Fantastik Fantastik Hikaye Hikayeler

KANLI PENÇE

(Tarihsel olaylar, tarihte geçen kişiler gerçekten alınmışsa da birçoğu hayal ürünüdür.)

“Gizemcilik konusunda kitapları ile tanınan Fransız Roland de Villeneuve Kurt Adamları ve Vampirleri araştıran bir çalışmasında 1542’de İstanbul’da sürü halinde gezen Kurt Adamlardan söz ediyor. Villenevue, 17.yüzyıl yazarı Jacques d’Autun’un “Sihirbazlar ve Büyücüler Konusunda Bilimsel İnançsızlık ve Cahil Saflık” adlı çalışmasından aşağıdaki alıntıyı veriyor. “Sultan, has askerleri ile birlikte, silahlanıp saraydan çıktı; Kurt Adamlardan yüz elli kadarını surlara dizdi fakat bunlar, toplanan halkın gözleri önünde, surlardan atlayıp kayboldular.”

Giovanni Scognamillo’nun “İstanbul Gizemleri” adlı eserinden…

(30 Zilhicce 948 – 16 Nisan 1542)

(Budin’in Ordu-yu Hümayun tarafından ilhak edilmesinden bir yıl sonra)

(Kostantiniyye – Devlet-i Al-i Osmaniye’nin Payitahtı)

 

1.Karanlık ve Kanlı Sokaklar

            Gecenin uğursuz karanlığında bedbaht bir adam, şehirde ilk doğanların artık doksanlık kocalar ve kocakarılar olduğu Kostantiniyye’nin kadim sokaklarında koşturmaktaydı. Henüz taşlarla döşenmemiş toprak yolda, fethinden sonra Fatih’in emriyle yaptırılan iki katlı ahşap evlerin arasından arkasından kovalayanlardan kaçmaktaydı. Arkasından koşturmakta olan üç gölge vardı. Adımları toprak yolda çınlıyordu. Sokak köşelerinde yanan fenerlerden görüldüğü kadarıyla başlarındaki keçe börklerden ve o dönemde kentte silah taşımasını yasak eden Fatih’ten beridir hançer taşıdıklarından yeniçeri oldukları anlaşılıyordu. En önlerinde koşan ilerlemiş yaşına rağmen hala dinç sayılabilecek olan ellilik Başkarakullukçu (Başçavuş) İsmail Beşe’ydi. Sultan Bayezid-i Sâni (İkinci) Han zamanında ihdas edilen Ağa Bölüklerine mensup 19.Bekçi Ortası’nın başkarakullukçusuydu (başçavuş). Peşinden aynı ortaya mensup iki yeniçeri takipteydi.

Adam çıkmaz bir sokağa saptığında yolunu kestiler. Hepsi soluk soluğa kalmıştı. Adamı ay ışığının altında gördüklerinde neredeyse sıtmaya tutulmuş gibi titremekte olduğunu farkettiler. Gözlerinin feri solmuştu. Başkarakullukçu yanındakilere söylenmekteydi:

“-İllallah geldi bu yeni devşirmelerden bre! Bizim zamanımızda bokumuza kadar bakarlardı. Havaleli mi eserekli mi ne olduğunu bilmeden tutup atmışlar taşodaya!”

Adama tam yaklaşacağı sırada adam gökte duran dolunaya bakarak acı acı ulumaya başladı. Titremesi ve kasılması artarak yere kapaklandı ve yerde titremeye başladı. Tekrar dört ayağı üzerindeymişçesine kalkarak yine ulumaya başladı. İsmail Beşe öfkeyle üzerine yürüyerek ağzına okkalı bir tokat yerleştirip adamı yere yıktı. Yerde sıtmalı titremekte olan adama gürledi:

“-Bu yaptığının ne manası var şimdi? Çorbacı ağa öğrensin bir hele. Şu andan itibaren ocakta işin yok!”

            O anda başkarakullukçu ve yanındaki iki yeniçerinin gözleri önünde tuhaf şeyler vukubulmaya başladı. Adamın bedeni sanki genişliyordu da derisi yırtılıyordu. Adam acıyla iki büklüm yere kapandığında kollarında ve ayaklarında elbisesinin parçalandığını ve kıllarının garip bir şekilde hızla uzamaya başladığını gördüler. Adamın teni kapkara kesilmiş gibiydi. Başını kaldırdığında uzamakta olan dişlerini ve ateş kızılı gözlerini gördüler. Köpüklü ağzından korkunç hırıltılar gelmekteydi. Yeniçerilerden biri hançerini sıyırarak haykırdı:

“-Pir aşkına! Erenler aşkına! Uğramış bu uğramış!”

Başkarakullukçu ona bakarak kafasını salladı. Hançerini çekerek adama döndü. Son gördüğü şey, lağım kadar kötü kokan bir nefes ve cehennemden çıkma kızıl gözlerdi.

2.Bir Tuhaf Cinayet

            Saraçhane içerisinde ve şehri Kostantiniyye’de dehşetli bir haber yayılmıştı. Daha cinayetin hikayesi kahvelere ve dükkanlara düşmeden, bir kalabalık kafile Bizans’tan kalma Yedikule’ye uzanan meşhur Meşe Yolu (Direkler Arası -eski Şehzadebaşı Caddesi) üzerinden gelerek Saraçhane’de (İstanbul’un ilk semti), İstanbul’u sallayan korkunç cinayetin vukubulduğu yere doğru yaklaşmaktaydı. Takribi 880’de (1475) Sultan Mehmed’in emriyle buraya kurulan büyük saraç imalathaneleri açılmış, burada çalışan usta ve kalfaların torunlarıyla birlikte bu mahalle oluşmuştu.

Nisan ayının ortasında, kıştan kalma hafif bir sabah sisi sarmıştı ortalığı. Ziyadesiyle esrarlı ve korkutucu bir hava sokağa hakim olmuştu.

Sokakta çınlayan sesler maiyetiyle birlikte Sultan Süleyman Han’ın oraya doğru geldiği yönündeydi. Koşarak sokağa giren solaklar ahaliyi uzaklaştırarak her biri bir ev kapısını ve sokak başlarını tutarak beklemeye başladılar. Ahali evlerinin pencerelerine, cumbalarına çıkarak sokağa doluşan kalabalığa bakmaktaydı. Sokağa iki kişinin koşar adım girdiğini gördüler. Birisinin üstünde kurt postu vardı, altına deriden mamül bir tür yamçı giymişti ki onunda altında zincir zırh sarkıyordu. Belinden ucu eğik bir Tatar kılıcı sallanıyordu ve sırtında bir yay ile bir sadak ok vardı. Kenarı kürklü, ucu mücevher sorguçlu, demirden bir miğfer takıyordu. Orta boylu, esmer tenli, çekik gözlü, tatar tipli, ince bıyıklı bir adamdı. Onun yanındaki ise biraz daha yaşlıca, ama oldukça iri görünümlü, sırtına Bosna sancağının Deli alaylarının erleri gibi kaplan postu geçirmiş, başında da keçe külah taşıyan bir adamdı. Sağ belinden büyükçe, Avrupai bir meç sarkıyor, irili ufaklı birçok bıçak ve kama deriden avcı zırhının orasında burasında asılı duruyordu. Kendi boyunun yarısı büyüklüğünde bir topuz taşımaktaydı.

O sırada evlerin birinde pencere önünde oturan iki ihtiyar gelenleri tanımış gibi kafalarını bilgiççe sallamaya başlamışlardı. İkiside doksanına merdiven dayamış bu ihtiyarlar şehr-i İstanbul’un en yaşlı birkaç sakininden biriydi. Babaları Feth-i Mübin’e (İstanbul’un Fethi) katılmış Karesi vilayetinden gelme gönüllerdendi ki, fetihten sonra ailelerini alarak İstanbul’a yerleşerek, bu ilk semtin saraç esnafları arasına karışmışlardı. Bir müddet orducu esnafından olup, Ordu-yu Hümayun’un ardından nice sefer yolları teptikten sonra baba yadigarı bu eve geri dönmüşlerdi. Bu iki adam sokağa girer girmez, büyük bir merakla sokağı seyreden hane ahalisine dönüp bakmadan kendi aralarında konuşmaya başladılar:

“-Aha fedailerde geldi. Ben sana dedim büyük iş bu diye. Sultan bile sarayından çıkıp geldi.”

            “-Adam sende tabi gelecek, şehr-i Kostantiniyye’de kaç kere böyle vaka görülmüş? Adamlar gecenin ortasında çığlık çığlığa üç yeniçeriyi parçalamış. Canımız tehlikede. Saraya da girilmez artık.”

            “-Sen öyle san. Fedaileri bilmezmiş gibi konuşma. Sultanın eli ayağıdır bunlar.”

            “-Bilmez miyim? Na şu kurt postuyla gezen namlı yiğitlerden Kırımlı Sinan’dır. Atadan dededen akıncıdır, ok çeker Nogay süvarilerindendir. Nemçe Seferi’nde yiğitliğiyle küffarı bile sindirdi. Bir gece Sultan’dan destur alıp serdengeçti yoldaşlarıyla baskın verdi küffar ordugahına. O Nemçelilerin namlı yiğitlerinden şövalyelerinden karşısına kimse çıkamadı, donlarını bırakıp kaçtılar. “Kırım’dan gelirim adımda Sinan’dır, Gizlenme Nemçeli meydanda burdadır” diye adına türkü yaktılar.”

            “-Ya öteki, ya öteki? Bosna Sancakbeyinin kapularından, Deliler Ocağı’ndan çıkma Matlı Fehim’e ne demeli? Bosna’dan orduya katılıp Sultan’la birlikte Rodos’ta savaşıyorlar. Bir bölük Cermen şövalyesi Sultan’ın çadırına girende ne yeniçeri sağlam kalıyor ne silahdar. Matlı durur mu? Baba yadigarı meçi çekiyor belinden dalıyor Cermen keferesinin arasına. Sekizinin kellesini alıyor, kalan üçü yaralarından bitap düşüyor.”

