Bilimkurgu Ön Okuma İnceleme Ön Okuma

Ön Okuma: “Parçalanmış Yansımalar” – Şeyda Aydın

Parçalanmış Yansımalar
Diğer Evren Serisi 3. Kitap

Yazar: Şeyda Aydın
Sayfa Sayısı : 354
İkinci Adam Yayınları – 2019

Yıl 2042… Siberpunk bir distopya evreninde en merhametsiz zamanlar hiç kuşkusuz; totaliter rejimin, kıtlığın, devasa şehirlerin, kötüye kullanılan teknolojinin devri… İç savaşlardan sonra her şey; sınıfsal-ırksal-cinsel ayrımlardan, tecavüzcü katillerden, adaletsiz bir düzenden, aslında daha çok bir karmaşadan ibarettir. İşte bu evrenin en katı ülkesinde hayat mücadelesi veren genç kadınlardan biri olan Astrid Elo’nun diğerlerinden farkıysa; birkaç yıl önce hafızasını yitirmiş, ailesi dahi zihninden silinmiş yalnız bir kadın olmasıdır. Yaşanılacak dile dökülmez dehşet bir olay üzerine hayatına peş peşe girecek olan insanlar ve varlıklar ile kim olduğuna, hatta ne olduğuna dair hafızasından silinen şoke edici geçmişine doğru doğaüstü bir kapı aralanacaktır.

Parçalanmış Yansımalar; sıra dışı anti-kahramanlar, tüyler ürpertici cinayetler, iç içe geçmiş hikâyeler, efsanevi aşklar, akıl almaz alternatif evrenler ve İskandinav mitolojisi gibi derin öğeleri içine alarak bilim kurgu edebiyatı ile fantastik edebiyatı özgünce harmanlayıp, romantizm ve polisiyeyi de içine katarak, 1980’lerin bilimkurgu atmosferinde tekinsiz ama heyecanlı bir yolculuk sunuyor size.

Ayrıca roman, tiksindirici bir katilin peşine düşürüyor sizi; bir ucu yeryüzü adaleti, diğer ucu gökyüzü adaleti olan bir teraziye koyuyor kalplerinizi ve soruyor size, bu terazinin hangi tarafında sizinki?

Ön Okuma

(Yazardan Özel Notlar)

Parçalanmış Yansımalar’da, yani üçüncü romanımda, ilk iki romana kıyasla daha sert, daha acımasız bir hikâye kurguladım. Ancak yine de tüm evreni aşkıyla değiştiren bir tanrıçadan bahsediliyor, kendisi İskandinav mitolojisinde yasak aşkların tanrıçası Lofn’dur aslında. Fakat benim kendi kurgumda, hafızasını kaybetmiş, aklı karışık bir kadın olarak Astrid benliğiyle (Güzel Tanrıça demek) başlıyor hikâye. Astrid, 3.bölge diye anılan ötekilerin bölgesinde yaşayan genç bir kadın. Motosiklet tamir ederek, motosiklet yarışlarına katılarak kazanıyor hayatını. Astrid totaliter rejimi sorgulayan isyankâr da bir kadın. Yasaklara karşı öfkeli…

Gerçekte kim olduğunu bilmiyor, aslında o bir tanrıça, ama bundan haberi yok. Çünkü dünya tam olarak var olmadan önce bir tanrıçanın(Lofn) âşık olduğu diğer tanrıçanın(Freya) kendisini terk etmesiyle ve akan gözyaşlarıyla yeryüzünde homofobi diye bir algının var olduğu anlatılıyor işin özüne bakılırsa. Lofn’u terk eden Tanrıça Freya ise hem savaşı, hem cinselliği hem de aşkı simgeleyen hedonist bir tanrıçadır. Bu sebeple evrenin geleceği savaşlardan, yozlaşmaktan öteye gidememiş, distopik bir gelecek var olmuştur. Gelecekte, siberpunk bir evrende ikisi birden insan siluetinde var olduktan sonra iki kadının birbirlerini yeniden bularak kavuşmaları da evrendeki tabuları yıkıyor, yasakları kaldırıyor. Mesela roman kapağında bir detay var.

