Bilimkurgu Ön Okuma Ön Okuma

Ön Okuma: “Asker Kaçağı Savaşa Karşı Bilimkurgu Öyküleri”

Asker Kaçağı Savaşa Karşı Bilimkurgu Öyküleri

Derleyici: Bülent Somay
Çeviri: Nesrin Kasap, Şencan Topaloğlu, Bülent Somay
Sayfa Sayısı: 184
Metis Yayınları – 1. Basım Ağustos 1991 – 3. Basım Şubat 2016

Genel İnceleme Puanı

 

Philip K. Dick, Alfred Bester, William Tenn, Katherine MacLean, Stanislaw Lem, Eric Frank Russell ve Müfit Özdeş’in öykülerinin yer aldığı Asker Kaçağı “yeniliğini hiç kaybetmeyen” klasik bir bilimkurgu seçkisi. İlk yayım tarihinden 20 yıl sonra yeniden meraklılarının karşısında.

“Savaşa ve militarizme karşı bir öyküler derlemesinin bilimkurgu alanından seçilmesinin anlamı nedir? Edebiyatta bilimkurgu dışında da anti militarist olunabilir kuşkusuz. Ancak bilimkurgunun büyük bir avantajı var: Gündelik yaşamımıza sorgulanmaz bir biçimde yerleşmiş olan savaşperverliği, militarizmi, üniforma, emir-kumanda ve dayak biçiminde bir parçamız olan askerliği doğası gereği, çok daha rahat bir biçimde yadırgatabilir bilimkurgu. Bunu bir robot-masalı biçiminde yapabilir, asker kafasıyla açık açık dalga geçebilir, ya da beraberce kendi gezegenlerine ihanet ederek ölümü seçen bir Arzlı ile, tonlarca ağırlığıyla bize şekilsiz görünen bir Jüpiterlinin acıklı öyküsünü anlatabilir. Militarizmin insani değerlere yaptığı tahribatı bütün şairlerin yok olduğu bir dünyadan daha iyi ne anlatabilir? Bugün farkına bile varmadan kabullendiğimiz birçok ufak-tefek politik kararın yarın yol açacağı sonuçları, geleceğe gidip ‘yerinde ve zamanında’ görmekten daha iyi ne sokabilir kafamıza?” —Bülent Somay

Ön Okuma

İçindekiler
ALDATMACA OYUNU
Philip K. Dick
KAYBOLMA NUMARASI
Alfred Bester
ASKER KAÇAĞI
William Tenn
ALACAKARANLIKTA KAHVALTI
Philip K. Dick
ANLAŞMAK KOLAY DEĞİL
Katherine Maclean ve Tom Condit
DEVLE DÖVÜŞEN BİLGİSAYARIN ÖYKÜSÜ
Stanislaw Lem
SON BASKI
Eric Frank Russell
KRRÇİYSK
Müfit Özdeş

SUNUŞ

BİLİMKURGU EDEBİYATTIR. İyi bilimkurgu, iyi edebiyattır.” Bu sözü hangi bilimkurgu yazarının söylediğini tam olarak hatırlayamıyorum; 1950’lerde, bilimkurgunun 13-18 yaş grubunun hafta sonu eğlencesi olmadığı bilinci bilimkurgu yazarlarının kafasında iyice yer etmeye başladığı sıralarda, bir bilimkurgu derlemesinin başında yer aldığını biliyorum yalnızca.

“Bilimkurgu edebiyattır”: Tıpkı edebiyat gibi onun da iyisi ve kötüsü, banali ve felsefi olanı, insanı düşünmeye ya da uyumaya sevk edeni vardır. Karamsar ya da iyimser olabilir: 1984’ü ve H. G. Wells’in mükemmel ütopyalarını düşünün, insan varlığı, insanın evrendeki yeri üzerine, neyin insan olduğu üzerine düşünebilir (Lem’in Solaris’i gibi), ya da Lucas’ın Yıldız Savaşları gibi sizi dev bir peri masalına, atların uzay gemisi, kılıçların ve tabancaların lazer silahı olduğu bir kovboy öyküsüne götürebilir. Modernist bir Bildungsroman gibi bir bireyin, dünyasının içinde ve ona karşı oluşumunu izleyebilir (Le Guin’in Mülksüzler’i) ya da Samuel Delany’nin postmodem heterotopya’sı Triton gibi değerlerin yok olduğu, bireyin parçalandığı bir evren çizebilir.

Bilimkurgu edebiyattır. İyi bilimkurgu, iyi edebiyattır. Tabiatıyla, kötü bilimkurgu da kötü edebiyattır. Bilimkurgu, “polisiye” gibi edebiyatın bir alt dalı değildir. Bunun en iyi kanıtı bilimkurgu polisiyelerin varlığı; Isaac Asimov’un Çelik Mağaralar ya da Çıplak Güneş romanları gibi. Edebiyatın at oynattığı bütün alanlarda bilimkurgu da atını sürer; edebiyatın baktığı her şeye yadırgatarak, olası bir başka dünyanın aynasından bakar. Bilimkurgu tanımı gereği ilerici, gerici, devrimci, muhafazakar, feminist, erkek şovenisti, hayalci, gerçekçi değildir.