            İhtiyarlar susup iki fedainin sokağa girişini seyrettiler.

Kırımlı Sinan cesetlerden arta kalanların olduğu kanlı çıkmaz sokağa koşar adım girerek etrafa bakındı. 19.Bekçi ortasının çorbacısı (albayı) Ayı Osman’ın durgun bir halde yeniçerilerden arta kalanları seyrettiğini gördü. Kırım’ın kuzeyindeki Rutenya bozkırlarında yaşarken, çocuk yaşta ailesinden koparılmış ve hediye olarak birkaç köle ile birlikte Sultan Bayezid-i Sani’nin huzuruna çıkan Moskova Knezliği elçileriyle birlikte İstanbul’a gelmişti. Sağlam yapısı ile kısa sürede acemoğlanlığından yeniçeriliğe girmiş, Yavuz devrinden beri bir nice sefere katılmış bir koca kurttu. Lakabı görünüşünden ziyade densiz sayılabilecek yapısından kaynaklanıyordu. Birisine sinirlendiği zaman kim olduğuna bakmadan kamçıyla girişip en sunturlu küfürleri sıralayacak kadar dengesizdi. Sessiz sakinken aniden vuku bulan sinir kriziyle esip gürleyen bir deli yiğitti. Normalde kethüdalığa hatta ağalığa kadar yükselebilecekken, Alman Seferi sırasında askeri yanlış yönettiği gerekçesiyle yeniçeri ağasıyla tartışınca araya girenlere rağmen rütbesi çorbacıda kalmıştı. Padişah’ın ve ordunun İstanbul’a dönüşünün ardından apar topar asıl kılıç salladığı 29.Orta’dan çıkarılarak Kostantiniyye’nin asayişinden sorumlu 19.Bekçi ortasına sürülmüştü. Kostantiniyye’de ve karşısındaki Pera’da on yıldır it uğursuz takımını kovalamaktaydı. Gerginliğini belli etmeden yerdeki kan izlerine bakıyordu.

Çevredeki birkaç yeniçeride hem korku hem de intikam isteyen bakışlarla, yoldaşlarının canını alanları parçaladıklarını düşler halde beklemekteydi. Kırımlı sokaktan çıkarak sokağın başında bekleyen Matlı Fehim’e el sallayınca Fehim arkasına dönerek Sultan’a gerekli işareti verdi. Üç kıta yedi düvelde at oynatan şahbazların ve mamur karyelerin hakimi cihan padişahı Sultan Süleyman Han, türlü çeşit mücevherle süslü at koşumunu solaklardan bir askere bıraktıktan sonra atından inerek altı solak’ın korumalığında sokağa girdi. Kırımlı Sinan’la Matlı Fehim çıkmaz sokağın bir köşesine giderek elpençe divan beklemeye başladılar. Sultan Süleyman çıkmaz sokağa girer girmez tiksinerek yeniçeri kullarından arta kalanlara baktı.

Sultan, Çorbacı Osman’a bakmadan sertçe sordu:

“-Kullarımın bu ahvali nicedir? Hangi iblisin işidir bu?”

            Çorbacı Osman sesinde hiçbir titreme olmaksızın elpençe divan:

“-Belli değil sultanım. Kaç kişilermiş veya tek kişi miymiş bilmiyoruz. Ezan vaktine yakın, sabaha karşı fenerleri söndürmeye gelen fenerciler görmüşler. Haber gelir gelmez sokaklara devriye saldık, yabancıları, şüphelendiklerini topluyorlar. Biz gelir gelmez sokaktaki evleri tek tek gezdik. Gece bazı sesler duymuşlar. Çığlıklar ve böğürtüler varmış. Sokak o kadar karanlıkmış ki hiçbiri bir şey görememiş.”

            “-Şehri Kostantiniyye çalkalanıyor. Böyle vahşet görülmüş müdür? Benim kullarım katledilmiş siz burada eyleşirmisiniz?”

            “-Affedin hünkarım. Karındaşlarımızın kanı yerde kalmayacaktır. Evelallah yapanları bulup kadı karşısına koyacağız.”

            Tam o sırada bazı ayak sesleri duydular. Ardında bazı neferler olduğu halde 5.Ağa bölüğü ortasının başkarakullukçusu Kara Şaban gelmişti. Ocağı gibi geçmişi de netameliydi. Çorbacı Osman’la yaşıt olmasına rağmen, 1525’teki yeniçeri isyanına karıştığı için önce yoldaşlarıyla birlikte idam edilecekken, rica ile rüşvet ile kendilerini affettirmişler ama sürgün misali göz önünde dursunlar diye kaffesi 5. Ortaya gönderilmişti. Bir çoğu seferlerde baş vermiş, onlardan yadigar Kara Şaban tek kalarak ortanın başına geçmişti ama isyandan dolayı rütbesi başkarakullukçu rütbesinden öteye geçmemişti. Yeniçeri Ocağı içerisinde ne kadar netameli adam varsa, göz önünde bulunup icabında halledilebilmeleri için bu ocağa toplanmıştı. İstanbul’un en netameli adamları ve ilk kabadayıları bir şekilde bu ortayla bağlantılı işlerini yürütüyordu. Netameli olmasına rağmen, şehirde azabilmesi muhtemel adamları kontrol ettiği için yaptığı ufak tefek işlere göz yumuluyordu. Üstelik bu yükselişinde, 1523’te Kanuni’nin Yahudi sarrafların alacaklarını tahsil etmeleri karşılığında yeniçerilerin maaşlarını işletme hakkın vermesinde etkili oluşu ve bizzat Pera bölgesindeki Yahudi sarrafların eli kolu olması da etkiliydi. Cinayetin haberini ve Sultan’ın intikalini haber alır almaz adamlarıyla cinayet mahaline gelmişti.

Sultan Süleyman Han, fedailerinden tarafa dönerek:

“-Vakayı 19.orta soruşturacak. Çorbacı mesuldür. Sizi de onun yanına verdim, bu vahşeti yapanın hakkından gelmesini bilirsiniz. Katili bulursanız yakalamadan önce bana tez haber edesiniz.” Dedikten sonra, arkasına döndü. El etek öpüp el pençe divan bekleyen Başçavuş Kara Şaban’a:

“-Kostantiniyye’nin it uğursuz takımını iyi bilirsin. Karındaşlarınızın maktülünü bulmada, sen de aynı şekilde mesulsün.”

            “-Emredersiniz hünkarım!” dedi Kara Şaban Ağa başı eğik vaziyette. Sultan Süleyman Han bir hışımla geldiği gibi çıkmaz sokaktan çıkarak atına binerek solakların korumasında, muhafız alayıyla birlikte mahalleden çekildi. Çorbacı, başkarakullukçu, fedailer, 15.Bekçi ortasının ve 5.Ağa Bölüğü ortasının neferleri, yoldaşlarından arta kalanlarn çevresinde akbabalar misali dikilmekteydiler. Onların gergin bekleyişinden çekinen ahali, pencerelerinin ardına çekilerek sessizliği dinlemeye başlamışlardı.

Kara Şaban kafasını iki yana sallayıp ceset parçalarına bakarak, Pera kahvelerinde yeni türeyen nargileler yüzünden tömbeki dumanından kesikleşmiş sesiyle:

“-Cık! Cık! Cık! O kadar savaş meydanı gezdim, yetmiş iki buçuk milletten adamla cenk edip kılıç tokuşturdum, böyle vahşet görmedim. Hangi ortadan?”

            Ayı Osman:

“-Bizimkilerden. Üç kişi, bir karakullukçu iki nefer. Sayılarını yerdeki hançerlerden tespit ettik. Bir de dün gece ocaktan firar eden bir acemoğlanının peşinden gidenleri biliyorduk. Firariyi buldular mı bilmem ama ecellerini bulmuşlar.”

            Kırımlı Sinan ile Matlı Fehim ceset parçalarında arta kalanların üzerine eğilerek incelemeye başladılar. Tatar sordu:

“-Peşinden gittikleri firarinin işi olmasın?”

            “-Daha neler!” diye gürledi Kara Şaban. “Acemoğlanının teki, civelek başına iki neferiyle koca karakullukçuyu haklayacak. Hak yazdıysa bozsun cihan görmüş mü duymuş mu?” diyerek cesetleri inceleyen Tatar’a ters ters bakmaya başladı. Ayı Osman sıkıntıyla ensesini sıvazlayarak söylendi:

“-Onu bilmem ama bu iş Kostantiniyye’de ilk.”

Kara Şaban:

“-Nasıl ilk? Cinayetten bol ne var. Sen bana desdur ver ben gidip ne kadar katil varsa getireyim dikeyim karşına!”

            “-Adi cinayet değil bu. Pera’daki gemicilerin karı cinayetine, Sulukule’dekilerin mal kavgasına, Yedikule bayırındaki keşlerin birbirini kesmesine benziyor mu bir bak? Bu muhitte böyle şeyler olmazdı. Benim şehrimi tanımaz mıyım? Benden önce Mehmed Han’dan bu yana on dört bekçi çorbacısı eskitti bu sokaklar. Tam on dört! Al kaydı kuydu bizim ortada Kostantiniyye’nin Pera’nın iti uğursuzu, katili, orospusu hepsi orada. Ben böyle cinayet görmedim. On dört tanesinde o kadar isyan oldu, suikast oldu, bu boktan katliam geldi on beşincisi buldu anasını satıyım!” diye gürledi Çorbacı Osman. Bu sırada Kara Şaban ve diğer neferler, ocak dışından fedaileri gergin bakışlarla süzmekteydiler. Kara Şaban evlere bakındıktan sonra sordu:

“-Bu karakullukçu veya neferler nereden devşirildi?”

            Hem neferler hem fedailer hem de Çorbacı Osman garip bir şey görmüş gibi baktılar Kara Şaban’a. Çorbacı Osman sordu:

“-Ne alakası var?”

            “-Karakullukçu Arnavutsa veya Kafkas kabilelerinden devşirilmişse kan davası olabilir.”