Bilindiği gibi ters üçgen; kadını, kalbi, tanrıçayı, siberpunk bir geleceği simgeler, bu sebeple kapağında ters üçgen olan üçüncü romanın kapak tasarımı tamamıyla kendime ait. Ben; tüm evrendeki şiddetin aşk ve sevgiyle, empati kurarak yıkılabileceğine inanıyorum. Bu da post-humazimdeki pasif direnişçiye göndermedir.

Bu konuda Ursula Le Guin’in “Bir devrim yapmak için şiddete gerek yok,” savına yaslanarak yazdım roman finalini.

Tüm bunlar yüzünden, Parçalanmış Yansımalar bana göre daha sarsıcı ve daha siberpunk bir roman oldu, yazarken zorlandığım taraflar vardı; özellikle pedofil bir katilin varlığını, onu yakalama çabası içinde olan birbirine âşık iki kadını, adaletin dengesizliğini, kanunların hiçbir işe yaramayan yanlarıyla insanların çaresizliğini, şiddeti şiddetle önlemeye çalışan anti-kahramanları anlatmam gerekiyordu. Yasak aşklar olarak sayılan eşcinsel aşklar da cabası… Ki bu durumu, feminist distopya yazarı Margaret Atwood da romanlarında eleştirmişti.

Bunlara ek olarak en önemli ayrıntı; üçüncü romanın, aslında Diğer Evrendeki Kadın romanında geçen distopik ANTERO ülkesinin daha da beter hale gelmiş geleceğini anlatmasıdır. 2038 yılında Antero’da devrim olmuş, adı VALMUNDUR olmuştur. İşte burada, Tanrıça Freya’yı bir dedektif olarak var ettim. Yani, üçüncü romanda başkahraman olan iki âşık kadının, Astrid ve Freya’nın -her ne kadar hırçın bir habitatta mücadele etseler de- ellerini kirletmelerine izin vermedim, veremedim, bu yüzden ilahi adalet kavramını doğaüstü varlıklarla uygulamaktan başka çarem yoktu. Bunu da doğa ana tasviri olan, aynı zamanda kendini fizik ve matematik olarak tanımlayan, Kuzgun Muninn ile mümkün kıldım.

Ayrıca Tanrıça Lofn(Astrid) ilahi bir devrim yaparken, savaşmadan, şiddet uygulamadan o devrimi gerçekleştirmeliydi, bu nedenle tanrısal dokunuşunu yaparak bilinçleri değiştirmekte buldu çareyi. Bu, aynı zamanda sevdiği kadına(Freya) hediyesiydi. Akıl hastaneleri eşcinsellerle; hapishaneleri sanatçılarla dolup taşan yozlaşmış bir evrende devrim yapmak sonuçta mümkün değildi. Ayrıca dokuz rakamının sürekli romanda geçip durması, mitolojide evrenin dokuz diyardan oluşmasına önemli bir atıftır. (Bunu ilk romanda hastane odasının numarası olarak da kullandım.)

Tecavüz edilip öldürülmüş çocukların toplamda dokuz can olması, iki kadının uyanışını, evreni kurtarma planına dâhil oluşlarını, kurgunun dönüm noktasını işaret etmektedir. Bilhassa Filip Ranta adındaki 9 yaşındaki çocuğun ölümü, Astrid(Lofn) karakterinin içindeki çocuğun ölümünü, insanın kalbindeki iyiliğe inancını yitirmesini simgelemektedir. Filip’in hem kalbi yerinden çıkarılmış, hem de başı gövdesinden ayrılmıştır katili tarafından. Bu iki şeye işaret ediyor, yozlaşan dünyada insanın ne aklı yerindedir, ne de sevgiye inanan bir kalbi vardır. Filip’in başına gelenler yüzünden, Astrid karakterinin Dedektif Freya karakteri ile yolları kesişir. Böylece, eril bir siberpunk evrende iki kadının -yasaklara rağmen- hikâyenin merkezine oturan aşklarıyla yükselişi ortaya konmuştur. Muninn tanrısının da (mother earth) doğa ana olduğu burada artık açıkça belirtiliyor, hatta dile geliyor. Ayrıca burada, bilhassa Freya tanrıçası yüceltiliyor, çünkü işin özüne, mitolojinin köklerine bakıldığında, tanrı Odin ile eşdeğerdir Freya, ancak popüler kültürde baba figürünün yüceltilmesiyle maalesef ki unutturuldu bu önemli ayrıntı.