Edebiyatta olduğu gibi bilimkurguda da ilerici ya da gerici yazarlar, feministler ya da erkek şovenistleri, militaristler ya da pasifistler vardır. Elinizdeki derleme, militarizme karşı, savaşa, otoriteye ve asker kafasına karşı yazanların kısa öykülerinden oluşuyor. Kuşkusuz bilimkurgunun savaşa ve militarizme karşı bütün tavrını temsil etmek gibi bir amaç koymuyor kendine.

Savaşa ve militarizme karşı bir öyküler derlemesinin bilimkurgu alanından seçilmesinin anlamı nedir? Edebiyatta bilimkurgu dışında da antimilitarist olunabilir kuşkusuz. Ancak bilimkurgunun büyük bir avantajı var:Gündelik yaşamımıza sorgulanmaz bir biçimde yerleşmiş olan savaşperverliği, militarizmi, üniforma, emir kumanda ve dayak biçiminde bir parçamız olan askerliği doğası gereği, çok daha rahat bir biçimde yadırgatabilir bilimkurgu. Bunu bir robot-masalı biçiminde (Lem) yapabilir, asker kafasıyla açık açık dalga geçebilir (MacLean ve Condit), ya da beraberce kendi gezegenlerine ihanet ederek ölümü seçen bir Arzlı’yla tonlarca ağırlıkta bize şekilsiz görünen bir Jüpiterlinin acıklı öyküsünü anlatabilir (Tenn).

Militarizmin insani değerlere yaptığı tahribatı bütün şairlerin yok olduğu bir dünyadan daha iyi ne anlatabilir? Bugün farkına bile varmadan kabullendiğimiz birçok politik kararın yarın yol açacağı sonuçları, geleceğe gidip “yerinde ve zamanında” görmekten daha iyi ne sokabilir kafamıza? Bilimkurgu bizi keyfimizce, bir geleceğe, bir Jüpiter’e, bir yıldızlararası uzaya, bir masalsı robotlar dünyasına göndererek, ama birdenbire ayağımızın altındaki hayal halısını çekip küt diye bu dünyaya ve bu zamana düşmemizi sağlayarak, militarizmi, savaşı, askerliği daha net görmemizi sağlar.

Militarizmi bizden uzak durduğu için görmüyor değilizdir, tam tersine çok yakında, burnumuzun ucunda durduğu için gözlerimiz bir türlü netleyememektedir. Bilimkurgu görmemiz gerekeni burnumuzun ucundan alıp uzağa götürür, bize gösterir ve sonra da “şimdi ne yapacaksan yap” diye yeniden kafamıza atar. Yadırgatır. “Gerici” bilimkurgu bile istemeden bunu yapar çoğu kez. Robert Heinlein’ın muhafazakar, militarist, erkek şovenisti öyküleri bile, istemeden yadırgatma sonucuna ulaşır. Yazarın seçtiği tür ve “yazarlığı”, politik niyetlerinin ve ön yargılarının önüne geçer.

İyi bilimkurgu iyi edebiyattır. Bilimkurgunun hayatımızı cehenneme çeviren militarizme karşı söyleyeceği bir söz olduğu zaman, bunu da iyi edebiyatın söylemesi gerektiği gibi, güldürerek, üzerek, düşündürerek, ama öykünün bittiği noktada, bizi başladığımız ana göre biraz olsun değiştirerek yapar. Russell’ın ve MacLeanCondit’in otorite, egemenlik meraklısı yaratıkları, Tenn’in ve Bester’ın Arzlı askerlerinden daha yabancı değillerdir bize. Hepsini tanırız. Öte yandan Tenn’in kendi gezegenine ihanet eden Jüpiterli “yaratığı” bütün bu yukarıdakilerden daha yakındır bize. Onu tanısaydık sevinirdik mutlaka.

Bu derlemenin benim için en sevindirici yanlarından biri, Müfit Özdeş’in “saklı” bilimkurgu öykülerinden birini gün yüzüne çıkarmasıdır. Gayet iyi biliyoruz ki Arz’ın yörüngesinde bizden gizli dolanan daha binlerce Krrçiysk var. İnanmıyorsanız, yıldızlı bir gecede gökyüzüne dikkatle bakmayı, ya da ne bileyim, gazetelerin manşetleri arasında yazılı olanlara biraz daha yakından bakmayı deneyebilirsiniz.
Bülent Somay, 2010 (1991)

ALDATMACA OYUNU
Philip K. Dick

ANSIZIN bir ses O’Keefe’i uyandırdı. O’Keefe, üzerindeki battaniyeyi bir yana atıp portatif karyoladan fırladı, duvarda asılı duran B-tabancasını kaptı ve ayağıyla alarm zili kutusunun camını kırdı. Kutudan yayılan yüksek frekanslı dalgalar, kampın her yanında alarm zilleri çaldırmaya başladı. O’Keefe evinden dışarı fırladığında, kamptaki bütün ışıklar yanmıştı.

“Nerede?” diye sordu Fisher tiz bir sesle.

Pijaması hâlâ üstünde, uyku mahmurluğu içindeki yüzü karmakarışık, O’Keefe’in yanında bitivermişti.

“Şurada, sağda.”

