala çalıştığını anladı. Elbisesinin frekansını aygıta göre ayarladıktan sonra konuşmaya başladı.

“Ben Elçi mürettebatından Dr. Kemal Türk. Mekiğimiz… gezegene düştü. Sanırım bir tek ben hayatta kaldım. Gemidekilerle iletişim kuramıyorduk. Yörüngede de değiller. Onlara ne olduğunu bilmiyoruz. Elbisemde fazla hava yok. Gezegendeki oksijen miktarı nefes almak için yeterli değil. Bu gezegende…” Duraksadı. Ne diyeceğini bilemiyordu, “…çok garip bir şeyler oluyor.”

Daha fazla konuşmak istemedi. Kaydı döngüye aldı, böylece mesajın eninde sonunda birileri tarafından dinlenme ihtimalini artırmak istiyordu. Aygıtın en son iletişim kurulan hedefini değiştirdi, vericiyi dünya yönüne ayarladı. Elçi’yle iletişim kurmaya çalışmanın bir anlamı yoktu artık. Hem şimdi göndereceği haberi onlar da dinleyebilirdi zaten, eğer hala orada bir yerdeyseler. Aygıtı bulabildiği en yüksek kayanın üzerine koyup yayını başlattı.

İşi bitince tekrar gökyüzüne baktı. Hava bulutlanmış, yıldızları örtmüştü ama ışıkta en ufak bir azalma bile yoktu. Sonra birden, yağmur yağmaya başladı.

Yağmur yağıyordu, ama buna teknik olarak yağmur denemezdi, çünkü damlalar gökyüzünden inmiyor, yerden gökyüzündeki bulutlara doğru yükseliyordu!

Gördüklerinin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışarak tersine yağan yağmurun altında öylece durdu. Bu, bir filmi tersine izlemek gibi bir şeydi. Yavaş hareketlerle ayağa kalktı. Kask camındaki damlaları silerek yere, ıslak toprağa baktı. Damlalar ya yerdeki su birikintilerinden ya da yoktan var oluyormuş gibi direk ıslak topraktan çıkıyor ve hızla gökyüzüne doğru yükseliyordu.

Aygıttan uzağa doğru bir adım attı. Ağır adımıyla etrafa saçılan sulardan damlalar oluşuyor, havadaki esrarengiz bir güç tarafından çekiliyorlarmış gibi yukarı çıkıyorlardı. Kemal büyülenmiş gibiydi. Arkasına bakmadan bir adım daha attı. Tanımlayamadığı bir güç tarafından bilinmeze doğru itiliyor, her adımda daha da büyülü bir âleme giriyordu sanki.

Topraktan çıkan yağmurla yıkanırken, arkasındaki dağın eteklerinde yatan dostlarından ayrılabilmesi için ardına bakmadan sadece yürümesi gerektiğini biliyordu. Sanki akasına bakıp çarpışmayla oluşan kraterleri görürse anın büyüsü bozulacak gibiydi.

Ardına bakmadan bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Artık çamurlu toprakta yerçekiminin ve sakat bacağının mümkün kılabildiği kadar hızla yürüyordu. En fazla iki saat ömrü kaldığını düşünmemeye çalıştı. Büyüyü bozamazdı, gerçeğe dönemezdi.

Zaman kavramını yitirmiş bir şekilde vadi boyunca, yağmur üstünde ne kadar yürüdü bilmiyordu ama sonunda yağmur dindiğinde artık enkazı göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Ayaklarının altındaki toprak da tüm suyunu boşaltmış, kurumuştu artık.

Aralanan bulutlar arasında görünmeye başlayan yıldızlara baktı ve amaçsızca yürümeye devam etti. En sonunda durup etrafına bakındığında, biraz ilerde bir nehir gördü. Daha yakından bakmak için yaklaşınca dudaklarına bir gülümseme yayıldı. Nehir tersine akıyordu, yokuş yukarı. Tersine yağan yağmur kadar garip değildi belki ama düşüncelerini kanıtlıyordu. Burada her şey tersineydi. Burası tersine gezegendi. Dünyadakilerin ya da gemi mürettebatının da bunları görebilmiş olmasını dilerdi.

