Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Kurbağa Adası” – Selim Erdoğan

Kurbağa Adası
Bir İstanbul Distopyası

Yazar: Selim Erdoğan
Sayfa Sayısı : 312
İthaki Yayınları – Ekim 2019

Hayatın, elimizi tuttuğu ilk günden son güne kadar yanımızda olduğunu fark etmeyiz çoğu zaman. O bizim, ağrımadığı sürece kıymetini bilmediğimiz uzvumuz, ayrıldığımızda ardından ağladığımız sevgilimiz, doya doya sarılmadığımız için pişman olduğumuz anne babamız… Peki, onun elimizi bırakacağını hissettiğimiz zaman ne yapacağız?

Kurbağa Adası, adım adım yaklaşan bir felaketin ve bu felaketin tam ortasında kalan bir ailenin romanı. Selim Erdoğan, yarattığı atmosfer ve kanlı canlı karakterlerle ne kadar mahir bir yazar olduğunu gösteriyor bu romanında. Büyük İstanbul Depremi’nin çoktan yaşandığı, sıcaklıkların dayanılamayacak derecelere ulaştığı, kum fırtınalarının şehri mütemadiyen kamçıladığı ve demografik yapının bütünüyle değiştiği bir gelecekte geçen baş döndürücü bir İstanbul distopyası.

“Neden inatla dünyanın sonunun gelmesini bekliyorsunuz? Yani sen ve senin gibiler! Sanki bunu istiyorsunuz. Bir şey olsa da aldığınız pahalı oyuncakları kullansanız. Elektrik olmasa da nükleer tencereni çalıştırsan! Birileri evini yağmalamaya kalksa da lazer topunu onlara çevirsen! Güvenlik robotun şok tabancasını ateşlese! Haberleşme uyduları yansa da uzun mesafe telsizlerini kullanmak için fırsat olsa. Neden? Dünyanın kötüye gittiği falan yok. Yatakta ölme düşüncesini sıkıcı bulduğunuz için göktaşı felaketi peşinde koşuyorsunuz. Belki de ölürken herkesin sizinle gelmesini istiyorsunuz. Arkada canlı ve eğlenen bir dünya kalmasın.”

Ön Okuma

1

Değişiklik hissinin nedeni sessizlikti. Bu yüzden iyi uyumuş olmalıydı. Uzun süredir ilk defa kendini dinç hissediyordu. Rüzgârı duymaya çalıştı. Hafif bir hışırtı mı vardı yoksa duyduğu psikolojik bir iç ses miydi? Karısını uyandırmamak için sessizce giyindi. Sibel, bazen erken kalkar, kahvaltısını hazırlardı ama o, şimdi ne bunu ne de maske takması gerektiğini duymak istiyordu. Maske aklına gelir gelmez ağzını eliyle kapayarak iki kere öksürdü. Yatak odasından salondaki açık mutfağa seğirtti. Bütün o tüp trenlere, şeffaflığını iyice kaybetmiş, yer yer çatlamış ya da yarılmış bir tür plastikle kaplı, eski seraları çağrıştıran yürüyen merdivenlere, camları açılmayan ofislere zor katlanıyordu. Maske, açık havadan yalıtılmış olmanın verdiği rahatsızlığı ikiye katlıyordu. Camları kırmak, naylonları yırtmak elinde değildi ama maskeyi takmayabilirdi.

Havadaki bilmem kaç milimetreden büyük parçacık sayısı onu ilgilendirmiyordu. Astıma ya da diğer akciğer hastalıklarına yakalanacağına inanmıyordu. Bazıları o parçacıkların kanser yaptığını söylüyordu. Kişisel sağlık danışmanına ya da sağlık bültenlerine inanacak olsaydı evden hiç çıkmaması, su yapıcısından elde edilenden hariç hiç su içmemesi (En azından manyetik filtreli pahalı bir su temizleyici modelinden geçirmeden) gerekecekti. Raftaki hazır kahvaltı karışımı kutularından ilk eline geleni aldı. Kuru meyveyi ve konsantre yoğurt parçacıklarını bir kaba boşalttı. Üzerlerine toz krema ekledi. Su yapıcısından su doldurup karıştırdı. Krema, karışıma çekici bir kıvam verdi. Masaya oturup iştahla yemeye başladı. Sibel bundan yemez, Mina’ya da yedirmezdi. Butik çiftliklerden, şık kutular içinde genetik mühendisliği ürünü sebze meyve konsantreleri, dondurulmuş balık, midye, kalamar, insekta çubukları*, kinoa ezmesiyle tanınmış bir iki gıda laboratuvarından sentetik kırmızı et ve tereyağı getirtirdi.