Ayrıca Astrid adlı kahramanın, daha sonra gün yüzüne çıkacak olan güçleriyle birlikte alternatif evrenler arasında seyahat edebilen bir tanrıça olmasını anlaması ve burada yaptığı ani manevra, Ursula Le Guin’in Omelas’ı Bırakıp Gidenler kısa öyküsüne bir atıftır.

Nihayetinde, final romanı olarak, 2042 yılına yaraşır biçimde, salt bir siberpunk eser çıktı ortaya. Hem anti kahramanları, hem doğaüstü varlıkları, hem de bilimkurgusal detaylarıyla, hakkını vererek yaptı kapanışı. Kısaca, Parçalanmış Yansımalar romanı, yazım dilimin sonunda oturmasına ve kemikleşmesine sebep oldu.

Üç roman da, ileriki günlerde, Türkiye’nin ilk feminist ve queer ütopik-distopik bilimkurgu serisi olarak ABD’deki akademik bilimkurgu konferanslarında tanıtılacaktır. -Şeyda Aydın

PARÇALANMIŞ YANSIMALAR
BÖLÜM 1
Astrid

Yasaklar vardı; o yasaklardan başka da bir şey yoktu. En değerli şeylerdi yasak olanlar; mesela dilediğine âşık olmaktı içlerinden biri. Asıl yasak olması gerekenlerse umursanmazdı; mesela birini kaçırmak, öldürmek, doğayı katletmek; çocuklara, kadınlara, hayvanlara işkence etmek…

Yasaklar vardı, şiddet vardı, kan vardı, savaş vardı, açlık vardı, çığlık vardı; başka da bir şey yoktu. Şu an bir kamera önünde bekleyen ben, bunları düşünüyorum, nasıl bu hâle geldiğimizi… Neyse sonuçta az sonra kendi türüme; insana ve tüm dünyaya tecavüz edenlere karşı savaşacağım, hem de elimdeki en büyük silahla. Kimse elimdekinin ne olduğunu bilmiyor; bildikleri sadece bir şeyler yapmaya çalıştığım… Benim bildiğimse; diğerleri ile birlikte beklediğim gri binanın dışında, yani tüm ülkede, hatta dünya üzerinde az sonra kıyametin kopacağı…

Doğa ananın haklı öfkesi yüzünden olacak bu. Öylesine demiyorum, dışarıda gerçekten kıyamet kopacak; bir devir kapanacak, bir devir başlayacak; insanların bilerek fütursuzca kirlettiği, neredeyse çoğunu yok ettiği toprakların beton dökülmüş zemini üzerinde intikamını sonunda alacak doğa ana, onları başka bir şeye dönüştürerek hem de.

Ben ve yanımdakiler; yalnızca parası olanın gelişmiş teknolojisinden yararlanabildiği siber bir şehrin, kalplerinde iyileşmeyen karanlık yara lekeleri olan çocuklarıyız. Ayakta dikiliyoruz, on üç kişiyiz. Ve ben, en güvendiğim insanın tam karşısındayım kamera önünde; uzun boyumun taşıdığı omuzlarım üzerine konmuş kuzgunun tüyleri saçlarım kadar siyah ve parlak; ondan ilham alarak yaptırdığım sırtımı boylu boyunca kaplayan kuzgun dövmesi de cabası…

Korkuyor muyum? Hayır, kim olduğumu öğrendiğimden beri yeni bir dünya yaratmak adına epey cesurum. Ben kim miyim? Bu lanetli topraklarda Astrid Elo derler bana. Tabii ki sadece bu isimden ibaret değilim. 24 yaşını bitirmek üzere olan bir kadının yaşayabileceğinden fazlasına kendi gözlerimle şahit oldum; tecavüz edilip öldürülen kadınlar, çocuklar, hayvanlar, köprülere asılan yanmış cesetler, kanla yıkanan caddeler, büyümeden kesilen ağaçlar, sona gelen bir dünya…

Ancak tüm bunlardan ibaret olmadığımı da kısa zaman önce öğrendim; benim hikâyem asla anlatılmamış bir hikâye. Her şeyin başlangıcından geriye doğru neler olduysa, evrenler arası akılalmaz iki aşığın mucizesinden kopup, onların dejavularını yaşayarak buralara kadar gelmiş olanım; iki evrenin bağlayıcı parçası ve bu dünya için gizemli olanım. Şu an olduğum ve dönüştüğüm şey her neyse, bu olmak için doğdum ben; öncü olmak, değiştirmek, geldiğim ulu toprakların manifestolarıyla devrim yapmak için… Bu evrende bilindiği üzere benim adım Astrid fakat iki adım daha var ve hikâyemi kalpleri gerçekten saf olanlar anlayabilir ancak.