Nehir yanında durarak fazla vakit kaybetmedi ve nehri soluna alarak akıntının normalde akması gereken yöne, eğim aşağı yürümeye başladı. Bir süre sonra nehir, ilerde sağa doğru kıvrıldı. Akıntının geldiği yönü görmesini engelleyen kayaları geçince gördüğü şey karşısında donakaldı. 100 metre kadar ileride dikine toprağa gömülmüş, çarpık bir açıyla yana yatmış devasa bir gemi duruyordu. Arkasında da nehrin kaynağı olan büyük bir göl vardı. O kadar sıra dışı bir görüntüydü ki karşısındaki, havası azalmaya başladığı için beyninin ona oyun oynadığından emindi. Ama yine de kendini gemiye yaklaşmaktan alıkoyamadı.

Çarpık, devasa bir heykel gibi dikilmiş gemiye yaklaştıkça, onun Elçi’ye ne kadar benzediğini fark etti. Bu enkaz Elçi’ye ait olabilir miydi gerçekten? Ama üzerini kaplayan toz tabakası ve paslanmış dış gövdesine bakılırsa uzun süredir burada olduğu anlaşılıyordu.

Gemiye birkaç metre kala gövde üzerindeki yazıyı fark etti. Son iki harfi, üzerini kaplayan toz nedeniyle okuyamıyordu ama ilk iki harfin “El” olduğuna emindi. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarparken son iki harfin olduğu yeri uzay elbisesinin yırtıklarla dolu eliyle sildi. “Elçi” yazıyordu gerçekten de. Birkaç adım geri çekilip gemiye tekrar bakmak için elini gövdeden çekti ve o zaman ismin sonundaki işareti gördü. Roma rakamıyla iki yazıyordu tozdan arınmış el izinin altında. Geminin adı Elçi II’ydi.

Şaşkınlıktan ve beyninde çakan şimşekler yüzünden istemsizce bir geri adım attı, bir taşa takılıp dengesizce yere düştü. Yerde hareketsiz yatarken gözlerini indirip yazıyı tekrar okudu. Yanılmıyordu. Gerçekten de Elçi II yazıyordu gövdede. Ama bu nasıl olabilirdi ki? Dünyadan yeni bir gemi gönderilmiş olsa bile buraya onlardan önce ulaşabilmesi mümkün olamazdı. Zaten kendileri neredeyse ışık hızına yakın bir hızla yolculuk etmişlerdi ve bundan daha hızlı gidebilmek mümkün değildi. Üstelik bu geminin oldukça uzun bir süredir burada olduğu belliydi.

Gözlerini yukarı dikti, aydınlık gökyüzündeki karanlık noktalara, yıldızlara baktı. Burası tersine gezegen diye düşündü. “İkinci gemi bile bizden önce buraya gelmiş.” Birden aklına bir şey geldi. Belki burada zaman bile tersine işliyordu. O zaman Elçi II, ilk gemiden 100 yıl sonra gönderilmiş olsa bile, gezegene düştüyse, zaman bu gezegende geçmişe doğru ilerlediği için hala burada olabilirdi. Sanki düşündüklerini doğrulamasını istermiş gibi tekrar gövdedeki yazıya baktı.

Peki, kendi gemileri nereye kaybolmuştu? Yattığı yerde, gezegene ilk gelişlerini düşünmeye çalıştı. Gezegene varır varmaz hemen mekikle inmişler, sonra da gezegende yaklaşık iki saat oyalanmışlardı. Eğer gezegende zaman geriye doğru gidiyorsa… o zaman onlar tekrar yörüngeye çıktığında Elçi henüz gezegene varmamıştı bile! Gemiden ayrılıp gezegene inmelerinden sonra geçen her dakikada mekik mürettebatı geçmişe doğru olmuştu. Birden içini büyük bir suçluluk duygusu kapladı. Eğer yörüngeye çıkma konusunda ilk seferde kaptana karşı çıkmasaydı, o aptal testler için gezegende bir saat bile kalmak istemeseydi… Hiç oylanmadan direk yörüngeye çıksalar belki de Elçi’nin gezegene gelişini izleyeceklerdi.