*İnsekta Çubuğu; Altıbacaklı omurgasız sınıfı canlılardan elde edilen protein çubukları. 21. Yüzyıl ortalarında yaşanan Büyük Gıda Krizi’nden çıkışın anahtarlarından biri olmuştur.

Sağlık otoritelerine göre, yediği kahvaltı karışımı da diğer endüstriyel hazır yemekler de aslında çöptü. En azından onlarca çeşit vitamin ve mineral tabletiyle desteklenmesi gerekiyordu. Bu otoritelere göre bu tür şeylerin tüketilmesini gerektirecek tek neden temel yeme içgüdüsünü tatmin etmek ve sindirim sisteminin kendini bırakmamasını sağlamaktı. Geriye Sibel’in pahalı çiftlik ve laboratuar ürünleri ile deniz yosunundan elde edilmiş tatsız tuzsuz şeyler kalıyordu. Çevrelerindeki ucuz semtlerde yaşayanlar dâhil milyonlarca insanın temel gıdası yosun bazlı yiyeceklerdi. İçkilerini bile yosundan yaptıkları söyleniyordu. İyodin zehirlenmesinin yaygınlığı ile ilgili haberler okumuştu ve sorumlu yosun gibi görünüyordu. Sibel’e göre sadece iyodin zehirlenmesi değil, birçok kanser ve diğer sindirim sistemi, karaciğer hastalıklarının kökeninde de bu kontrolsüz yosun ürünleri tüketimi yatıyordu. Çiftlik yosunu biraz daha güvenilirdi.

Ne tüketirlerse tüketsinler vitamin tabletleri diyetlerine bir yerden girerdi. Karısı olmasa o tabletlerden hiç almazdı. Şirket propagandalarının korkuyu körüklediğini düşünüyordu. Ama Sibel, vitamin ve mineralleri yine de içeceklerine karıştırarak ya da yemeklere katarak ona verirdi. Sibel, o bültenleri fazla önemsiyordu. Belki de haklıydı ama Ozan, butik çiftlik ürünlerine, sentetik etlere neden güvensindi? Onları kim denetliyordu?

Kahvaltı artıklarını çöpe yolladı. Çıkmadan Alpin marka maskesini yanına aldı. Sibel, kahvaltısına çok karışmasa da maske konusunda ısrarcıydı. Bu markayı kendinden üç yaş büyük erkek kardeşi üretiyordu. Nevit, her görüşmelerinde onlu iki paket maske verirdi. Bir maske bir hafta kadar kullanılabiliyordu. Takmasa da yanına alması akşam Sibel’in söylenmesini engellerdi. Maskesini takmasa da koruyucu aşısını yaptırırdı. Ölümcül salgınların ne zaman nereden başlayacağı belli olmuyordu. İstatistiksel bilgi yeterince sağlıklı olmasa da bazı dalgaların çok yıkıcı olabildiğini biliyordu.

En büyük korkusu ise Mina’nın hastalanmasıydı. Kızının odasına göz atmak için kapıdan döndü. Sıcak bir şefkat duygusu endişeyle karışarak içine doldu. Bir süre yedi yaşındaki kızını seyretti.  Odanın zemininde eski temizlik otomatı duruyordu. Yassı gri gövdesinin üzerine çıkartmalar yapıştırılmış, ön tarafına turuncu bir kalemden çıkmış çocukça harflerle Robi yazılmıştı. Mina, yenisi alınınca bunun atılmasına izin vermemiş, onu kişisel robotu yapmıştı. Sibel, otomat için eğlenceli programlar bulmuştu. Eski temizlik otomatı şimdi müziğe tepki verip ritmik hareketler yapabiliyor, yüksek manevra gücüyle kendi çevresinde fırıl fırıl dönebiliyor, sadece kızının sesli komutlarını yerine getiriyordu. İşin ilginci Ozan da artık onu hurda bir temizlik otomatı gibi görmüyordu. Tamir edilemeyecek ölçüde bozulursa herhalde kızı kadar üzülürdü.