            “-Gürcü, Çerkez taifesinden kul devşirilmez töredir. Bizim ortanın ekserisi Arnavut devşirmesidir. Bugüne kadar da kan davası diye bir tanesi vurulmamıştır.”

Matlı Fehim ağır Arnavut aksanıyla konuştu:

“-Arnavutlar kindar ama vardır kan davasının da toresi. Kafkas kabileleri gibi aileler arasına girmişse kan, çekilırler vadilerdeki kulelerina. Aralarında savaşırlar more. Aileler olurda başka yere giderlerse gitmezler peşinden. Arnavut memleketinde kalırlarsa ne pahasına olursa olsun bırakmazlar sağ. Olsun gerek Lek Dukakin’e ve Arnavut töresine. Olsa kin besleyen bir düşmanı, sanmam işlesın böyle cinayet.  İnsan işi gibi durmuyor be more.”

            “-Tağm üğstüne bastığnız mösyö!” sesini duyar duymaz, geldiği tarafa baktı cinayet mahalindekiler. İlginç görünümlü bir adam sokağın başında dikilmiş yeniçerileri seyrediyordu. Kahverengi kadifeden bir pelerin, mavi renkte kenarı siperlikli ve tüylü frenk serpuşu kuşanmış, baştan ayağa frenk kıyafetlerine bürünmüştü. Belinden tığ gibi uzun bir şövalye meçi sarkıyor, iki belinde gümüş hançerler parlıyor, sırtında asılı bir tatar yayı ve siyah deriden kolluklu bir çanta duruyordu. Sırtına kadar uzanan saçları, kara kuru sıfatı, karga burnunun altından fırlayan ucu ince ve kıvrık siyah bıyıklarıyla her haliyle bir Frenk’ti. Çorbacı Osman üzerine yürürken gürledi:

“-Surların içinde silah taşımak yasak birader, bu ne böyle avcı taburu gibi?”

            Frenk görünüşlü adam koynundan iki parşömen çıkardı. Parşömenlerden birinde hem Frenk dilinde hem de Osmanlıca yazılar yazılmıştı. Françe eyaletiyle yapılan ahitnameye binaen, bir Frenk paşasının Osmanlı topraklarında söz konusu şahsın gezebilmesi için kapitülasyon hükümlerince izin verdiği yazıyordu. İkincisinde ise Osmanlıca, bu kişinin Fransız konsolosluğunun güvenliğinden sorumlu olarak şehirde silahlı gezebilmesine dair verilen izniydi. O tarihlerde İstanbul’da şehirde silah taşımak yasaktı, yeniçeriler bile sur içinde hançerden gayrı silah taşımazlardı ki, kadılık iznine tabi tutulurdu silah taşıma.

Frenk parşömenleri geri alıp koynuna soktuktan sonra başıyla hafifçe kefere selamı vererek:

“-Bendeniğz Jean Jacques de Montegeu. Sizin deyiminizle Françe vilayetinden geliyoruğm. Françe Kralı’nın okültistiyim. Siz nasığl diyoğr müneccimbaşı. Ama astrologie yok, ben daha çok gizli ilimleri araştırıyoğrum. »

            Kara Şaban önce Frenk’e bakarak: “-Üfürükçü müsün lan sen?” diye sordu. Ardından Çorbacı’ya dönerek: “-Gavurun muska yazanını da ilk kez görüyorum ha!” dedi. Frenk kafasını iki yana sallayarak:

“-Hayığr mösyö! Ben biliyoğrum sizi, ne üfüğrük ne muskacı değil ben. Ben daha çok havvas ve gizli bilimleri araştırıyorum, müellif diyoğr siz. Kitaplağrı topluyor, olaylağrı inceliğyorum.”

            Çorbacı Ayı Osman dövecekmiş gibi sordu:

“-Françe elçisinin sarayında görevin varsa burada ne işin var? İşimiz gücümüz var gavur, eğlenme buralarda!”

            “-Mösyö size tam anlağtmadım pardonez mua! Venediğk balyoğsunun (elçisinin) sağrayındaydım, is janissaireslerin başına gelenler duyulduğ. Dehşeteğ düştüğnüzün farkındağyım.”

“- Bu Venedik balyosu da bize meslek bıraktıracak yakında. Sadrazam azledilse, azilden önce git haberini balyostan al. Ne tez duymuşlar?”

            Kara Şaban:

“-Öyle deme Çorbacı ağa, bir Yahudi bankerler birde bu Venedik keferesi, şehr-i Kostantiniyye’nin cümle gizli saklı işini duyarlar. Bunlarla ahbaplık eden, bir şey duymadığını iddia edemez.”

Frenk Jean:

“-Mösyöğ lafınızığ böldüğm. Kusurağ bakmayınğ ama buraya gelme nedenğim, bu yaşadığnız olayın ilginçliğidir. Kralımın verdiği yetkiğ ile cihanığ geziyor ve bir nice garip olay örneği topluyorum. Şu anda kesin bir şey söyleyemeğm ama bunu yapan şeyin insan olmadığı kesin.”

            Kırımlı Sinan cesetleri göstererek konuştu:

“-Frenk haklı Çorbacı ağa. Yara izleri hem derin hem de tırtıklı. Köpek ya da aslan dişi gibi. Sağlam kalan yerlerinde pençe izleri var. Bir de et parçaları eksilmiş. Yani bunu yapan ya bunları yemiş ya da yanında götürmüş. Hançerlerde bazı kanlı tüyler var. Keferenin dediği gibi insan işi değil. Köpeklerle saldırmış olabilirler.”

            Çorbacı Osman:

“-Birkaç kere uluma sesi duymuşlar bağrışma arasında. Ama köpek olacağını sanmam. Burası Saraçhane. Yan tarafı bizim kışlalar hemen. Bu muhitin köpekleri bizimkileri tanır. Yabancı yerden saldırma köpeği getirebilirler, Sırplar yetiştirir. Ama bu izler köpek parçalaması değil. Kurt desen burada gezinmez, Haramidere yada Istranca taraflarına bakacaksın. Kurt sürüsü olsa iz miz bulurduk, birde böyle parçalamaz. Daha büyük bir şey olmalı siz de hayvan diyorsanız.”

            Matlı Fehim:

“-Aslan, kaplan diyeceyim, ama ne gezsın Kostantiniyye’de. Ama izler olsun büyük bir şey.”

Kara Şaban:

“-Bizans dehlizlerinden fırlayıp gelen bir ejderha parçalamıştır belki. Yahu görmüyor musunuz? Bu boku kim yediyse sırf kafa karıştırmak için kasten yapmış bunları. İnsan değil diyorsunuz, hayvan değil diyorsunuz ecinniler mi gelip üç yeniçeriyi tepeledi!”

            Frenk Jean sırtındaki çantasını yere indirdikten sonra açtı. İçinden bir bez birde içi boş cam bir şişe çıkardı. Yeniçerilerden arta kalanların başına giderek baltada kalan kılları şişeye atarken, kanlı baltalardan birine beze sardı. Neferlerin ve başların garip bakışlarıyla karşılaşınca:

“-Ben çoğk yer gezdiğm mösyö. Bu olay alelade bir cinağyet değil. Beğn her türlüğ bu olayığ çözeğbilirim. Ama takdir edersiniğz ki pek çoğk yaratığk ve canavağr mevcut. Bunuğ çözmek için bu konulağrdan daha iyi anlayan biri lağzım.”

            Çorbacı Ayı Osman, çaresiz bir şekilde Kara Şaban’a ve fedailere baktı. Kara Şaban çıkışa yönelerek:

“-Sizinkiler ceset parçalarını kaldırsınlar artık. Bizde Peralı Panayot’a gidelim o zaman.”

            Çorbacı Ayı Osman:

“-Panayot kim?”

            “-Pera’nın gavurlarından. Asıl namı Vladic, Prag memleketinin simyacılarından ders almış, Cermen vilayetinin Yahudi sihiribazlarından feyz almıştır. Enigizisyon bokuna memleketinden buraya kaçmış zamanında.”

            “-Engizisyon ne lan?”

            “-Bilmiyor musun bu hani var ya Frenk vilayetlerinde bir tarikat var, cadı büyücü dediklerini ateşe verip adam yakıyorlar. Onlar işte. Burada Panayot ismini aldı bu Vladic. Pera’nın en namlı büyücüsüdür. Üfürükçüden muskacıdan farklıdır, sanatını daha iyi bilir. Frenk Jean! Sen şimdi Katoliksin, bu adam engizisyondan kaçmış, Heretik felan bozmaz değil mi seni?”

            Frank Jean aldıklarını çantasına yerleştirirken kafasını hayır manasında salladı. Çorbacı Ayı Osman, adamlarına cesetleri kaldırmasını söyledikten sonra Kara Şaban, Frenk Jean ve 5.ortanın neferleriyle çıkmaz sokaktan ayrılarak Pera’ya doğru ilerlemek için sahil tarafına doğru yürüdüler.

 

3.Peralı Panayot, Sulukuleli Kurşuncu Kör Satiye

            Cinayeti araştıran kafile kafalarında binbir soru işaretiyle karşıya geçmek üzere vakti zamanında Cebe Ali Bey’in sancağını diktiği sur kapısını geçerek o muhitin kayıkhanelerinden birine yanaştılar. Çorbacı Ayı Osman, Kara Şaban, Frenk Jean, Kırımlı Sinan ve Matlı Fehim koca kayığa bindiler. Beşinci Ortanın neferleri kıyıda kaldı. “Karşıya!” diye gürledi Kara Şaban. Ta Bizans’tan beridir ya Pera ya Karşı derlerdi ki Pera’da Bizans keferesinin lisanında karşı demekti. Julianopolis ismi ise çoktan tarih sayfalarında unutulmuştu. Gerçi Galata ismi daha yaygındı, İtalyan keferesinin taktığı isimdi, ama oranın ahalisinden ötürü yeniçeriler gibi emniyet taifesi de Pera’yı alışkanlık haline getirmişti.