Kemal’in kafasında birden her şey anlam kazanmaya başlamıştı. İçindeki suçluluk duygusu büyürken ne yapacağını bilemeyerek güçlükle yerinden kalktı. Elçi II’ye bakmadan geldiği yöne doğru yürümeye başladı.

Hala aklına yatmayan bir şey vardı. Ayaklarını sürüyerek yürürken neyi unuttuğunu hatırlamaya çalıştı. Dayanılmaz bir karanlık saçan güneşin, aydınlık gökteki ufak yıldızların, tersine yağan yağmurun ve tersine akan nehrin görüntüsü, Elçi II’nin çürümüş enkazının ve Dr. Chen’in kanlı yüzünün hali düşüncelerini gölgelemeye çalışırken birden hatırladı. Mesaj! Gezegenden gönderilen, 12 küsur ışık yılı uzaktan buraya gelmelerine neden olan o mesaj! Onu kim göndermişti peki?

Cevabı biliyordu. Yaklaşık bir saat önce dünyaya gönderdiği ve döngüye aldığı mesajı hatırladı. O sinyali gönderen kendisiydi! O alet yıllarca çalışabilir ve çalıştırıldığı andan itibaren geçmişe doğru sürekli sinyal göndermeye devam edebilirdi. Giden sinyaller de farklı bir zaman çizgisinden gönderildiği için karışabilir, bu yüzden Dünya’da anlaşılamazdı. Evet, evet öyle olmalıydı. Böylece, gezegene vardıklarında sinyalin neden kesildiği de anlam kazanmış oluyordu. Kemal, sinyali mekikle düştükten sonra başlatmıştı, yani Elçi gezegene varmadan hemen hemen bir saat önce. Ve sonra da sinyal zamanda ileriye değil, geriye doğru gönderilmeye devam etmiş, dolayısıyla da zamanda ileriye doğru giden mürettebat için sinyal gezegene vardıklarında kesilmişti.

Gerçeği kavrarken bile olayın karmaşıklığından başına ağrılar girdiğini hissetti. Ama o mesajı gönderdiği için her şeyin, her şeyin sorumlusu kendisiydi.

Hala vakti vardı. Cihaza ulaşıp sinyali durdurabilirse, dostlarının hiçbiri ölmemiş olur muydu? Elçi bu lanet gezegene gönderilmemiş olur muydu?

Kemal geldiği yöne doğru tüm gücüyle, mümkün olabildiğince hızla yürümeye başladı. Sakat bacağının acısına falan aldırdığı yoktu, içindeki pişmanlık duygusu her şeyi aklından silip atmıştı. Nehir boyunca ilerledikten sonra enkazın olduğu yöne doğru dönerken artık nefes almakta zorlandığını fark etti. Sanki yeterince hava soluyamıyor gibiydi. Fazla vakti kalmamıştı ama bacakları onu taşıdığı sürece yürüyecekti. Sinyali durdurmak zorundaydı, ne pahasına olursa olsun.

Nehir ardında kaybolur, tepenin eteklerine dağılmış kraterler görünür hale gelirken bir adım atmak bile büyük çaba gerektiriyordu. Ayakları birbirine dolanıyor, sürekli tökezliyordu. Aldığı nefeslerin sonu gırtlağından gelen bir iniltiyle kesiliyordu artık. Elbisesindeki havanın yeterli olması için yalvarıyordu sürekli. O cihaza bir ulaşabilse, o sinyali durdurabilse…

Kayanın üzerine koyduğu siyah cihazı uzaktan gördüğünde ciğerleri alev alev yanmaya başlamıştı. Kaskının içindeki bunaltıcı sıcaklık yüzünden alnından aşağı kayan terler gözlerini yakıyor, görüşünü engelliyordu. İçinden çıktığı enkazın yanına ulaştığında artık elbisesinde hava kalmadığını anladı. Göğsü son kez acıyla kalkarken dizlerinin üstüne çöktü. Boğazı acıyla gerildi, elleri can havliyle kaskının kilitlerine doğru gitti. Kaskı çıkarabilirse, birkaç adım daha kazanabilirdi belki.