Karısının yatakta döndüğünü duydu. Koridoru geçip daire kapısını açarak sessizce dışarı, kare prizma binanın iç avlusuna bakan koridora çıktı. Yirminci kat koridorunun korkuluğundan avluya baktı. Buraya ilk taşındıklarında binayı çok etkileyici bulmuşlardı.

Dikdörtgen piramit mimari aerodinamikti. Her yıl biraz daha şiddetleniyormuş gibi hissedilen rüzgârların etkisini azaltıyordu. Kesik tepede büyük hareketli aynalar güneşi yelken gibi izliyor, günün büyük bölümünde içeri gün ışığı yansıtıyordu.  Her dairenin bir cephesi piramidin dışına, diğer cephesiyse içine bakıyordu. Sibel, havuzlu avluya bakan cepheyi çok sevmişti. Dış taraftaki kademeli teraslara ise bayılmıştı. Daire girişlerinin olduğu iç cephedeki koridorlardan iç boşluğa, ortadaki havuza ve asansör kulelerine bakmak hem güven hem de her nasılsa sonsuzluk duygusu uyandırıyordu. Proje mimarı belki de böyle bir etki yaratmak istemiş, başarılı da olmuştu. Büyük avlunun ortasındaki havuzda oynayan çocuklar mutluydu. Yaşadıkları siteyi oluşturan ikiz binalarda kendilerininki gibi yüzlerce aile vardı. Bir zamanlar bu ailelerden üçünü yakın arkadaşları ve çocukları oluşturuyordu. Aslında buraya taşınmalarının nedenlerinden biri de buydu.

Site on yıllıktı. Ama son yıllarda her şey çok hızlı eskiyor gibiydi. Yukarıdaki hareketli aynalar son iki yıldır batı yönünde sabitti.  Bu yüzden sabah saatlerinde işe yaramıyor, dik durmaları gereken öğle saatlerinde gölgeleri havuzu örtüyordu. Tuttuğu krom alaşımlı çelik trabzanın önceden kırmızı olan boyası yer yer dökülmüş, zamanla ton değiştirmişti. Havuz son iki yıldır su yokluğu nedeniyle doldurulmamıştı. Yine de mavi renkli zeminde yosunlar biriksin diye iki parmak su tutuyordu site yönetimi! Mina, üç yıl önce yerleştikleri sitenin havuzunda sadece üç kez yüzebilmişti. Nevit’e göre bir daha yararlanamayacaktı.

Nevit her zaman kötümser olmuştu. Kardeşi belki kötümserliğinden belki de eğlenceli bulduğundan hayatta kalma teknolojilerine meraklıydı. Kendi evindeki gizli bölmelerde neler sakladığını Allah bilirdi. Parası olduğu için merkezde, korumalı bir sitedeki küçük bir villada yaşıyordu.  Villasının bodrum katını sığınağa çevirmişti. Her ne kadar maceracı bir yönü olsa da akıllı biriydi Nevit. Saçma sapan şeylere para harcamazdı. Bu yüzden Dünya’nın geleceği ile ilgili öngörülerinin kötümserliği onu zaman zaman etkilerdi. Kardeşinin tavırlarını, hafta sonları arkadaşlarıyla gittikleri mağara ve dağ gezilerindeki maceracılığın şehirdeki devamı olarak yorumlardı. Dünya’nın bir yere gittiği yoktu. Teknolojinin bugünki ile karşılaştırılamaz bir şekilde geri olduğu dönemlerde bile insanlar birçok şeyin üstesinden gelmeyi becermişlerdi. Birkaç derecelik sıcaklık artışıyla başa çıkabilirlerdi.

Yörüngedeki uzay istasyonlarının varlığı ile Dünya atmosferinin durumu arasında bir çelişki vardı. O uzay istasyonlarını inşa edebilecek teknik beceri Dünya’nın atmosfer şartlarını elbette iyileştirebilirdi. Bugün bir gelişme yoksa yarın olacaktı. Kaldı ki son altmış yıldır bir değişim olmadığını söyleyen güvenilir raporlar vardı. Belki de küresel ısınma zirvedeydi ve gerilemenin başlaması an meselesiydi. Sonunda aşağıdaki havuzun yosunları temizlenecek, taze suyla doldurulacaktı. Mina da o havuzda annesi ve babasıyla yüzecekti.