O’Keefe, yeraltı depo bölmelerinden yuvarlana yuvarlana yer üstüne çıkan kocaman bir toptan kaçmak için yana sıçradı. Gece giysileri içindeki insan figürlerinin arasında, birtakım askerler ortaya çıkmaya başlamıştı. Kampın sağ yanında, sisli, kara bir bataklık ve Betelgeuse Il’nin yüzeyini oluşturan yarı sıvı çamurun içine gömülü dolgun yapraklı bitkiler, sazlar ve iri iri yumru kökler vardı. Gecenin fosforumsu ışıltıları bataklığın üzerinde oynaşıp titreşiyor, zifiri karanlığın içinde hayaletleri andıran sarı ışıklar göz kırpıyordu.

“Tahminime göre,” dedi Horstokowski, “yolun yakınına kadar gelmişler, ama yola çıkmamışlar. Bataklık birikintisinin olduğu yerde, yolun her iki yanında uzanan on beş metrelik banketler var. O yüzden radarımız herhangi bir şey saptayamamış.”

Kocaman bir mekanik kurutucu “böcek”, çamurun içinde hızla ilerleyip geçtiği yerde bataklığın suyunu çekiyor, ardında çizgi halinde, dumanlı, katı bir yüzey bırakıyordu. Bitkiler, çürümüş kökler ve solmuş yapraklar kavrulup tümüyle yok ediliyordu.

“Ne gördün?” diye sordu Portbane, O’Keefe’e.

“Hiçbir şey görmedim. Derin bir uykudaydım. Ama onları duydum.”

“Ne yapıyorlardı?”

“Evimin içine sinir gazı pompalamaya hazırlanıyorlardı. Taşınabilir tüplerin hortumlarını çözdüklerini ve basınç tanklarının kapaklarını açtıklarını duydum. Ama neyse ki, onlar daha hortumları tankların ağızlarına geçiremeden kendimi evden dışarıya attım.”

Daniels telaşlanmıştı. “Bunun bir gaz saldırısı olduğunu mu söylüyorsun?” deyip beceriksiz ellerle kemerindeki gaz maskesini çıkarmaya çalıştı.

“Orada dikilip durmayın öyle maskelerinizi takın!”

“Aygıtlarını çalıştıramamışlar ki,” dedi Silberman.

“O’Keefe alarmı tam zamanında vermiş. Saldırganlar geri çekilip bataklığa doğru gitmişlerdir.”

“Emin misin?” diye sordu Daniels.

“Burnuna bir koku gelmiyor, değil mi?”

“Hayır, gelmiyor,” diye itiraf etti Daniels.

“Ama en zehirli türleri de kokusuz olanları. Ve gazın verildiğini anladığında, çok geç oluyor.”

Gene de, bir önlem olsun diye maskesini taktı. Yan yana dizilmiş evlerin yakınında, birkaç kadın belirmişti tehlike anlarında kullanılan tarama ışıldaklarının bir görünüp bir kaybolan parıltısı içinde, incecik, iri gözlü hayaletler gibi görünüyorlardı. Peşlerinden de, sakıngan adımlarla yürüyen birkaç çocuk geliyordu. Silberman ve Horstokowski, devasa topun gölgesine çekildiler.

“İlginç,” dedi Horstokowski. “Bu ay yapılan üçüncü gaz saldırısı bu. İki kez de, kamp sınırları içine bomba terminalleri yerleştirme girişiminde bulundular. Saldırılarını giderek sıklaştırıyorlar.”

“Sen kafanda her şeyi çözdün, değil mi?”

“Gitgide daha yoğun saldırılara uğradığımızı anlamak için, genel raporu beklemem gerekmiyor.”

Horstokowski, sakıngan bakışlarla çevresine bakındı, sonra Silberman’ı kendine doğru çekti.

“Belki radar ekranının işlememesinin bir nedeni vardır. Kendisine çarpan küçücük yarasaları bile saptar o radar.”

“Ama ya senin dediğin gibi banketlerden geçip gelmişlerse?”

“Ben onu sırf bir tuzak olsun diye söyledim. Radara parazit yaptırıp işaret vererek onları içeri alan biri var.”

“Bizlerden biri mi demek istiyorsun?” Horstokowski, gecenin ıslak karanlığı içinde, dikkatle Fisher’ı gözlüyordu. Fisher, dikkatle yolun kıyısına, sert yüzeyin sona erip kurumaya yüz tutmuş yapışkan çamurlu bataklığın başladığı yere doğru yürümüştü. Yere çömelmiş, eliyle çamuru karıştırıyordu.

“Ne yapıyor?” diye sordu Horstokowski.

“Bir şeyler topluyor,” dedi Silberman kayıtsızca. “Niye olmasın? Çevreyi araştırması gerekir, değil mi?”

“Dikkat et bak,” diye onu uyardı Horstokowski, “geri döndüğünde, sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranacak.”

Az sonra, Fisher, hızlı hızlı yürüyerek geri döndü; bir yandan da çamurlarını temizlemek için ellerini ovuşturuyordu.

Horstokowski, onun yolunu kesti. “Ne buldun?”

“Ben mi?” dedi Fisher gözlerini kırpıştırarak. “Hiçbir şey bulmadım.”

“Benimle dalga geçme. Ellerinle dizlerinin üstüne çökmüş, bataklığı eşeleyip duruyordun.”

“Ben madeni bir şey gördüğümü sandım, o kadar.”

Horstokowski’nin içini bir heyecan dalgası kapladı. Haklı çıkmıştı. “Hadi canım!” diye bağırdı Horstokowski.