Gözleri kararır, elleri kontrolsüzce titrerken kilitleri açtı ve kaskı başından çıkarıp attı. Soğuk hava terden sırılsıklam yüzünü yalayınca biraz kendine gelir gibi oldu. Kasılmış ciğerleri azıcık da olsa oksijen alabildiği için biraz rahatladı. Hemen ayağa kalkmaya çalıştı. Fazla vakti yoktu. Başı dönerken gitmesi gereken yönü kestiremeden bir adım attı. Sonra on metre kadar ilerdeki cihazı gördü. Cihaza doğru zorla bir adım daha attı, ciğerleri acıyla gerildi. Sakat bacağının üzerine basarak bir adım daha. Nereye gideceğini kestirmekte zorlanıyordu. Gözleri mi kararmaya başlıyordu, yoksa hava mı kararıyordu? Vücudundan soğuk terler boşanırken son bir adım daha atmak istedi ama dengesini kaybedip düştü.

Yere düşerken, ciğerlerine giden hava artık yetersiz kalıyordu. Cihazın durduğunu sandığı yöne doğru son bir çabayla sürünmek istedi ama beyni, kaslarına çaresiz emirler gönderirken orada öylece yattı. Başaramayacaktı. Ufuktan yükselen karanlığı gördü. İçindeki pişmanlıkla birlikte gezegendeki karanlık da büyüdü, onu da içine aldı. Kemal’in göğsü son kez acıyla kalktı ve tersine gezegen karanlığa gömüldü.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Mehmet KARDAŞ

1988 Ankara doğumlu. ODTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik mezunu. Bilimkurgu, fantastik okur yazarı. 3 yıldan uzun süredir tek twitlik bilimkurgu mikro öyküler yazıyor.

9 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

  • Bilim kurgudan ziyade fantastik bir oyku olmus. Etiketlerin bende yarattigi beklentiyi Karakterler arasindaki etkilesimden hoslandigimi soyleyemem. Ozellikle bilim amaciyla yola cikmis bir ekipte irk vurgusunun yapilmasi gibi bilim insanlarina yakismayacak tavirlar oykunun tutarliligina golge dusurmus. Bir de gezegene ulasir ulasmaz inmek icin fazlasiyla aceleci davrandiklarini dusunuyorum.
    Robodoppel gibi sonuc kismina odaklanan , “supriz endiseli” diye tabir ettigim calismalaraysa guzel bir ornek. Yalniz Robodoppel bu bahsettigim noktalarda cok daha basariliydi.
    Ellerinize saglik.

    • Hard SF gibi başlayıp, garip bir zaman yolculuğu öyküsüne dönüştüğü için okuyucunun beklentilerini biraz boşa çıkardığı gerçek. Kurguda da belirttiğiniz gibi birkaç sorun var.

      Bir sonraki öykü de daha dikkatli olacağımdan emin olabilirsiniz.

      Ayrıntılı yorumunuz için çok teşekkürler. Benim için önemi gerçekten büyük 🙂

      • Gece gece yorum yazmamak gerektigini gordum yazdiklarimdan, neyse 🙂 …
        Rica ederim,oyku yazdiginiz icinse tesekkur ederim.

  • Kısa bir öykü ile Güneş Sistemi’nden on iki ışık yılı uzakta olan başka bir sisteme gitme serüvenini anlatmak kuşkusuz ki bazı oldu bittileri de beraberinde getirmiş. Bu oldu bittiler dışında, vermeye çalıştığınız fantastik düşünce, insanı zaman paradoksları için de bırakan kurgu, gayet güzel ve başarılı. Dr.Türk’ün göndermiş olduğu mesajı Dünya’da altı aylık bir çalışmadan sonra neden çözemediklerini anlayamadım.

    • Yorumunuz için teşekkürler.

      Mesajın çözülememesi ise aslında dünyada o mesajın nasıl algılandığına bağlı. Yani mesaj sadece tersten okunmuş halde gelmiyor, bir şekilde bozuluyor. En azından öyküde böyle. Gerçekte böyle bir şey olsa, nasıl olurdu bilemiyorum ama 😛

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da