Kayığa doluşmuşlardı, içlerinde tuhaf ve esrarlı olaylara dair bir emare olmasa da yine bir şeyler bulunur diye umuyorlardı. İnsan işi değilse, hayvan işi değilse cinlerin perilerin işi miydi? Kara Şaban, ocakta toyluk zamanlarında öğrettikleri Sırp lisanında Frenk’e bir şeyler sordu. Frenk cevap veremeyince onun Sırpça bilmediğine kanaat getirerek Ayı Osman’a dönerek Sırpça:

“-Frenk anlamaz. Sırpça konuş. Sence bu keferenin bu olayı çözmek için böyle çıkıp gelmesi normal midir?”

            “-Ne bileyim Şaban? Bana da tuhaf geldi. Gerçi gelmesi iyi oldu. Adam böyle işlerden anlıyor gibi.”

            “-İyide neden bizim yoldaşlarımızın derdine düştü?”

            “-Bizim münneccimbaşılar ve hüddamlar nasıl cinlerin, yıldızların, ifritlerin sırrını arıyorsa bu da onları kurcalıyor. Kendi krallarının emriyle cihanı dolaştığına göre aradığı bir şey var.”

            “-İşte birazdan öğreneceğiz. Adam normal değil. Deminden biri bizi takip eden üç kişi var. Denizci taifesinin kılıkları var ama belli uzaktan bu adamı korurlar. Keferenin cinle periyle ne işi olsun başka bir şey var kesin. Bekle hele kayık bir sislerin içine girsin!”

            Hafif sabah sisi halen kentin üzerinde asılıydı. Minareler ve evler, surlar ve kuleler, tepeler ve köşkler hafif siluetlerle seçiliyordu. Yeniçeri taifesinin devşirilmeden önce nenelerinden dinledikleri upir’li, kukudhi’li, krvopijac’lı, vrolok’lu, volkoslak’lı, stregoika’lı, bojic’li, moroi’li, nosferatu’lu, ordoğ’lu korku masalları bu sisli esrarengiz Kostantiniyye manzarasında ve şahit oldukları kanlı cinayetin hatıratında tuhaf duygular uyandırmıştı. Kayık Haliç suyunun ortasına gelip sisler dört bir yanı saranda Kara Şaban kayıkçıya durmasını söyledikten sonra kuşağından çektiği hançeri Frenk’in gırtlağına dayayarak tıslar gibi sordu:

“-Anlat bakalım kefere maksadın nedir?”

            “-Mösyöğ ne yapıyoğrsunuz? Bu şekildeğ hareğket edemezsiniz kralğın fermanı var!”

            “-Oğlum burası Haliç. Çok şerefsizi çuvala koyup taş bağlayıp bu suların dibine gönderdik. Burada ferman geçmez! Seni takip edenler kim? Neden yoldaşlarımızın katli meselesine burnunu soktun?”

            “-Oh mösyö! Bunuğ size söyleyemem bu devleğt sırrıdır!”

            “-Lan başlatma sırrına sadrazam mı seçiyorsun ne sırrı? Sen kalk cin peri davasına ta Frenk vilayetlerinden buraya gel.”

            “-Mösyöğ aradığım şey siziğ hiç ilgilendirmeğz. Bu yaptığınız yanlış! Ben kralın korumağsı altındağyım! Françe tebaasındanım!”

            “-Françe dediğine bizde vilayet diyorlar lan ne kralı ne hükümdarı. Söyle çabuk neden bu cinayetin peşine düştün!”

            “-Mösyöğ size bunuğ anlatamam benimde hayatım tehlikeğ altında! Ama sizeğ şu kadarınığ söyleyeğbilirim. Aradığım şey, sizin arkadaşlağrınızı öldüren şey olabilir. Bir canavarın peşindeğyim. Ama size anlatamam.”

            “-Ne canavarı ne yaratığı?”

            “-Bu herkezeğ anlatılağmaz. İnanmayağbilirsiniz amağ dinledikten sonrağ bir dahağ dünyaya aynı gözle bakamazsınız. Gece yatağnızağ gidemezsinizğ!”

            “-Neyin peşindesin sen? Ne canavarı ne saçmalığından bahsedersin?”

            “-Pekalağ size anlatığrım ama inanıp inanmamak sizin elinizdeğ. Françeğ kralının kızınağ bir vampiğr siz nasılğ diyor musallat oldu.”

            “-Vampiğr ne?”

            “-Görüp görebileceğiniz canavarların en korkuncu mösyöğ. Gece olunca mezarından çıkarak ölümlülerin kanlarını içen bir iblis! İlk başta kimseğler anlamadı. Boynunda yaralar vardığ. Böcek sandığlar. Sonra kabuslar ve kan kaybı başladığ mösyö. Bir gün öldü ve mezara koyduğk. Üç gece sonra oradaki nöbetçilerin saçlarığ beyazladı. Mezarından bu dünyaya ağit olmayan sesler geliyordu mösyö. Lahiti açtığımızda gördüğümüz şey prenses değildiğ mösyö. Gözlerini, sivri dişlerini, pençelerini görseydiniz kabuslarınızdan çıkmazdığ!”

            Kayıktakiler o tuhaf sabah sisinde istemsizce titrediler. Tüyleri diken diken oldu sabah ayazında. Kırımlı ağır ağır konuştu:

“-Bizim Kırım’da obur derler. Arnavutlar Kukudi derler. Hortlak, hortlak.”

Frenk:

“-Kralın kızığ vampir olduğ. Zindanda tutuluyoğ. Onu düzeltmenin tek yolu onu bu haleğ getiren vampiğri bulmak ve kafasını keseğrek külleriniğ bir suyun içinde prensese tekrar içirmek. Başkağ türlü değişmez. Tam on yıldığr onun peşindeğyim mösyöğ. Cihanığ gezdim. Başkağ canavarlar, gariplikler gördüm. Umarım peşindeğ olduğumuz şey o katildir mösyöğ. Bu biğr devlet sırrıdığr. Umağrım saklığ tutarsınız.”

            “-Niye sır peki?”

            “-Vatikan. Eğer prensesğin vampiğr olduğu öğreniliğrse rahipler onu sağ bırakmazlağr.”

            “-Ya bizi takip edenler?”

            “-Venediğk balyosunun adamlarığ. Olayığ onlardağ merağk ediyoğr benle alakalarığ yok.”

            “-Türki lisanı nerede öğrendin?”

            “-Altı yıl evvel İstanbul’ğa geldim mösyö. Ama çok kalmadım. Dört yıl önce yolum İzmir’e düştü oradağ altı ay kadar kaldığımda Rumca ile birlikte öğrendim.”

            Kara Şaban hançerini Frenk’in gırtlağından çekerek sustu. Eliyle kürekçiye yola devam etmesini belirtti. Kürek suda şıpırdarken, sis gözlerini bulandırmışken her birinin sağdan soldan işittiği hortlak hikayeleri akıllarına üşüştü. Balkan seferlerinin birinde dinledikleri Canik sipahilerinden Reşit Ağa’nın Eflak ecinnilerinden bir kızın peşine düşüp kayıplara karışması, kırk gün sonra Ordu-yu Hümayun seferden dönerken bir grup akıncının beti benzi atmış bir şekilde sipahiyi kanlı kefenle Erdel (Transilvanya) ormanlarında gördüklerine yemin etmelerini düşündü Kara Şaban. Ayı Osman’ın aklına Macar Seferi sırasında bir dağ yolunda denk geldikleri kara suretli yıkık şato düştü. Dağ çingeneleri orada geceleri ecinnilerin ışıklar yakıp şarkılar söylediklerine yeminler etmişlerdi korkunç hikayelerini anlatırken. Kırımlı Sinan’ın aklına düşmüştü, Akmescit’in köylerinden birine musallata olan, sevdiği kızı dağa kaldıran uğursuz bir obur hikayesi. Köyün ihtiyar imamı oburun kızın cesedini dişleyerek kanını çektiğini, kızın naaşını mezarlıkta bulduklarını anlatmıştı gözlerinin önünde. Matlı Fehim’in aklına düştü Bosna sancağının delilerini bile korkudan yüzgeri eden Bojik cadısının öyküsü. Cadının kellesini almaya gitmiş ama ormandan çıkan cadının okuyup üflemesiyle atları çıldırmış kendi gözlerinin feri kaybolmuş o koca yiğitlerin ağlaşmalarını anımsadı.

Her birinin aklında birbirinden korkunç ve uğursuz hikayelerle, dibi yosunlu üstü baykuşlu Pera surlarının dibinde rıhtıma yanaştılar. Kara Şaban’ın bir iki mangırı kayıkçıya bırakmasından sonra rıhtıma çıkarak Pera’ya girdiler. Denizcilerin, hamalların, kürekçilerin, tüccarların, ayyaşların, keşlerin, dilencilerin, fahişelerin ve hırsız uğursuz takımının aralarından sıyrılarak Galata kulesinin dibindeki surlara doğru yürüdüler. Kulenin dibindeki surlardan birine bitişik durur gibi, Cenevizlilerden kalma iki katlı ahşap bir binanın bahçesinden içeri girdiler. Kara Şaban evin kapına varır varmaz evi sarsarcasına kapıyı yumrukladı. Bir süre sonra kapı hafif aralandı. Kapıyı açan karşısında iki yeniçeri amiriyle, üç silahlı tipi görünce kapı ardına kadar aralandı. Kıvırcık saçlı, köse sayılabilecek denli tüysüz suratlı beyaz suratlı ince yapılı Peralı Panayot, Frenk’in göğsündeki Katolik haçını görür görmez korkuyla diz çökerek yalvarmaya başladı:

“-Sonunda buldular demek? Lütfen beni bu engizisyonzuya teslim etmeyin ağalar, vergimi öderim, kimsenin tavuğuna kis demem ben!”

            Kara Şaban şaşkınlıkla sordu:

“-Ne oldu be adam betin benzin attı ne engizisyoncusu?”

            “-Yanındakini görmezsin vre? Boynunda istavrozla durur?”

            “-Hay Allah iyiliğini vermesin şaşkın gavur kalk ayağa kalk! Ne engizisyonu, Françe kralının bendelerindendir.”