“Ne buldun, söyle!”

”Bir gaz borusu olduğunu sanmıştım,” diye mırıldandı Fisher. “Ama yalnızca bir kökmüş. Kocaman, ıslak bir kök.”

Derin bir suskunluk oldu. “Üstünü arayın,” diye buyruk verdi Portbane.

İki asker Fisher’ı kıskıvrak yakaladı. Silberman ile Daniels çabucak onun üstünü aradılar. Bel tabancasını, çakısını, alarm düdüğünü, otomatik elektrikli kontrol kalemini, Geiger sayacını, nabız ölçme aygıtını, ilkyardım çantasını ve kimlik belgelerini yere saçtılar. Bunlardan başka hiçbir şey yoktu üzerinde. Askerler, düş kırıklığı içinde onu serbest bıraktılar. Fisher, asık bir yüzle yerdeki eşyalarını topladı.

“Hayır, hiçbir şey bulmamış,” diye belirtti Portbane. “özür dilerim, Fisher. Dikkatli olmak zorundayız. Onlar orada türlü dolaplar çevirip bizi öldürmek için planlar yaptığı sürece, hep tetikte olmalıyız.”

Silberman ve Horstokowski bakıştılar, sonra sessizce uzaklaşıp gittiler. “Galiba neler olduğunu anladım,” dedi Silberman yumuşak bir sesle.

“Tabii ya,” diye karşılık verdi Horstokowski. “Fisher, bir şeyi sakladı. Onun bataklıkta eşeleyip durduğu yeri bir kazıp inceleyelim. İlginç bir şeyler bulabiliriz gibi geliyor bana.” Kavgaya hazırlanıyormuşçasına, sırtını kamburlaştırdı.

“Burada, kamptan birinin onların hesabına çalıştığını biliyordum. Arz için casusluk eden biri.”

Silberman irkildi. “Arz mı? Bize saldıran Arz mı?”

“Tabii ki Arz!”

Silberman’ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. “Başka birileriyle savaşıyormuşuz gibi geliyordu bana.”

Horstokowski fena halde bozulmuştu. “Kiminle söz gelimi?”

Silberman başını iki yana salladı. “Bilmiyorum. Kim olduğundan çok, bu konuda neler yapılabileceğini düşündüm ben hep. Bunlar mutlaka yabancılardır, diye düşünüyordum galiba.”

“Peki, Arzın o maymun adamlarının ne olduğunu sanıyorsun sen?” diye sordu Horstokowski meydan okurcasına.

Haftalık Strateji Toplantısı, kampın dokuz liderini, yoğun bir koruma altında tutulan yeraltı konferans odasında bir araya getirmişti. Giriş kapısı, silahlı nöbetçilerce korunuyor, son liderin de kimliğine bakılıp üstü arandıktan sonra içeri girmesiyle birlikte, kapı sımsıkı kilitleniyordu. Toplantı başkanı Domgraf-Schwach, sabit koltuğunda görevini yapmaya hazır bir halde oturuyordu; bir eli genel strateji raporunun, öbür eli de, bir saldırı ânında onu odadan yukarıya fırlatıp özel bir bölmeye geçirecek düğmenin üzerindeydi. Portbane, her zamanki gibi odayı denetliyor, bütün sandalyeleri ve masaları tek tek gözden geçiriyordu. Daniels, gözlerini Geiger sayacına dikmiş, oturuyordu…

***

KRRÇİYSK

Müfit Özdeş, s. 171-178

Merendiz gezegeni Beslenme Bakanlığı’na bağlı Et Ürünleri Kurumunun robot araştırma gemisi Ysif 86-D, Merendiz’ den 172 ışık yılı uzaklıkta, bizim Güneş adıyla bildiğimiz Sol yıldızının 15 ışık saati yakınına ulaşınca, geminin baş bölümündeki foton duyargalarına gelen ışık yoğunluğu, önceden saptanmış kritik değeri aştı. Gemiye kumanda eden bilgisayar, programlandığı gibi, geminin bütün fonksiyonel devrelerini ve taşıdığı en değerli yük olan madde transformatörünü çalıştırdı.

Madde transformatörü, maddeyi ve enerjiyi, evrende henüz yalnızca Merendizliler ve sayılı birkaç gezegen tarafından keşfedilebilmiş en küçük bileşkesi olan mikrovers’lere ayırıyor ve alıcı transformatörün dalga boyuna kodlanmış olarak yayınlıyordu. Alıcı ve verici transformatörlerin aynı dalga boyunda kodlanması, bu iki transformatörün çevresindeki transformasyon alanlarını mikroversal evrende çakıştırıyor, bizim bildiğimiz makroversal evrende ise yüzlerce, hatta binlerce ışık yılı uzaklıkta olabilecek bu iki nokta arasında böylece göz açıp kapayıncaya kadar mesaj ve enerji iletilebiliyor, yük ve yolcu taşınabiliyordu.

Merendizliler şimdiye dek kendi gezegenlerinden ancak birkaç yüz ışık yılı ötelere ulaşabilmişlerdi. Çünkü mikroversal iletişim ve ulaştırmanın sağlanabilmesi için önce ikinci transformatörün makroversal evrende yerine ulaştırılması gerekiyor, bu ise ışık hızına yaklaşan hızlarda bile Merendizliler’in normal yaşamını kat kat aşan süreler gerektiriyordu. Bu nedenle Merendizliler, evrene egemen olma ve gezegenlerindeki trilyonlarca aç Merendizli’yi doyurma mücadelesinde, binlerce yıldan beri bilgisayar kumandalı robot araştırma ve transformatör gemileri kullanıyorlardı.