Evet, artık hazırız, başlıyoruz. Bu devrim ilk önce senin için Filip, senin için ve diğer küçükler için… Gerçek devrimler çocuklar içindir; gelecek içindir; o devrimleri yapanlar, ancak ve ancak geleceği düşünen gerçek öncülerse, işte o zaman başarılı olurlar. Beni oradan duyuyor musun çocuk?

Beş Ay Önce

2042 yılının temmuz ayına gelindiğinde, 2038 yılının ağustos ayındaki o sinsi savaşın yapıldığı zamanların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmişti. Savaş öncesi 183 milyondu ülke nüfusu; oysa şimdi o koca ülke parçalar hâlinde üç ayrı ülkeydi; ülkecikler şeklindeydi. Bu üç ülkenin sınırları utançla çizilmişti; çünkü insanların ırk ve renklerine göre birbirlerinden ayrılarak belirlenmişti. Bunlardan en büyük ve en güçlü olanı beyaz tenlilerinkiydi; o da son yıllarda ayağa kalkmaya çalışsa da kıtlık ve suç oranı eskisine göre daha çok artmıştı.

Balıkların sularında nefes alamadığı kirlenmiş bir denize kıyısı olan, güneşin sevmediği bu gri ülke; çökük binaları, her anlamda bitik hasta insanlarıyla artık daha da karanlık bir yer olmuştu. Değişen ve yerine daha kötüsü gelen devlet görevlilerinin yeni kanunlarıyla ülkenin eski adını anmak bile yasaklanmış; zaten karanlığı başından yutarak patlamış olan o eski ülke tarihe gömülmüş, yalnızca açık tenlilerin yaşamasına izin verilen bu gri ülkenin yeni adı Valmundur olmuştu.

Yine 2038 yılında gökyüzünden sinsice fırlatılan bombalar yüzünden 52 milyonluk şehir nüfusundan geriye sadece 34 milyonunun hayatta kalabildiği yeni adıyla Osmo olan başkentti burası. Her şehrin bir sesi vardı elbet, Osmo’nunki; demirin demire gelişi güzel vurulmasıyla yankılanan metalik seslere eşlik eden dinsel bir koro gibi kesinlikle iç titreten bir sesti; endüstriyel, karanlık, uğultulu, cızırtılı…

İnsanın aklını alan karanlık bir atmosferden, metalden, betondan, neonlardan, hologramlardan ibaretti Osmo şehri. Yeşilin küstüğü, etrafını kirli hava, kurak arazi ve bataklıkların sardığı, nefes alamayan Osmo’da, enine boyuna uzanan grili siyahlı müthiş devasa gökdelenler, sanki fütüristik geleceğin karanlık kale surlarıymış gibi sayısızca yükseliyor, onların üzerindeyse bozuk neon ışıklarından oluşan dev reklam tabelaları göğe doğru uzanıyordu. Cadde ve ara sokaklarda devletin güya kamu spotu olan hologram yayınlarının yanı sıra; silindirik şekilli, yapay zekâlı, gümüş renkli gözcü dronelar insanları gözetlemek için yirmi dört saat arı gibi çalışarak ara vermeden uçuyordu havada.

Eski insanların gelecekte bir gün uçan arabalara binip özgürce uçtuğunu hayal ettiği o gelecek tasviri yoktu burada. Uçan arabalar vardı tabii ki ama sadece askeri amaçlar için vardı. Hava sahasını şahsi araçlara, halka serbest bırakmanın güvenlik açıkları nedeniyle riskli olacağını, ekstra güvenlik önlemlerini beraberinde getireceğini düşünüyorlardı; bu yüzden diğerlerine; sivillere yasaktı uçmak, tıpkı özgürlük kelimesinin yasak oluşu gibi.