            Panayot ayağa kalkarken:

“-Oh efharisto poli! Bende böyle silahli, silahli görünze engizisyonzu sandım vre!”

            “-Tabi Panayot tabi. Koca Vatikan işi gücü bıraktı, Papa hazretlerinin gönlü soğusun diye ta anasının nikahından engizisyoncu gönderdi. Fesupanallah! İşimiz düştü be adam çekilde geçelim, kapıyı ardımızdan kapat fevkalade mühim bir iştir.”

            “-Basimin üstüne vre paşamu, gesin içeri!”

            Panayot’un çekilmesiyle birlikte önce fedailer ardından yeniçeri amirleri girdiler içeri. Frenk Jean girmeden Panayot’a bakarak sordu:

“-Mösyöğ sizin Prag’dan geldiğinizi söylediğler. Ama siz Grekler gibi konuşuyorsuğnuz?

            “-Beyimu benim aile Türklerin buraya geldiği sene kaçmis, ta Prag’a yerleşmiş. Simyacidir babam, alşimi elixir ustasidir. Bizim ailede hep böyle konustuk. Engizisyon cadı diye yakazakti beni kastim geri dönüp buraya yerleştim.”

            “-Sormayığn mösyöğ kralın koruması olmasa beni de yakağrlar! Ben değ occultistim mösyöğ. Prag’a gittim zamağnında. Simyağ biliriğm ben.”

            “-Katalava. Prag’ta kabalacilari tanirsin o zaman. Loew Ben Bezalel’i tanir misin?”

            “-Tanığmam mı mösyöğ! Ama kitaplarından tanığrım. Şağnını çok duydum. Kilden bir golem yapan kişiymiş, tüm mistiğkler öyle diyoğr.”

            “-Doğri diyorlar vre, ben gözlerimle görmüşümdür heyula gibi bir sey.”

            Kara Şaban kapıdan kafasını uzatarak gürledi:

“-Avrat gezmesindeymiş gibi kapı önünde dedikodu yapacağınıza içeri geçin içeri!”

            İki gizli ilim meraklısı bu uyarıyla irkilerek içeriye girdiler. Duvarlar raflarla, kalan boşluklar envai çeşit gavur işi masalarla sehpalarla doluydu. Üstlerinde tip tip kavanozlar, hendese ve cebir aletleri, feylesofların kullandığı cinsten edevat, müneccimlerin kullandığı bir nice çeşit usturlab, kum saati, güneş saati ve sair tuhaf cihaz, bitki ot parçaları, kök parçaları, formül kazınmış duvarlar ve tuhaf ecinnilerin resmedildiği kağıtlarla, acayip ve gizli ilimlere ait korkulu büyü kitaplarından cinlerin isimlerinin yazıldığı davet kitaplarına bir nice sihirbazlık edevatıyla doluydu. Kazanlar ve imbikler fokurduyor, şişeler içinde renk renk sıvılar duruyor, bazı şişelerde ve kafeslerde canlı hayvanlar korkulu gözlerle gelen ziyaretçilere bakıyordu. Envai çeşit cam kapların içinde türlü çeşit, yılanlar, akrepler, çıyanlar, her nevi mahlukat, böcekler, su dolu kaplarda kıskaçlı kollu püsküllü deniz mahlukları dolanıyordu. Evin görülmedik kısımlarında da kafes içinde baykuşlar, maymunlar, insana, hortlaklara, cinlere ve deniz kızlarına ait mumyalar, bir nice bulunmuş tılsımat ve sihirli eşya bekleşiyordu. Frenk Jean şaşkınlıkla sordu:

“-Osmanlı’da büyüğ yasak değil?”

            Panayot:

“-Efendimu yasak değildir ama günahi vardir derler. Ama saray ahalisinden, konaklardan ve hanelerden büyü bozmaya, kısmet açmaya çağiranlar vardir, üfürenler muskaziler vardir. Ben simya ilmini bilirim, onlarin isine karismam.”

            “-Günah ama yasğak değil?”

            Kara Şaban:

“-Bizde işler başkadır Frenk. İbadette kabahatte gizlidir. Vergini verdikçe, padişaha isyan etmedikçe, yaramaz işlere sapmadıkça, kafanı yerden kaldırmadıkça kimseye ilişmezler. Ha birde rüşvet var. Bu kefere bizimkilere haracını eksik göndersin, mezardan ceset yürütür diye tuttuğum gibi Galata’daki Frenk kilisesinin avlusuna atarım, cadı diye yakarlar. Değil mi Panayot?”

            “-Neler diyorsun pasamu ne rüşveti? Koruma için veririz, it kopuktan yoksa ne rüsveti ne hirsizliği efaristo pasamu.”

            Kırımlı Sinan:

“-Saraya çok üfürükçü girip çıkar. Seni hiç görmedim ama namını duymuşluğum var.”

            “-Ah vre pasamu demek saray halkindansiniz? Demin ki rüşvet müsvet konusmalarımiz sizi yaniltmasin vre! Koruma üzreti.”

            “-Simyacıyım dedin. Altın yapabiliyor musun?”

            Kara Şaban:

“-Ohoo bir altın yapar değme Yahudi tüccar anlayamaz. Ama yeminli hem de ipi bana bağlı. İstanbul’da bu işi en iyi yapabilen o ve deneme amaçlı başka yapmaz, yapamaz. Piyasayı bozdu diye Yahudi tüccarlar bunu yaşatmaz. Bir de devlet açısından sahte akçe yasak malumunuz.”

            Ayı Osman bir anda gürledi:

“-Çene çalmayı bırakın da meseleyi soruşturalım!”

            Panayot:

“-Emredin pasamu, emredin!”

            “-Saraçhane cinayetinden haberin var mı?”

            “-Sabaha karsi bizim karsida oturan Mois’in evine gelen bir adam söyledi bir seyler, paramparça edilmis bir sürü insan naaşi bulunmus. Ama o kadar gerisini duyamadim.”

            “-İki nefer bir amir üç yeniçeri öldürüldü. Cesetler paramparça edilmiş. İnsan işi değil dediler. Bu Frenkte sizin meslektenmiş, kendisi söyledi. Bu işin ustasına danışmak gerek dedi, sana geldik. Bu nice canavarın işidir?”

            “-Ah efendimu anladim. Hep bu merakli komsularimin laf sıkarmasi. Efendimu bir laf sıkarmisler neymis ben evimin kömürlüğünde canavar saklarmisim. Vre malaka kendim zor siğiyorum birde koynuma ejderha mi alazayim?”

            “-Ateş olmayan yerden duman tütmez derler sen yine de bir bakın kömürlükten kaçan çıkan olmuş mu diye.”

            “-Pasamu inan ki ben canavar felan beslemem, kocakarilerin uydurmasidir. Kömürlükte sadece bir kac insan mumyasi var o kadar. Bir de ecinnilerle deniz kızlarinin mumyaları bir iki tane, öyle canavar felan yok. Olanda çoktan ölmüstür kale.”

            “-Ceset yürütüyormuşsun yasak değil midir? Belki canlı insan etine ihtiyaç duydun?”

            “-Pasamu Saban Ağamu sadece latife yapmistir. Ben simyaciyim, benim isim madenle mumya ile ne isim olur cesetle, nekromansi üstadi miyim ben vre? Ama zehirden yaradan anlarim pasamu.”

            “-Kostantiniyye’de büyük, üç yeniçeriyi parçalayabilecek denli vahşi cinsten bir mahlukat bulunur mu?”

            “-Vre pasamu Kostantiniyye’de canavar eski dönemlerde varmis ama artik pek kalmadi. En son Ahirkapi civarında, babamlar kuşatma zamani büyük bir ejderha görmüşler, dev bir yilan kafasinda horoz ibiği varmis. Ondan kelli görmemişler. Ama ilim sahipleri derki pasamu Kostantiniyye’nin altında dev dehlizlerde vardir.”

            Kara Şaban:

“-Ben biliyorum. Upuzun dehlizler. Bir ucu bizim sarayın altındaki Rum kayserinin sarayının dehlizlerine, bir ucu Ayasofya’ya, Molla Zeyrek Camii’ne Fatih Camii’ne uzanan dehlizler. Adalarla Sarıyar’a kadar uzandığı rivayet edilir. Kadim dönemde isyanlarda kafir krallarıyla melikleri saklanırlarmış. Bizim gençlikte isyan ettiğimiz zaman bazı katipler Ayasofya’nın altından Yerebatan sarnıcına geçerek birkaç gece saklanmışlar onlardan duymuştum.”

            “-Ohi vre pasamu benim bahsettiğim Kostantantin ve Rum kayserliği dönemindeki dehlizler değildir. Kostantiniyye’nin en diplerinde, arzin merkezine dek uzanan dev tüneller ve yeraltı sehirleri vardir. Gören yokur ama anlatilir, insan elinden çikmadıği belli dev kapilar, sütunlar vardir derler. Sehrin cümle yaratiği, hortlaği, cadisi, büyücüsi o yeraltı sehrinde yasarlar vre pasamu. Daha da gerisini bilmem, görmedim. Canavar ararsaniz oradadır. Yeryüzünde gezinenlerden, okidiğim kitaplarda bildiğim, tek insan parsalayabilezek yaratik çöl gulyabanisidir. O da Kostantiniyye’de gezmez.”

            “-Biz kurt veya köpek olarak tahmin ettik. Aslan bile olabilir. Frenk bazı kalıntılar getirdi. Biri insan parçasına benzemeyen bir tutam tüy. Birde yaratığın kanı diye tahmin ettiğimiz kanlı bir balta.”

            Frenk Jean çantasına aldığı emanetleri çıkartarak Panayot Usta’ya bıraktı. Esrarlı işlerin piri olan Panayot onları masalarından birine dikkatlice koyduktan sonra raflara uzandı. Ufak bir cam şişenin içine birkaç kutudan birkaç farklı sıvı ekledi. Karıştırdıktan sonra tüylerden bir parçayı içine atıp tekrar karıştırdı. Alnını buluşturdu:

“-Koyulasiyor. Koyulastiğina göre bu hayvana aittir vre. İnsan tüyüne benzemeor. Simdi bir de kana bakazağiz.”