Boş asansöre bindi. Diğer katlarda birkaç kişi daha katıldı. İlk dönemlerin bu saatlerinde daha mı kalabalık olurdu asansör? İnsanların çalışma saatleri mi değişiyordu yoksa daha az kişi mi çalışıyordu? Sibel, bazı dairelerin boşaldığını söylemişti. Ama yeni birileri de gelmiş olmalıydı. Asansördekilerin hiçbirini tanımıyordu. Hiçbirini daha önce görmemişti.

Hepsi yeni mi taşınmıştı? Kendisi mi dikkatsizdi de komşularının yüzlerini hatırlamıyordu? Hafızasında kaç yüz tutabilirdi insan? Sitede kaç aile, kaç kişi yaşıyordu? Hangileri komşu sayılmalıydı? Belki de burası siteden çok otele benziyordu. Yirmi katlı, süit odalardan oluşan bir otel. Komşuların sürekli değişen suratlarına böyle bir ortam daha çok yakışırdı. Karşısındaki tıknaz, otuzlarındaki erkeğin esmer yüzüne baktı. Düz beyaz bir tişört giymiş, kalın, dövmeli kollarını kavuşturmuştu. Birinde gotik harflerle Hero of All Ages* yazıyordu. Her iki kola da Hindu tanrıça figürleri işlenmişti. Yanındaki de Hintliye benziyordu ama tanışmıyor gibiydiler. Diğeri aksine uzunca ve zayıftı. Üzerinde ütülü gri bir takım elbise vardı. Elindeki ince deri çantayla bir toplantıya gidiyor gibiydi. İkinci, üçüncü kuşak Hintlilerden birine benziyordu. Belki de sadece iyice esmer bir Anadoluluydu.

*İng; Her Devrin Kahramanı.

On ikinci katta asansöre dazlak kafalı iki genç kız bindi. Renkli bol tulumlar giymiş, sırt çantaları takmışlardı. Avrupalıydılar. Buralardaki sayısız projede çalışan gönüllülere benziyorlardı. Site, göçmenlerle yemek ve sembolik bir maaş karşılığında yardım kuruluşlarında çalışmaya gelen Avrupalı çocukların erişebildikleri bir yer hâline gelmişti. Dövmeli Hintli de yüksek gelir gurubuna dâhil gibi görünmüyordu. Yosun kokulu avlu katında herkes indi. Oysa yollardaki tüm sıkışıklığa rağmen aracını kullanmak isteyen birileri hep olurdu. Otoparkta birkaç tane de ALV * görmüştü ama son zamanlarda bunlardan birine havada rastlamak iyice zorlaşmıştı. Sigorta şirketlerinin ALV’lere sigorta yapmaktan kaçınmaya başladığı söyleniyordu. Eski raylı sistemler artık her zamankinden fazla kullanılıyordu.

*ALV; Air Land Vehicle; UHR motorlarla dikey kalkış yapabilen otomobillerin genel adı. Gelişmiş seyir sefer sistemleriyle uçuş güvenliği karasal yolculuğa yaklaşmıştır. Ancak şiddetlenen ve sıklaşan rüzgarlar bu araçların popülerliğinin önüne geçmiştir.

Dağınık bir grup hâlinde iç avludan site bahçesine çıktılar.  Kasım ayına özgü ılık lodos son yıllarda iyice belirginleşen o tatlı çürük kokusunu yine yüzüne çarptı. Koku rüzgâra göre bazen daha güçlü bazen daha hafif gelirdi. Bir araca bindikten sonra yavaş yavaş kaybolurdu. Alışır mıydı yoksa sadece sabah saatlerinde mi yoğun olurdu bilmiyordu. Kimyager bir arkadaşına bir şişe içinde örnek hava vermişti. Arkadaşı havada putresin olduğunu söylemişti. Birkaç kilometre batıda, Mahmutbey’de bir çöp dönüştürme merkezi vardı. Koku oradan geliyor olabilirdi. Bunu belediyeye raporu da ekleyerek yazmıştı. Cevap birkaç saniye sonra bir atmosfer analiz raporu eşliğinde gelmişti. Rapora göre bölge havası kalite endeksinde en üst seviyedeydi.