Merendiz ekonomisi ve kültürü avlanmaya ve talana dayanıyordu. Etobur bir ırk olan Merendizliler’in gönderdiği araştırma gemileri uzayın derinliklerinde binlerce yıl yol alıyor, besin kaynakları sağlayabilecek başka yıldız sistemlerine ulaşıyorlardı. Her biri madde transformatörüyle donatılmış olan bu araştırma gemileri, proteinli besin kaynağı keşfedinceye kadar yıldızdan yıldıza dolaşıyorlardı. Sonunda böyle bir kaynak bulununca, Et Ürünleri Kurumu Araştırma Bölümü görevlisi olan Merendizli uzmanlar, madde transformatöründen geçerek işlenecek gezegene geliyorlar ve gerekeni yapıyorlardı.

Bu yöntemle koca bir gezegende trilyonlarca kişiyi doyurmak ilk bakışta olmaz gibi görünse de aslında hiç zor değildi, çünkü evrenin diğer gezegenlerindeki yaratıklara göre çok ufak olan Merendizliler, dünyamızdaki böceklerden daha iri değillerdi ve üstelik dünyamızın böceklerine çok da benziyorlardı. Yırtıcı dişler ve pençeler; minicik kıllı gövde; yarısı el olarak kullanılan on iki bacak; gövdeye göre çok iri olan, minyatür insan gözlerini andıran bir çift göz ve hareketlerindeki zeki yaratıklara özgü kararlılık bu şaşırtıcı manzarayı tamamlıyordu.

Ahmet’in başı yine çatlayacak gibi ağrıyordu. Annesi ona aspirin verdi. Ahmet masaya oturdu ve defterlerini, kitaplarını açtı. Orta son sınıftaydı. Her yıl bütünlemeye kalan başarısız bir öğrenciydi ve çok çalışması gerekiyordu. Oysa şiddetli baş ağrıları dikkatini dağıtıyor ve Ahmet okuduğu hiçbir şeyi anlayamıyordu. Yarım saat çabaladıktan sonra kitaplarını toparladı ve uyumaya gitti. Babası ile annesi üzüntülü gözlerle onu izlediler.

“Bu çocuk okuyamayacak,” dedi babası.

Ysif 86-D’nin spektroskopik analizörleri Sol sisteminin bütün gezegenlerini taradıktan sonra, bizim Dünya adıyla bildiğimiz üçüncü gezegenin yüzeyinde yüksek miktarda karbon bileşiği saptadılar. Gezegenden gelen bütün verileri değerlendiren gemi bilgisayarı, bu gezegende hayvansal yaşam olduğu yargısına vardı ve madde transformatörü aracılığıyla Merendiz’e müjde sinyalini gönderdi:

“Et bulduk!”

Ahmet’i doktorlara götürdüler. Hepsi migren dedi. Çaresi yokmuş. Çocuk sık sık dalıyor, denileni anlamıyor, bazen de olağanüstü zekâ belirtileri gösteriyordu. Annesi, yalnız kaldığında, bazen mankafa bazen de bir dâhi olabilen zavallı oğlu için sessiz hıçkırıklarla saatlerce ağlıyordu.

Sinyal, Ysif 86-D Proje Görevlisi Krrçiysk’e ulaştırıldı. Krrçiysk derhal üstlerine durumu bildirdi, dostlarıyla vedalaştı ve madde transformatöründen geçerek gemide göreve başladı.

Giderek hızını düşüren Ysif 86-D, birkaç hafta sonra dünya çevresinde yörüngeye girdi. Gemi haftalarca yörüngede kaldı. Krrçiysk, güçlü teleskoplarla dünyayı inceledi, dünyadan gelen radyo yayınlarını bilgisayar yardımıyla değerlendirdi ve artık projenin tehlikeli ikinci aşamasına geçilebileceğine karar verdi.

Üstün Merendiz biliminin geliştirdiği kişilik transferi teknolojisini uygulayan Krrçiysk, kendini bilgisayarın güvenilir denetimine teslim etti. Krrçiysk’in bütün biyolojik ve psikolojik parametrelerini, sabit ve değişken karakteristiklerini saptayan gemi bilgisayarı, bu verileri elektronik olarak kodlayarak bir toz tanesi büyüklüğündeki transfer ünitesine kaydetti.

Krrçiysk’in böceksi bedeni dondurulup gemide bekletiledursun, kişiliğini taşıyan toz zerresi minik bir planörle dünyaya, uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasına indi. Yörüngede iken dünyadan elde ettiği verileri irdeleyen Krrçiysk, bu gezegendeki egemen yaşam biçiminin insan adlı iki kollu, iki bacaklı dev gibi bir hayvan olduğunu saptamıştı. Bu nedenle, Krr-çiysk’i taşıyan toz zerresinin duyargaları insana özgü kromozom yapısını algılayacak biçimde, karar ve motor merkezlerini oluşturan tümleşik devreler ise rastladığı böyle ilk yaratığa yönelecek şekilde programlanmıştı.