            Panayot elindeki şişeyi masaya bıraktıktan sonra raflara uzanarak kafes içinde bekler irice bir yarasa indirdi. Kapağını açarak baltayı kafesin içine uzattı. Yarasanın diliyle bir süre sonra kanı yaladığını gördüler. Hayvan bir süre sonra kudurmuş gibi çırpınmaya başladı kafesin içinde. Panayot güç bela kafesin kapağını kapatarak rafların üstüne kaldırdı. Sonra diğerlerine dönerek:

“-Sok garip vre pasamu! Yaratik koklayip yaladiğine göre insan kanidir. Ama tadina bakinca delirmiştir. Bu korkulu bir canavar olduğuna işarettir kale!”

            Kara Şaban gürledi:

“-Ulan koca koca adamlar anlayamadı afedersin kıç kadar yarasa mı çözdü olayı?”

            “-Pasamu bu normal yarasa değildir vre. İnsana saldirir vampir yarasa derler ben buni ta Yeni Dünya’dan getirttim kale. Ama bende anlamadım pasamu. Hem hayvan hem insan kani tasiyorsa bu kesin hortlak olmalidir.”

            Frenk Jean:

“-Mösyöğ bende ondan şüpheleniyoğrum. Çok köy gördüğm vampiğr yada hortlağk saldırmış ama hiç birindeğ parçalamağ göğrmedim!”

            “-Normaldir pasamu, hortlak dedim ama hortlak kismi et yemeor ki adam parsalasin! Süphelendiğiniz birisi var mi? Bu yeniçeriler bir civeleğin pesindelermis diye duydum vre kasmis odalardan!”

            Ayı Osman:

“-Kaçan hala kayıp o olabilir. Hastalıklı bir şey. Aldea mı Valdea mı ne adı. Eflak’ın dağlarından gelmiş bir oğlan. Yaşı geçkindi Türk’e de veremedik. Köle pazarına geri koyacaktık. Kaçtı birden bu onlarda peşine düştü, akçe eder diye. Gidiş o gidiş.”

            “-Pasamu ben simyaciyim. Canavardan hortlaktan pek anlamam. Her türlü ilaci bilirim ancak.”

            “-Mösyöğ bir şey sorağcaktım. Birisini vampiğr yahut hortlağk ısırdığında o kişide hortlak oldu ise nasğıl düzğeltilebilir sağlığına kavuğşur?”

            “-İki yoli vardir pasamu. Ya oni öldiren vampirin kalbini yakip küllerini bir suda isireceksin o kişiye. Ya da kalbine kaziği sakacaksin kurtulus yoktir vre.”

            Frenk’in suratında belli belirsiz bir hüzün gölgesi oluştu. Yeniçeri amirlerinin dikkatinden kaçmadı bu ruh halinin değişimi. Panayot Usta diğerlerine bakarak:

“-Bu kasan pensik oglaninde bir maraz olmali. Bu ise ruhlar karisir artik. Tüyleri ve baltayi alin. Buradan doğruca Sulukule’ye gidesiniz. Orada Kursuncu Kör Satiye vardir, selamimi söylersiniz. Böyle esrarli seyleri iyi bilir.”

            Kara Şaban:

“-Allah o yoldaşlarımızı parçalayan canavarın canını alsın, tahtalara gelsin inşallah! Kaynanasının ağzını bağlamaya çalışan yeni gelin gibi kocakarıların falcıların eline kaldık. Sağ yakalarsam, and olsun ben bu iblise etek giydirir Kasımpaşa çayırında oynatır karşısına geçip alem yaparım!”

Ayı Osman, Kara Şaban, Matlı Fehim, Kırımlı Sinan ve Frenk Jean Panayot’un evinden çıkarak bu kez yokuş aşağı geldikleri sahile doğru yürümeye başladılar. Şaban usulca Frenk’in yanına sokularak sordu:

“-Senin bize anlatmadığın şeyler var Frenk söyle bana. Bak sen bize yardımcı oluyorsun bizde sana yardım ederiz. Buraya geldiğine göre aradığın bir şey var. Bu şehir benim sayılır. Sen hikayeni anlat ben sana aradığını bulayım.”

            “-Şaban aga canınızı sıkmağk için anlatmadığm. Şimdiğ işler vardır. İşler bitsin, durulup oturduğumuzdağ anlağtırım.”

            Kara Şaban sadece sırıtmakla karşılık verdi. İçinden kendi kendine konuştu: “Ulan Frenk sen istediğin kadar sus. Ben seni bir içki sofrasına oturturum. Dayadıkça rakıyı açılırsın kefere!”

            Cinayeti araştıran kafile sahile vardıktan sonra koca kayıkla sisler arasında yeniden İstanbul yakasına geçti. Saraçhane üzerinden asırlık Meşe Yolu’na saparak Sulukule semtinin yolunu tuttular. Halkı ta Rum kayserleri döneminden beridir bu civarda meskun bulunan Romanlar’dı. Rivayet oydu ki, asırlar evvel Hind diyarından gelen Romanlar büyü ve sihirle uğraştıkları için kara surlarının dışında bu mevkiiye yerleştirilmişlerdi. Fetihten sonra da bir kısım Roman dışarıdan gelerek bu mevkiiye yerleşmişlerdi. İşte Panayot’un verdiği tarife bu yüzden gönülden inanıyorlardı. Bu karışık meseleyi çözebilmelerinde yardımcı olabilecek, esrar aleminin kapılarını aralayabilecek birileri varsa namları sarayı tutmuş Roman bakıcıları ve falcıları olmalıydı.

Sulukule’ye yaklaştıkça belli başlı değişiklikler gözlerine çarptı. Çeşitli dönemlerden kalma, renkli, alacalı bulacalı irili ufaklı ahşap evler ve kulübelerle bitişik bahçeler vardı. Kah sepet ören, kah kalay satan bir iki tane de ayı tutan bir sürü esnaf vardı. Kalanlar ise çalgıcı takımından kimselerdi. İçlerinde mehteran kıyafeti giymiş, kösler ve zurnalarla genç mehteranları talim eden kimseler vardı. Çoğunluğu darbukalarla, def ve zillerle, zurnalarla neşeli havalar çalıyor, kimi bu havanın demine uyarak çabuk adımlarla hora tepiyor, göbek atıyordu. Her tipten her cinsten adem geliyor gidiyordu, sokaklardan geçiyordu. Ama bunlar şehrin sonradan sur içi kısmında inşa edilen yakasındaki Sulukule’ydi. Panayot’un tarifine göre Kurşuncu Kör Satiye surların ötesinde kalan ve gayri müslim Kıptilerin yaşadığı Eski Sulukule’deydi. Sulukule’nin yanındaki geniş kapıları geçtikten sonra bambaşka bir dünyaya adım attılar. Bizans döneminden kalma eğri büğrü kulübeler ve bazı ahşap binalar vardı. Diğer mahalleye göre daha karanlık ve kasvetli bir görüntüsü vardı. Bazı çalgıcı ve elekçi esnafı gelip gidiyordu ama sokakların genelinde köşe başlarında oturup tekinsiz bakışlarla yeniçerileri kesen gençler hakim gibiydi. Kara Şaban:

“-Bunlar eski Sulukule ahalisi. Fetihten beridir pek uyuşmazlar sur içiyle. Kimseye gözlerinizi dikip bakmayın, pek tehlikeden çekinmezler!”

            Panayot’un tarifine göre yolun köşesinde üç katlı, ahşap daracık kule benzeri, ufak bahçesi olan bir evde oturmaktaydı. Bir müddet ilerledikten sonra tarife uyan bir yapı gördüler. İki taraftaki binalara yaslanmış, upuzun kule gibi, Bizans yadigarı çöktü çökecek bir binaydı. Çalılarla kaplı, demir parmaklıklı ufak bir bahçesi de vardı. Kapının önüne geldikten sonra Kara Şaban neredeyse yıkacakmış gibi yumrukladı kapıyı. Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla kendiliğinden açıldığında ardında kimseyi göremediler. Her biri kendi lisanlarında içinden birbiri ardına dualar okudu. Evin yukarı katlarından boğuk ve ihtiyar bir ses geldi:

“-Yukarı çıkasınız! Yukarı!”

            Ayı Osman, Kara Şaban, Kırımlı Sinan, Matlı Fehim ve Frenk Jean ihtiyatlı bir şekilde tozlu merdivenleri adım atıp kapıyı arkalarından kapattılar. Merdivenlerin en tepesinde tavan arasına açıldığını tahmin ettikleri bir odaya girdiler. Yarı karanlık odada bir köşede dev anası benzeri, kara suretli ihtiyar bir kadın oturmaktaydı. Duvarlarında tuhaf yazı ve resimlerin çizilmiş olduğu, kadının oturduğu döşekle yanındaki sandıktan başka bir eşyası olmayan ürkütücü bir odaydı. Kadın oldukça yaşlı görünüyor, dağınık beyaz saçları başörtüsünün altından zemine kadar uzanıyor, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir tuhaf duruyordu. Koca çakır gözleriyle adeta etrafa nazar okları saçıyordu. Kalın boğumlu parmaklarında bakırdan gümüşten envai çeşit yüzük, üstünde bir sürü deli işi düğme, incik boncuk asılıydı. Tek gözü bembeyazdı ki lakabı buradan gelirdi. İhtiyar kadın:

“-Sabah sülediler bana, gelecek kapına ‘ükümet adamları diye. Duğru sülerlermiş ‘er zaman ki gibi!”

            Frenk Jean saf bir şekilde Kara Şaban’a dönerek sordu:

“-Mösyöğ Şağban, ben anlamadığm madama geleceğimizi kimler söyleğmiş?”

            “-Fazla deşeleme Frenk, iyi saatte olsunlar söylemiştir. Panayot usta gönderdi bizi ana.”