Belki de koku kuzeydeki büyük açık çöplükten geliyordu. O bölgede bir zamanlar atmosfer içi uçuşlara yönelik yatay kalkışlı bir havaalanı vardı. Ama rüzgârlar şiddetlenince atmosfer içi uçuşlar tehlikeli hâle gelmiş, havacılık yatırımları dikey kalkışlı egzosfer yolculuğu teknolojilerine kaymıştı. İniş sırasında meydana gelen iki büyük uçak kazasından sonra alanın bir bölümü araba ve motosiklet yarışçılarına terk edilmişti. Büyük depremde pistte oluşan çatlak ve çökmeler yarışçıları oradan kovunca geniş düzlüklerde çöpler birikmeye başlamıştı. Buranın küçük bir bölümü dikey kalkışlı uçuşlar için kullanılıyordu. Geri kalan bölümünde çöp tepeleri oluşmuştu. Bir zamanlar bir arkadaşı, en yüksek tepelerden birine dikey sondaj yapmayı ve çeşitli katmanlardan toplayacağı örneklerle şehrin yüz yıllık tüketim tarihini yazmayı kafasında koymuştu.

Servis aracına girdi. İstasyona uzaklık bir kilometre bile değildi. Bu mesafeyi bir iki kere yürümek istemişti. Bir defasında zarurla* kaplı kaldırımda başından vurulmuş bir dingo* görünce bundan vazgeçmişti. Bir de kaldırımlardaki o tabaka ne kadar dikkat ederse etsin ayakkabılarını kirletirdi. Belediye, o tabakanın burnun mukoza tabakası gibi yararlı olduğunu, atmosferi temizlediğini iddia ediyordu.

*Zarur; Zar ve çamur kelimelerinden. Yağmurun atmosferdeki ince toz parçacıklarını toplayarak yere indirmesiyle oluşan, ince, kaygan çamur tabakası. İngilizcede yaygınlaşan Filludge(Film-sludge) sözcüğünden esinlenildiği tahmin edilmektedir.
*Dingo; İstanbul çevresinde yerleşim olmayan bölgelerde sürüler hâlinde yaşayan vahşileşmiş köpeklere Avustralya’daki benzerlerinden esinlenerek takılan isim.

Endişelerini artırmamak için Dingo olayından, Sibel’e bahsetmemişti ama Dilovası’ndaki büyük çöplüğün ve kuzeydeki uzun dalgakıranın çevresinde görüldüğü söylenen dingolardan birinin buraya kadar neden ve nasıl geldiğini merak etmişti.

Havuz sularının çekilmesine neden olan vergilerden sonra site içindeki yapılar da o sütlü kahverengi yapışkan tabaka tarafından ele geçirilmeye başlamıştı ki bir ekip ellerinde kısa hortumlarla her yeri günlerce yıkamıştı. Bunun için ayrıca para toplanmıştı. Site yönetimi bir açıklama notu göndermişti. “Lotus izolatör, binalarımız dâhil, site içindeki bütün yüzeyleri yüksek nemli ve tozlu atmosfer koşullarından en etkin şekilde koruyacaktır.” Uygulamadan kısa süre sonra binanın dış yüzünde damarlar oluştu. Sanki bir suluboya sanatçısı binanın bütün dış yüzüne açık kahverengi varis damarları çizmişti. Yönetime göre bu, izolatörün işe yaradığının göstergesiydi. Suyun bir yerlerden akması gerekiyordu!

Küçük servis aracı hareket etti. Bu noktadan her on beş dakikada bir tane kalkardı. Ana istasyon servisi sitede aksamayan hizmetlerden biriydi. Ozan, bahçeden çıkana kadar varisli bina duvarlarını seyretti. Dışarıda mat, kahverengimsi kaldırımlarda yürüyen insanlara baktı. Kentin bu bölümünde maske kullanma oranı yarı yarıyaydı. Ana caddeye çıktılar. Araç, iki yana sıralanmış, birbirine neredeyse yapışık, ortalama otuz katlı balkonsuz binaların oluşturduğu koyu gölge bir kanalda ilerlemeye başladı. Caddeyi düzenli aralıklarla loş sokaklar kesiyordu. Kentin bu bölgesinde neredeyse hiç kaldırım yoktu. Binalar beton zeminden çimen gibi fışkırmıştı. Balkonların yasaklandığı dönemden kalmış yapılardı.