Nitekim zerre, birkaç gün sonra böyle bir yaratık saptadı. O yöne doğru uçarak ve yaratığın solumasından yararlanarak burnundan içeri girdi. Burun mukozasından kılcal damarlara nüfuz eden zerre, vücudu birkaç kez dolandıktan sonra, omurilik yakınlarında sinir sistemine geçmeyi başardı. Dokular arasında haftalar süren zorlu bir yolculuktan sonra beyne ulaşan zerre, serebruma yerleşti ve tehlikeli operasyonun bu aşamasının başarıldığını Ysif 86-D bilgisayarına bildirdi. Son bir kez durum değerlendirmesi yapan ve Merendiz’den onay alan bilgisayar, transfer zerresine aktivasyon sinyalini gönderdi.

Krrçiysk, bineği olan insanın içinde uyanmaya başlamıştı.

Ahmet’i asabiyecilere götürdüler, onlar da çare bulamadı. Babası, hacıdan hocadan medet ummayacak kadar aydın bir kişiydi. Oğullarını mahveden bu amansız illet karşısında eli böğründe kaldılar.

Çevresindeki dokulardan emdiği enerji ile yavaş yavaş canlanan Krrçiysk önce bitkisel evreden geçti. Aylar süren bu evreden sonra giderek hayvansal içgüdülerini ve kişiliğinin öğelerini geri kazanmaya, etrafındaki beyin hücrelerini ele geçirerek elektronik kişiliğine biyolojik bir temel oluşturmaya başladı. Krrçiysk, apayrı bir biyolojik yapısı olan bu yaratığın sinir sistemini kendi böcek kişiliğine tabi kılmak için amansız ve yıllar süren bir mücadele verdi; bunu da ancak ırkının milyonlarca yıllık deneyiminden gelen kalıtımsal ustalıkla ve yörüngede durup kendisiyle sürekli temasta olan Ysif 86-D bilgisayarının yardımıyla başarabildi.

Bu süre zarfında, beynine yerleştiği yaratığa varlığını sezdirmemesi gerekiyordu. Aksi halde bu yaratık çıldırabilir ve kendini öldürerek kullanılamaz hale gelebilirdi. Böyle bir olay Krrçiysk’i bineksiz bırakarak çok zor duruma düşürür, yıllarca süren uğraşını boşa çıkarır, hatta bu yiğit uzaylı böceğin ölümüne neden olabilirdi.

Krrçiysk kendini gizli tutmayı da başardı. İçine yerleştiği yaratığa hiçbir şey sezdirmedi. Yaratık, beyin hücrelerindeki amansız mücadelenin yol açtığı baş ağrılarından işkillenmedi, aspirin ve novaljin almakla, yün takke giymekle yetindi.

“Bu çocuk okuyamayacak,” dedi babası. Bu sözü her yıl en az yüz kez yineliyordu.

“Şimdi orta sonda. İnşallah bitirebilirse çırak veririz, bari bir zenaat kazanır.”

Üzerine titredikleri oğullarının hali, mutsuz anne ve baba için bitmez bir üzüntü kaynağı idi.

Bineğinin yeteneklerini titizlikle inceleyen Krrçiysk, bunlar arasında telepatinin de bulunduğunu gördü. Kaderi Merendizliler ile kesişmese idi, insanoğlu hiç kuşkusuz bir gün bu yeteneğini fark edecek ve evrenin gelişmiş telepatik türleri arasına katılabilecekti. Ama şimdi bu gelişmemiş telepatik potansiyel onun ancak düşmanlarının işine yarayabilirdi.

Bineğinin telepatik potansiyelinden yararlanan Krrçiysk, iki yıllık yoğun bir çalışma ile on binlerce kişinin düşüncelerini okudu ve kafalarındaki bilgiyi taradı. Bir şeyi daha derinlemesine araştırmak istediği zaman, etki alanındaki insanlardan birine o konuda merak telkin ederek, okuyup incelemesini sağlıyor ve istediği şeyleri onunla birlikte öğreniyordu.

Dünyanın bir sürü küçük devlete bölünmüş olması da Krrçiysk’in işini kolaylaştıran bir durumdu. Böylece insanlar daha küçük çaplı operasyonlarla, ülke ülke avlanabileceklerdi.

Ahmet ortaokulu eylülde, biraz da kendisini seven öğretmenlerinin kayırması sayesinde bitirdi. Babası, çocuğu çırak vermeden önce, onunla bu konuyu son bir kez konuşmak istiyordu.

Krrçiysk’in bineği Ahmet, Türkiye adında bir ülkede yaşıyordu. Krrçiysk, Türkiye’deki et kaynaklarının nasıl işletilebileceği üzerine uzun uzadıya düşündü. İnsanlar toplumsal olarak oldukça örgütlüydüler. Besi tesisleri kurmak veya küçük av kampanyaları düzenlemek mümkün olamayacaktı. Çünkü insanlar, ilk panikten sonra örgütlenecekler ve kendilerini savunacaklardı. Bu nedenle Türkiye’deki et potansiyeli ani bir operasyonla, birkaç gün içinde tamamlanacak ülke çapında bir sürek avı ile değerlendirilmeliydi.