            Kurşuncu Kör Satiye:

“-Galatalı simyacı olanı mı dersin?”

            “-O işte. Belki seninkiler söylemiştir, sabaha karşı Saraçhane’de bir cinayet vuku buldu.”

            “-Ta’min etmeliydim. Şehre gelen musibetin dokundukları. Bir yerde kan döküldü, musibet kan döktü dediler ama göremedim. Benim görebileceğim şeylerin sınırı vardır. Yaşım geçmiş yüzü. Sultan Mehmed şehri aldığında geldim arabalan kondum surların dibine. Sordu bana “Şehir ne zaman düşecek” diye, dedim “Senin torunların çıkıp sattığında”. O zamanlar genç kız idim.  O gün bugündür buracıkta fal bakarım, bana söylerler ben size anlatırım.”

            “-Ana biz o musibeti arıyoruz. Sana bir im, bir işaret getirdik. Frenk, musibetin tüylerini ver hadi.”

            Frenk ihtiyar kadına çantasından çıkardığı tüyleri uzatır uzatmaz kadın ihtiyatla aldığı tüyleri avcunda sıkı sıkı tuttu. Yanındaki eskimiş ceviz ağacından sandığı açarak içinden orta boyda bir örtü çıkardı. Bu yamalı alacalı bulacalı örtüyü tam önünde yere açıp serdikten sonra sandıktan orta boy bir bakır çömlek çıkardı. Çömleğin içindeki bakla, pirinç, kırıntı, kemik, zincir, yılan dişi, kıl tüy, incik boncuk, eski para, iğne ve bir sürü zımbırtının bulunduğu şeyi bir anda örtüye gelişi güzel fırlatarak bakla falını açtı. Sonrada avucundaki tüyleri yığına gelişi güzel fırlattı. Gören tek gözünün karardığını gören, ötelerden gelen fısıltıları işiten yeniçeriler, fedailer ve frenk tüylerinin diken diken olduğunu hissettiler.

Kurşuncu Kör Satiye uzun tırnaklı, kalın boğumlu parmaklarını örtünün üzerine gezdirerek konuşmaya başladı:

“-Bir süre önce gelmiş… Getirmişler onu, ellerinde zincir varımış… Musibet kaçmış, aramışlar, bulduklarında eceli görmüşler… Musibet çok azgın… Musibet çok öfkeli… Musibet saklanıyor… Kendisi gibi olanları yanına çekmeyi bekler… Musibeti şimdi gördüm…”

            Frenk Jean atıldı:

“-Hortlağk?”

            “-Bu değil ‘ortlak. Buna eskiler adamcıl kurt derler. Kurtadam bu.”

            Kara Şaban:

“-İn midir cin midir?”

            Kurşuncu Kör Satiye:

“-Aslı insandır. Ama bu bir çeşit musibettir, lanettir. Der ki ya bir ulu kişinin bedduasını alan ya’ut başka bir kurtadamın ısırmasıyla lanet ona geçer. Kalbi temiz, namazında niyazında biri bile dolunay zamanı bu lanetin tesiriyle yarı kurt yarı insan bu acayip mahluka dönüşür. Bunlar insan etine aç mezarlık gulyabanilerine benzerler ve sürü gezerler. Buraya getirdiğiniz kişi daha önceden ısırılmış ve lanet ona sirayet etmiş. Onu ısıran ise en güçlülerinden biriymiş. Kurt postuna bürünebilen, ecinni soyundan bir sihirbazın ısırmasıyla bu hale gelmiş.”

            “-Peki nerede bulabiliriz?”

            “-Önce gümüş silahlar bulacaksınız. Bunlara sarımsak süreceksiniz. Sonra geceyi bekleyeceksiniz. Yeditepe’nin birinden acayip, dehşetli bir uluma gelecek. Tüm adamcıl kurtlar onu takip edecek. Sesin kaynağını bulursanız o musibetide bulursunuz.”

            Kırımlı Sinan:

“-İşimiz iş. Sultan’a nasıl anlatacağız. İnanmayacaktır kesin, kurtadam desek ecinni desek bizi Edirne tımarhanesine gönderir!”

            Kurşuncu Kör Satiye:

“-Sultan’a büyük dedesinin Eflak seferini hatırlatın. Deyin ki o seferden yadigar silahlarla yeniden ihtiyacımız var o zaman size inanacaktır.”

            Satiye örtünün içindekileri toplamaya başlarken Kara Şaban adet olduğu üzere birkaç mangırı yaşlı kadının önüne bıraktı. Cinayetin sırrını araştıranlar dışarı çıktıklarında, hala etkisini sürdüren sisin kasvetinde mezarlık gulyabanilerinin ve kurda dönüşenlerin tuhaf gerçekliğini bilmenin huzursuzluğunda yollarına devam ettiler. Yolda giderken Frenk Jean:

“-Benim aradığım canavağr çıkmadığ mösyö. Ama bu şehirdeğ biliyoğrum. Sizeğ katığlamayacağım için üzgünüm.”

            Kara Şaban yolda giden iki yeniçeriyi çağırdıktan sonra Fren Jean’a:

“-Hiçbir yere gidemezsin!”

            “-Mösyöğ bu ne demek oluğyor?”

            “-Frenk! Bizimle sabahtan beri taban tepiyorsun. Seni gözüm hiç tutmadı. Alın bunu  silahlarına el koyun, kimseye görünmeden bizim odaların zindanlarından birine kapatın. Şu işler bitsin gelip bizzat sorguya çekeceğim!”

            “-Mösyöğ silahlarımı almağyın, istediğiniz yereğ kapağtın ama bunuğ yapmayın! Hayağtım söz konusuğ!”

            “-Senin gibileri çok gördük. Dediğimi yapın götürün bunu!”

Yoldan geçen iki yeniçeri daha tutuklama olayına iştirak etti. Silahlarını ve tılsımlı dediği eşyalarını alarak Frenk’in çantasına tıktıktan sonra, ellerini arkadan bağlayıp kafasına çuval geçirdikten sonra, Frenk Jean’ı hızlı bir şekilde Saraçhane’ne yönüne doğru sürüklemeye başladılar. Yeniçeri amirleri ve fedailer ise saraya doğru yollarına devam ettiler.

5. Sultan’ın Gümüş Yatağanları

            Kanuni Sultan Süleyman Han, önünde el pençe divan bekleyen kullarının söylediklerini dinledikten sonra ağzından çıkan ilk cümle, fedaileri ve yeniçerileri bir hayli şaşırtmıştı:

“-Cazu karı, benim ecdadımın gizli cebehanesini nereden biliyor?”

            Ayı Osman olayı araştıranların başında geldiği için gözünü yerden kaldırmadan konuştu:

“-Haşmetlü ve devletlü hünkarım! Kurşuncu cazuyu gözümüzle gördük kendisi yüz yaşı aşkındır. Genç kızlığımda cennetmekan Sultan Mehmed Han-ı Sani’yi gördüm demişti. Şu meşhur kehaneti söyleyen falcı kendisiymiş.”

            “-Şehri Kostantiniyye’de her falcı kadın buna binaen yaşını büyük gösterir, benim çocukluğumda da vardı bunlardan, falcı kadın benim diye ortada dolaşırlardı. Fatih’in gördüğü kadın yaşlı bir kocakarıymış derler. Yine de bana tuhaf gelen Fatih Han’ın cebehanesi’ni bilmesi. Rahmetli ceddim fi tarihinde Eflak seferine çıktığında gümüşten yapılma kılıçlara ve zırhlara gerek duymuş, bazı akıncılara özel yaptırmış. Nedenini bilmiyorum ama o silahlar ve cebehane halen saklanmaktadır. Yirmi takım kadar var. Bu iş çok uzamadan halletmeliyiz. Bana on beş adam getirin. Beş yeniçeri, beş Arnavut kullarımdan beş de Tatar kullarımdan. Birde biz beşimiz. Tam yirmi cengaver o iblislerin başını tepeleyip kökünü kurutacağız!”

            Fedailer ve yeniçeriler hep bir ağızdan “Emir sultanımızındır!” dedikten sonra Kanuni’nin verdiği desturla arz odasından ayrıldılar. Ayı Osman’la Kara Şaban sarayın dışında görev yapan yeniçerilerden beş tanesini yanlarına aldılar. Matlı Fehim sarayın bostancılar ocağına giderek bekçilikte mahir zebellah timsali Arnavutluktan devşirilme beş bostancıyı yanına aldı. Kırımlı Sinan, Kırım hanlarının Sultan’a gönderdiği maiyyet askerlerinden olan hem ok çeker hem kılıç sallar beş Nogay çerisini yanına aldı. Beraberindekilerle sultanın arz odasına girip el pençe divan durdular. Sultan’ın emriyle gizli mahzenden çıkarılan göğüs zırhları, miğfer, kalkan ve çeşitli sayılarda ok ucu, kılıç, hançer, gürz, topuz, balta olarak yapılmış gümüşten silahları çıkartarak bunları yeniden elden geçirtti. Akşama doğru avluda bostancılarla birlikte yemek yiyen bu takım, yine sultanın emriyle silahlarını ve cebelerini kuşandıktan sonra Bab’üs-Saade kapısının önünde beklemeye başladılar. Hava karardığında eli meşaleli çeriler sokaklara dağıldı. Uluma sesi ne yandan gelirse haber vereceklerdi. Sultan ve beraberindeki on dokuz kişi sarayın en yağız atlarına binerek, sultanın ardı sıra saraydan çıktılar. Çoluk çocuk tüm İstanbul ahalisi ve dedikoduları duyup Galata ve Cadıköyü’nden gelenler çoktan yollara dökülmüş, evlerin pencerelerine yayılmışlardı. Dolunayın göğe yükseldiği sırada neferler pür dikkat geceye kulak kesildi.