Aslında hâlâ yasaktı ama artık yasalar kimsenin okumadığı prestij kaynağı bir edebiyat türü gibiydi. Binalar son dönemlere özgü yuvarlak hatlar taşımıyorlardı. Belki bu kadar yüksek binalar için bunun bir anlamı da yoktu. On yıllar önce, göçten kaynaklanan nüfus baskısının etkisiyle oluşan bu tür banliyöler, hızlanan rüzgârlara karşı bir koruma da sağlıyorlardı. Üst katlara doğru görülmeye başlayan ucuz rüzgâr kalkanları bu fonksiyonun izlerindendi. Alt katlardaki pencerelerde kalkanların yerini yer yer paslı çelik kafesler alıyordu. Daha yeni yapıların hiçbirinde açılabilir pencere kalmamıştı. Havalandırma artık filtresiz düşünülebilir bir şey değildi. Ara sıra, pencere camları tozdan matlaşmış küçük sergi merkezlerinin* ve başka sosyal merkezlerin önünden geçiyorlardı.

*Sergi Merkezi; Büyük markaların müşterilerin ürünü çevrimiçi satın almadan önce incelemesini, dokunmasını sağlamak için kurdukları sergi mekânlarının topluca olduğu yerler.  

Dükkânların çoğu boştu. Yazları, bu tür binaların önlerindeki merdivenlerde gençler oturur, her hafta yenileri üretilen kimyasal uyarıcıları burun damlalıkları, deriye yapışan bantlar, hatta göz spreyleriyle tüketirlerdi. Çoğunun bir etkisinin olmadığı iddia edilirdi. Polisin çok müdahale etmemesi bunu doğruluyor muydu? Gözlerine, burunlarına bir şeyler sıkarlar, maske falan da kullanmazlardı. Hiçbirinin de öksürdüğünü görmemişti. Sibel, hastalananların isimsiz hastanelerde olduğunu söylerdi. Belki de haklıydı.

Birkaç yıl önce bu siteyi gezerken, emlak ofisindeki satıcı, yatırımcılardan bu yüksek binalara talep olduğunu söylemişti. Burası artık popüler bir bölgeye dönüşüyordu. Çoğu kısa sürede yıkılacak, kendi siteleri gibi siteler yapılacak, kendileri gibi insanlar gelip yerleşeceklerdi. Çevredeki bütün bu uzun, yüksek rüzgâr dirençli yapılar yıkılacak, yerlerine gezdikleri gibi daha kısa, yuvarlak hatlı modern yapılar inşa edilecekti. Ama o büyük yatırım akımı hâlâ gelmemişti. İçinde on binlerce insanın termitler gibi yaşadığı bu uzun duvarın yıkılacağına inanmak zordu. Araç, ana istasyonun park alanında durdu.

Burası bir yerüstü metro istasyonuydu. Çok beklemeden trene bindi. Vagonun sıcak, toz kokulu havasını soludu. Yazları buna bazen ekşi ter kokusu bazen de egzotik parfüm kokuları karışırdı. Fan sesi kulaklarını doldurdu. Oturacak yer yoktu. Konteyner Kent’te ineceğini tahmin ettiği iki genç kadının yanında ayakta durdu. Yirmilerine bile gelmemiş olmalıydılar. Bu saatteki trenle Boğaz yönüne gidenler ancak kendi gibi profesyoneller ve dilenciler olurdu. Kadınların mini şortları, bir ara moda olan kısacık kesilmiş, olmadık renk tonlarına boyanmış saçları ve donuk bakışları fahişe olabileceklerini düşündürüyordu.

Onların yanındaki koltuklara; baştan ayağa siyah burka içinde bir başka kadın ve başında rengârenk takkesi, üzerinde yeşil şeritlerle süslü kahverengi entarisiyle otuzlarında bir erkek, çantalarında türlü tekerlekli ya da hava yastıklı kaykaylar taşıdıkları belli olan on beş, on altı yaşlarında biri siyahi üç oğlan yerleşmişti. Ayaktakiler arasında Çince konuşan beş kişilik bir grup vardı. Arapça, Kürtçe ve Ermeniceyi tanırdı. Vagonlarda rastladığı bazı dilleri ise asla tanıyamaz, konuşanların tiplerine göre bazen Malay veya Bengalce olduğunu tahmin ederdi.