Krrçiysk, imkânların dikkatli bir değerlendirmesini yaptıktan sonra, Merendiz tarihinde o güne dek görülmemiş bir olayı gerçekleştirerek, bu operasyonu tek başına düzenlemesinin mümkün olduğunu fark etti. Hazırlık için bol vakti vardı. Krrçiysk’in bineği gençti ve önünde uzun bir ömür bulunuyordu. Öz bedeni ise yörüngede dondurulmuş, hiç yaşlanmadan kendisini bekliyordu. Her şey inceden inceye planlanmalıydı. Aceleye hiç gerek yoktu.

Krrçiysk aylarca düşünüp taşınarak planını geliştirdi. Önce bineğine tam hâkim olması, onun beyninde ve bedeninde kendi dolaysız egemenliğini kurması gerekiyordu. Sonra dışarıya karşı Ahmet’in kişiliğine bürünerek Türkiye’nin toplumsal hiyerarşisinde yükselecek, tepeye ulaşacak, devleti ele geçirecek, telepatik kontrol yoluyla kendine bağladığı insanları kilit noktalarına yerleştirecekti. Bundan sonra, operasyonun can alıcı noktasını teşkil eden kritik bir aşamaya gelinecekti.

Bu aşamada Krrçiysk her gün sık sık radyodan ve o zamana kadar hiç kuşkusuz etkin bir iletişim aracı haline gelecek olan televizyondan konuşacak, ülkenin her köşesini dolaşarak meydanlarda, törenlerde halka seslenecek, olabildiğince kendini gösterecek ve sesini işittirecekti. Yıllarca sürecek bu dönemin sonunda, ülkedeki tüm insanlarda görsel ve işitsel çağrışım refleksleri kurulmuş olacaktı.

Sonunda bir gün Krrçiysk televizyondan tüm ülkeye, bu kez hipnotik ses frekanslarından seslendiği zaman, herkes büyülenmiş gibi onun komutlarına itaat edecekti. Ülkeye giriş ve çıkışlar yasaklanacak, televizyon ve radyolardan yanıltıcı programlar yayınlanacak, diğer dünya ülkeleri Türkiye’de neler olup bittiğini bir türlü anlayamayacaklardı. Bu arada bütün taşıt araçları seferber edilecek, Krrçiysk’in emrindeki güvenlik kuvvetlerinin de yardımı ile herkes Ankara’ya gelecek ve yörüngeden yere indirilen madde transformatörünün transformasyon alanından geçerek Merendiz’e nakledilecekti. Her nedense hipnotik etki alanı dışında kalabilmiş tek tük kişiler ise güvenlik kuvvetleri tarafından itlaf edilecekti.

Çoluk, çocuk, kadın, erkek, yedisinden yetmişine kadar yürek birliği içinde Ankara’ya yürüyen Türkiye halkı, gelirken beraberinde koyun, keçi, sığır, kedi, köpek, bebek ve eti yenilebilir ne bulursa getirecekti. Üç gün sonra Türkiye’de bir tek insan bile kalmayacak, günlerce süren endişeli bir bekleyişten sonra keşif uçakları uçuran ve keşif seferleri düzenleyen diğer ülkeler, sırra kadem basan Türkiye halkının esrarını hiçbir zaman çözemeyeceklerdi.

Krrçiysk, tek başına sürek avı düzenlemeyi başaran ilk Merendizli olarak tarihe geçecekti. Ünü tüm gezegene yayılacak, yörüngedeki böcek gövdesine yeniden kavuşup kendi gezegenine döndüğünde, artık alışık olduğu coşkun kalabalıklar tarafından alkışlarla karşılanacaktı.

Merendiz’e varan insanlar hipnotik etkiden sıyrılacakları için derhal güç alanlarına alınarak debelenmeleri ve etrafa zarar vermeleri önlenecekti. Bunlar peyderpey et kombinalarına sevkedilecek ve lezzetlerinin bozulmaması için canlı olarak dondurulacaklardı. Türkiye halkı Merendiz’i yıllarca beslemeye yeterdi.

Gezegenin seçkin ziyafet sofraları canlı ve ayık insanların, paralize edilmiş körpe bedenleriyle donatılacak, her birinin üstünde binlerce Merendizli sevinç ve mutluluk içinde koşuşacak, gözlerini, burunlarını, yüksek şeker muhtevalı kaba etlerini ve sütbezlerini kemireceklerdi. Bu leziz insanların kanlarını içip sarhoş olacaklar, ağızlarında, bağırsaklarının arasında, husyelerinin içinde çılgınca çiftleşerek yumurtalarını bırakacaklar ve Krrçiysk’in adını minnetle anacaklardı.

“Oğlum, seni iyi bir zenaate çırak vermek istiyorum,” dedi babası Ahmet’e.

“Siz bilirsiniz, efendim,” diye yanıtladı çocuk, başını hüzünle önüne eğerek. Hafif bir baş ağrısı için için beynini kemirmeye devam ediyordu. Akıllı, gerçekleri kabul etmesini bilen bir çocuktu Ahmet. Okumayı istiyor, fakat küçüklükten beri yakasını bırakmayan bu illet yüzünden tahsil hayatında başarılı olamayacağını da idrak ediyordu.

“Memleket sür’atle inkişaf ediyor,” dedi babası. “İstikbal sanayide, bilhassa şimendifer sanayiinde.”

Oğlunun gözlerine sevgiyle baktı ve ekledi.