Gecenin karanlığında duydukları tüyleri diken diken eden, uğursuz bir uluma sesi altlarındaki atları neredeyse çıldırtacaktı. Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvana ait olmayan, yabancı ve korkutucu bir ses Kostantiniyye sokaklarından yankılanıyordu. Kendilerini son anda toparlayan yiğitler, seslerin geldiği yere doğru koşan meşaleli yeniçerilerin ardından Saraçhane yönünde doğru at sürdüler padişahın ardından. Onlar dört nala ilerlerken, İstanbul ahalisi ağızlarında dualarla bekleşiyordu. Şehrin başka noktalarında aynı uğursuz tonlamalarda ulumalar başlamıştı. Mahalle köpekleri kulak tırmalayan seslerle uluyor, atlar oldukları yerde tepinerek ahır kapılarını toynaklarıyla dövüp delice kişniyor, tımarhanelerdeki deliler daha da çıldırmış bir halde kendilerini duvardan duvara vuruyorlardı.

Saraçhane’ye giden yokuşlardan birinin başında Sultan ve beraberindekileri canavarı görmüştü. Siyah suretli, kıllı tüylü, uzun pençeli ve sivri dişli, ateş kızılı gözlü bir tuhaf hilkat garibesiydi. Sultan’ın emri üzerine atlardan inen yiğitler kenarlarda korkuyla bekleşen yeniçerilere gemleri verdikten sonra silahlanarak saf oluşturdular. Kurtadam denilen acayip mahlukun etrafında birkaç tane daha kendi gibi yaratık toplanmıştı ama hiç biri onun kadar iri ve korkutucu değildi. Sultan’ın emriyle oku olanlar yaratıkları oklamaya başladılar. Gümüş uçlu oklar ejderha zehri gibi ıslık çalarak birkaç kurtadamın derisini delerek zayi ettiler. Acıdan deliren kurtadamlar, önderleriyle birlikte gümüş zırhlı çerilerin üstüne atıldılar. Kılıçlarını çeken yiğitler, naralar savurarak içlerindeki korkuya rağmen gümüşten yapılma tılsımlı silahların verdiği güvenle onları karşıladılar. Gümüşe dokunan yahut darbesini alan yaratıklar, dumanlar çıkararak ve uluyarak yere düştüler. Yere düşüp ölenler eski haline dönüşüyordu ki her biri esnaf yahut garibandan kimselerdi. Onları gören ahali kendi hallerine şükrederek durumlarına şaştılar. Kurtadamların en azılısı gümüş kalkanlara rağmen vurduğunu yere yıkıyor, zerre darbe almıyordu. Kara Şaban Ağa erlerden birinden kaptığı gümüş mızrağı mahlukun tam sırtından saplayarak duvara doğru mıhlamaya muvaffak oldu. Kırımlı Sinan gümüşten bir kılıçla yaratığın kollarından birini kesince yaratık o acıyla yürek titreten iğrenç bir tıslama saldı ortalığa. Acıdan kudurmuş bir halde mızraktan kurtularak üç ayağı üzerinde surlara doğru kaçmaya başladı. Kırımlı Sinan okçu Nogay erlerine oklarını çekmelerini emredince yaratık sırtından giren üç beş gümüş uçlu okla yaralandı. Ayı Osman elindeki gümüş uçlu baltayı koşarak yaratığın kafasına indirerek boydan yaydı. Kalan kurtadamlar liderlerinin düşmesiyle birlikte korkuya kapılarak ahalinin gözü önünde surlara kaçtılar. Sultan Süleyman Han peşinde çerileriyle peşlerine düşerek bir iki tanesini zayi eyledi. Kalanlar surlardan aşağı atlayarak gözden kayboldular. Kurtadamlarının başının cesedini yeniçeri odalarının girişinde bir ağaca alınan öçlerinin bir işareti olarak astılar. Sultan cesur adamlarına ihsanlarına bulunduktan sonra, daha sonra yine gerekir diye gümüş cebeleri ve silahları sarayın odacılarına teslim ettiler.

Olaylarda sonra sabaha doğru Kara Şaban Ağa’nın aklına Frenk Jean geldi. Sanki onu rüyasında korkulu bir düşte görmüştü. Yerinden kalkar kalkmaz giyinip adamlarına Frenk Jean’ı emrettiğini söyledi. Yeniçeri neferleri süklüm püklüm Frenk Jean’ı kollarından bağlı olduğu halde Kara Şaban’ın huzuruna getirdiler. Kara Şaban Frenk’e kendilerinden sakladığı olayı sordu. Eğer söylemezse Frenk Jean’ı öldürteceğini söyleyerek tehdit etti. Frenk Jean gerçeği söyleyemeyeceğini, anlattığı halde ona zaten inanmayacaklarını söyledi.

“-Şaban aga! Sanağ anlağtırım, ama ya inanmazsın yahut bu gerçek karşısındağ kafayığ yersin!”

            Kurtadamların başına mızrak saplamış Kara Şaban oturduğu yerde kurumlanarak hiçbir şeyden korkmadığını söyledi. Frenk Jean Kara Şaban’ın isteği üzerine çantasının getirilmesini söyledi. Yüzünde sinsi bir sırıtma vardı. Kara Şaban işkillenmesine rağmen çantayı istetti.

Frenk Jean çantayı açtıktan sonra içinden orta boyda bakırdan bir kutu çıkardı. Sonra anlatmaya başladı:

“-Mösyöğ kralınğ kızı hikayesiğ uyduğmadır. Ama aramızdağ kalmasınığ temenniğ ediğyorum! Zaten anlatanızda kimse inanmağz! Ben hayağtın ve ölümğün sığrlarının peşindeğyim! Büyü ve tılsım adınağ dünyadağ ne varsa arağştırıyorum. Üzerindeğ çalıştığım büyülerden biri için bir malzeme eksiktiğ. O yüzden bir kurtadam aradığm. Canlığ bir kuğrtadam! Onun taze kanığ işimeğ yarayacaktığ. Aradığımı buldumda, o kanlığ baltayı benden alamadığnız. Çantama koyağrken bu kutudaki şeye verdiğm.”

            “-Bizden niye sakladın, hangi felaketin peşindesin?”

            “-Soylulardan birinin kızığ hortlağk olmuştu eskiden. Ölümsüzlüğü arayan ben bunu isteğdim ama çok güçsüzdüğ. Balkan hikayeleriğ duydum. Kurtadam kanı içen vampirin güçlü olacağı söylenirdiğ. Bu kutudağ bir vampiğrin ruhu var, hortlağk, yarasağ kılığında. Beni serbest bırakın, bu büyüyü başka yerdeğ yapayığm size zarar gelmesin!”

            “-Hortlak gördük mü bir ağızdan dua okuruz helak olursun!”

            Ağa sözünü tamamlayamadan Frenk kutuyu açarak içindeki pis kokulu yeşil sıvıyı bir dikişte içti. Yeniçerilerin şaşkın bakışları altında adamın küçülüp ufaldığını gördüler. Elbiselerinin içinde kaybolacak denli ufalmıştı. Şaban ağa bu olay karşısında hayretini gizleyemedi. Yanlış büyü sonucu yok olduğuna kanaat getirerek eşyaları ve elbiseleriyle birlikte cellat mezadına götürüp satabileceklerini söyledi. Yeniçerilerin kapışıp dışarıya götürdükleri arasında fark etmedikleri şey elbise yığının arasından fırlayarak tavan döşemelerindeki yarıklardan birine gizlenen ufak bir yarasaydı. Kızıl gözleri ateş gibi parlayan yarasa, kana olan susuzluğunu dindirmek için geceyi beklemek zorunda olduğunu biliyordu.

Rivayet edilir ki, o tarihten itibaren Kostantiniyye’de pek az kurtadam gördüler. Ama yine Balkan köylülerinden bir söylenti yayıldı. Ölen kurtadamlarının vampir olarak hortladıklarını söylüyorlardı. Kışlalar civarında insanlara musallat olan kan emen bir varlığın hikayesini buna dayandırıyorlardı ve Şaban Ağa’nın “Bizim Frenk bizi atlattı vampir olup hortladı teres!” sözlerini hiç anlayamayacaklardı.

SON

Mehmet Berk Yaltırık

15 Eylül 2011 – İstanbul


Görsel: Kerem Beyit

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Mehmet Berk YALTIRIK

19 Temmuz 1987'de Adana/Ceyhan'da doğdum. İlköğretim (2002) ve lise (2005) eğitimini Özel Edirne Beykent Koleji'nde tamamladım. 2010'da Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldum. Aynı üniversitede, Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bağlı Tarih Anabilim Dalı'nda Genel Türk Tarihi alanında yüksek lisans eğitimi almaktayım. Çocukluğumdan beri kaleme aldığım yazıları sonradan öyküleştirmeye ve düzenlemeye başladım. Yüzüklerin Efendisi, Ravenloft, Dracula gibi batı örneklerinin yanı sıra doğu fantastiğine, meddah öykülerine, Arap-İran ve Türk masallarına, şahnamelere, hannamelere, peygamberlerden hükümdarlara, halk menkıbelerine gezindim. Yüzüklerin Efendisi'ni ve ardından Şehnameyi okuduğum 2001 yazı kırılma noktasıydı. 1995'ten beri çizdiklerimi ve yazdıklarımı toparlamaya başladım 2005'e doğru. 2006 yılından itibaren korku edebiyatı ve halk inançlarıyla ilgili bazı inceleme yazılarım ve makalelerim Frpnet sitesinde yayınlandı. 2009 yılında "Dokuzuncu Tamu" adıyla açtığım blogum da kara mizah içerikli deneme yazılarımı ve öykülerimi yazmaya başladım. (Blogcudakini kapatarak bloggerda yine "son gulyabaninin yeri" adıyla bir başka bloga taşıdım.) 2010 yılından itibaren Gölge E-Dergi'de ve Kayıp Rıhtım sitesinde korku hikayeleri yazmaya başladım. Korku öyküleri ve denemelerin yanı sıra, tiyatro oyunları, kısa film ve skeç senaryoları yazmaktayım. Tarihsel ve fantastik unsurların bulunduğu, "sword and sorcery" gibi "yatağan ve efsun" türünden hikayeler yazmaktayım.

21 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da