Ülke geneline bakıldığında; Valmundur ülkesindeki insanların belki de tek iyi özelliği, moda anlayışlarının pek kötü olmamasıydı kuşkusuz; rüküş punk tipler dışındakiler, dekolteli, seksi, asimetrik kıyafetler giyerler; saçlarını düz ve belirgin hatlarda kestirirler; makyajlarını koyu ve net yaparlardı. Ülkenin tam adı aslında Valmundur Cumhuriyeti diye geçiyor; ülkeyi parçalara ayıran diktatör devlet başkanı Unnar Valmundur’dan alıyordu adını, ama yönetilme şekline ve onun üzerinde yayılırcasına oturana bakılırsa buraya cumhuriyet demeye milyon şahit lazımdı. Ağzı, gözü, kulağı, hatta kalbi sansürlü koca bir halk öylesine yaşardı bu ülkede.

Başkanın doğruları neyse onlar doğruydu, Başkanın inandıkları neyse onlara inanmak zorunluydu. Eşcinsellik, transseksüellik gibi yönelimlerin katiyetle akıl hastalığı sayıldığı, evlilik dışı çocuk yapmanın istisnasız suç görüldüğü, kadının önemsenmediği bu baskıcı ülkede, yalnızca parası olanın sözünün dinlendiği aynı ırk ve ten rengine mensup bu insanlar, kendi içlerinde bile birkaç gruba ayrılırdı statü ve sınıf olarak. Sokaklardaki evsiz grupları dışarıda tutarak Başkent Osmo sakinlerinin besin piramidi mercek altında incelendiğinde; o besin piramidinin en tepesindekiler etçil yırtıcılar olan zenginlerdi şüphesiz; teknolojinin son nimetlerinden olabildiğince yararlanan, paralarını hunharca gençleşme ilaçlarına ve eğlence zevklerine harcayan, vurdumduymaz, hedonist tüketim grubunu oluşturuyorlardı.

Gerçek sanata, edebiyata kafaları pek basmaz, bu eksikliklerini de paralarıyla örterlerdi; anca yiyip, içip, eğlenmeyi, tatil yapmayı bilirlerdi amaçsızca. Bunların içinde tabii ki kirli işlerle uğraşan zenginler de vardı elbette; ülkede, hatta dünyada işlenen ve işlenecek tüm suçların organizatörüydüler -ki zaten çoğu, devletin ileri gelenlerindendi; buna şaşırmak yersizdi. Birinci bölge olarak anılan, şehrin en yüksek tepelerindeki her köşesinde korumaların cirit attığı bölgede, yüksek duvarlı bahçeler içindeki villalarda otururlardı. Onların altında devlet için çalışan, yarı otçul yarı etçil ikincil tüketici sınıfı memurlar vardı; orta seviyede ve kendi hâllerindeydiler, en alt gruba göre daha rahat hayatları vardı. İkinci bölge diye anılan, şehrin içindeki mahallelerde çok katlı binaların dairelerinde yaşarlardı.

En alt grup ise; bu iki grubun zevk ve sefasına hizmet eden hiç de azımsanmayacak nüfus yoğunluğundaki üretici sınıfı mensubu otçul işçilerdi. Kazandıkları para sadece gündelik ihtiyaçlarına yeterdi; lüks teknolojik ürünlerden, sağlık hizmetlerinden yararlanamazlar, eski moda ve ikinci el eşyalarla yaşarlardı. Onlar da, üçüncü bölge diye anılan şehrin en kuytu köşesinde, bir diğer tabirle şehrin arka bahçesindeki bakımsız mahallelerde, çok katlı eski binalarda küçücük dairelerde otururlardı. Bu en alt grup da kendi içinde ikiye ayrılırdı; birinci grup yırtıcıydı; suç işleyerek, uyuşturucu ve kadın satarak, kaçakçılık ve kabadayılık yaparak para kazananlardı; onlara sorsan başka çareleri yoktu ama başka çaresi olanlar vardı elbette. Bu da ikinci gruptu; karınca grubu…

Ülkedeki insanların eğlencesine, ihtiyaçlarına hizmet ederek para kazanan insanlardı. Bu üçüncü grubun ikincisi içindeydi Astrid Elo; eğlence ve hizmet sektöründe kendini pislikten uzak tutarak var olma savaşında, kendi hâlinde işçi bir karınca gibiydi.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Şeyda Aydın ile Röportaj – Kayıp Dünya için bir yanıt yazın İptal