“Yok helvacıymış, yok terziymiş, bunlar sana yaramaz. Yarından tezi yok seni vagon fabrikasına yerleştireceğim.”

Oğluna dikkatle bakıyor, ne tepki göstereceğini merak ediyordu. Her şeye hazırdı: ağlamasına, sevinmesine, ya da umursamamasına. Ama çocuktan hiç mi hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı.

Evet, plan hazırdı ve artık bu mükemmel plan uygulamaya konulabilirdi. Krrçiysk bütün zihni gücünü seferber ederek bineği Ahmet’in beynindeki kişilik merkezlerine yöneltti ve aniden tüm psişik gücünü toparlayarak saldırdı. Her şey bir saniye içinde olup bitmiş, anlatılması olanaksız acılar içinde kişiliği hiçliğe gömülen Ahmet, neye uğradığını anlayamamıştı bile.

Ahmet yere yıkıldı ve bir iki çırpındıktan sonra kaskatı kesildi. Babası telaşla yerinden fırlayıp oğlunun yanına çömeldi.

“Ahmet! Neyin var?”

Sonra birden rahatladı. Oğlunun gözleri açılmış ve yüzüne o güne dek görmediği ferah ve mutlu bir ifade gelmişti. Oğlunun gözlerinde bir yabancılık sezdi adam, tedirgin oldu. Ama bir an sonra sevinci baskın çıktı.

“İyisin değil mi? Bir şeyin yok ya?”

“Çok iyiyim baba. Baş ağrım da geçti. Hem sana bir şey diyeyim mi…”

Ayağa kalkmış, üstünü silkeliyordu. Adam, oğlunda ilk kez gördüğü bu rahatlık ve özgüveni hayretle izliyordu.

“Ben okumak istiyorum baba, büyük adam olmak istiyorum.”

“Öyleyse seni sanat lisesine yazdırayım, oğlum. Tahsilini o şekilde tamamlarsın.”

“Hayır,” dedi Krrçiysk, “askeri liseye gideceğim. Oradan da Mekteb-i Harbiye’ye…”

YAZARLAR HAKKINDA

PHILIP K. DICK (1928-1982): Amerikan BK yazarlarındandır. BK’da gerçeküstücü temaları ilk kez kullanmıştır. Öykülerinden senaryolaştırılan Blade Runner ve Total Recall önemli BK filmlerindendir. Dilimize çevrilen eserleri arasında Uzayda Suikast, Yaratılan Dünya, Vulkan’ın Çekici ve Çığrından Çıkmış Dünya sayılabilir.

ALFRED BESTER (1913-1987): Amerikan BK ve fantazi yazarlarınca “Büyük Usta” olarak anılan, BK tarihinde çığır açarak “Yeni Dalga” akımına öncülük eden Besler, ülkemizde Yıkıma Giden Adam ve Kaplan! Kaplan! adlı eserleriyle tanınmaktadır.

WILLIAM TENN (1920-2010): Gerçek adı Philip Klass olan yazar, edebiyat ve BK konularında akademik çalışma sürdürmüştür. Daha çok kısa öykü yazan Tenn’in tek romanı vardır (OfMan and Monsters [İnsanlar ve Canavarlar], 1968).

KATHERINE MACLEAN (1925-2019): BK’nun ilk kadın yazarlarındandır. BK konusunda birçok makalesi olan MacLean’in tek romanı, Charles V. De Vet ile birlikte yazdığı Cosmic Checkmate’dir (Kozmik Mat, 1962).

STANISLAW LEM (1921-2006): Polonyalı BK yazarı Lem, yaşayan en büyük BK yazarı sayılmasının yanı sıra, kozmoloji ve felsefe konusunda da birçok yapıt vermiştir. Lem ülkemizde Yıldız Güncesi, Yıldızlardan Dönüş ve Solaris gibi eserleriyle tanınmaktadır.

ERIC FRANK RUSSELL (1905-1978): İngiliz BK yazarı Russell, öykülerinde yarıanarşist, ademi-merkeziyetçi bir toplum fikrini işlemiş, otoriteye karşı Gandhi’ci yoldan mücadeleyi önermiştir. Eserleri arasında Sentinels from Space (1953, Uzaylı Bekçiler), Wasp (1958, Eşekarısı) Ve Sonra Hiç Kalmadı 1995 sayılabilir.

MÜFİT ÖZDEŞ (1943): 1968 kuşağından bir BK meraklısıdır. “Krrçiysk”, bu merakını BK konusunda makaleler yayımlayarak ve “gizli gizli” öyküler yazarak sürdüren Özdeş’in yayımlanan ilk BK öyküsü, 1996’da yayımlanan Son Tiryaki ilk öykü kitabıdır.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Kayıp Dünya

Kayıp Dünya Editörleri tarafından yayınlanmaktadır.

2 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Aylin için bir yanıt yazın İptal

  • Sitenizi bugün Ekşi’de gördüm. Bu kadar kaliteli içeriği sürdürmek kolay değil. Dilerim sürdürebilirsiniz. Takipteyim.

  • Merhaba Aylin,

    Bu güzel yorumun, sürdürme gayretimiz için gerçekten önemli. Burada bizimle olduğunu hissettiren her kişiye içtenlikle teşekkür ediyoruz.

    Yeni yazılarda görüşmek üzere 🙂