Vagonda kimse maske takmıyordu. Güçlü fanlar dışarıdaki havayı filtrelerden geçirerek içeri veriyordu. Trenlerde zamanla ses de toz kokusu da sıcaklık da artmıştı Ozan, durumu bir kere de İstanbul Kent Taşıma Şirketi’nde şikâyet etmişti. Filtrelerin temizlenmesi gerekiyordu. Cevap gelmiş, filtrelerin haftada bir temizlendiği bilgisi verilmişti.

Tren zaman zaman yeraltına giriyor zaman zaman binalar arasındaki boşluktan oluşan kanallarda ilerliyordu. Her istasyonda inen yolculardan daha çok binen yolcu oluyordu. Konteyner Kent’e girdiler. Kırk yıl  önceki büyük deprem bu bölgede taş üstünde taş bırakmamıştı. Ölü sayısı asla tam olarak ortaya çıkmamıştı. Yıkılan binalar cadde ve sokakları tamamen kullanılamaz hâle getirmiş, yardım ulaştırılamamıştı. İstanbul’da haftalarca hissedilen ceset kokusunun asıl kaynağının, adı sonradan Konteyner Kent olacak bu bölge olduğu söylenirdi. Tel örgülerle çevrilen bölgeye önce kızılötesi gözlükleriyle yağmacılar girmiş,  yüksek devirli beton demir kesici ve pnömatik kırıcılarla her yeri köstebekler gibi delmişlerdi. İş makineleri aylar sonra girebilmiş, enkaz temizleme tam olarak hiçbir zaman tamamlanamamıştı.

Hasar gören metro hattı onarılmış ama trenler uzunca bir dönem buradaki istasyonlarda durmamıştı. Göçmen akınları başlayınca, yıkılan binaların temel kalıntıları iş makinelerince düzlenmiş, üzerine yirmi beş bin kişilik geçici kamp kurulmuştu. Kampın sadece adı “geçici”ydi. Her yıl biraz daha büyümüş, kamptaki prefabrik binalarda kullanılan malzemenin taşıyıcılığının yeterince güçlü olduğu anlaşılınca katlar yükselmeye, orijinal binalar dükkânlara dönüşmeye başlamıştı. Enkazın üzerini beton ve asfalt tabakaları kaplamış, aşağıda ne olduğunu kimse önemsemez olmuştu. Üst üste konmuş pencereli konteynerlere benzeyen binalar zamanla renklenmişti. Artık kimi katlardan iğreti balkonlar fırlıyordu. Göçmen akımları devam ettikçe orijinal alanın dışına taşılmıştı.

Planlanabilirliğin ötesindeki bu nüfus baskısı, artık iyice zayıflamış yerel otoritelere yeni gelenlere sadece evlerini yapabilecekleri alan göstermekten başka politika aracı bırakmamıştı. Konteyner Kent’in çevresi bu kez her türlü malzemeden yapılarla doluvermiş, adı konmamış bir Free Port da burada oluşmuştu. Kanal kenarındaki gibi buranın da kendine has yasaları vardı. İletişim kanallarını ve kurallarını bilenler için bulunamayacak hiçbir şey yoktu.

Kadınlar, tahmin ettiği gibi buradaki istasyonda inince hemen oturdu. Onunla aynı yerden binip merkeze kadar gidenlerin oranı belki yüzde onu geçmezdi. İstasyonlar aktıkça içerdeki topluluk yavaşça değişirdi. Konteyner Kent önemli bir hedefti. Tren burada neredeyse boşalırdı. Bunca insanın, ona her bakımdan çirkin ve tekinsiz gelen bir bölgede ne yaptığını merak ederdi. Herkes uyuşturucu almaya geliyor olamazdı değil mi?

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

2 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Pınar KARACA için bir yanıt yazın İptal

  • Selim Erdoğan beğendigim Turk yazarlar arasinda. Bu kitabini duyunca da heyecanlanmistim. On okuma cok iyi oldu. En kisa zamanda alacagim.

    • Yerli bilimkurguya hak ettiği ilgiyi vermeye başlayabildiğim şu dönemde, Selim Erdoğan kitapları ne kadar da geç kalmış olduğumu bir kez daha hatırlattı bana. Denizatı Vadisi’ni sipariş ettim en son. Kargonun gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum. 🙂