Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

PERDE – 3

3. Perde

Yazın gelmesine daha bir kaç ay vardı, ama şimdiden bazı günler gerçekten sıcak olmaya başlamıştı. Beyaz boyalı tek katlı evimizin bahçesinde güneş altında çalışırken, güneşin boynumu ve yüzümü yaktığını fark etmeye başlamıştım. Yine de bu beni durdurmuyordu – bahçedeki muslukta yüzümü ve başımı yıkayarak çalışmaya devam ediyordum.

Evin bahçesi küçüktü, ama Funda’yla birlikte buraya çeşitli çiçekler ve sebzeler ekmiştik. Az sayıda da olsa, domates, biber ve salatalık yetiştiriyorduk bir köşede. Belki bir kaç günlük ihtiyacımızı ancak karşılayacak kadardı, ama onlara her gün bakmanın ve sulamanın zevki başkaydı. Zaten, burada başka yapacak bir şeyimiz de yoktu ve zaman geçirmemize yarıyordu. Doktorun egzersiz önerisine de uymuş oluyorduk ayrıca.

Funda, evin önündeki gölgelikte oturmuş beni seyrediyordu. Ona gülümseyerek baktım. Sanki gittikçe daha güzelleşiyor gibi geliyordu. Özellikle gözlerindeki yeşil daha çok parlıyor, etrafında herşeyi silikleştiriyor, önemsiz kılıyor gibiydi. Dünya onun ve yeşil gözlerinin etrafında dönüyordu.

Aslında buradan ayrılmayı hiç istemiyordum. Hayatımızın en mutlu günlerini yaşıyorduk ve daha sonrasını düşünmemeye çalışıyordum.

Elimdeki küçük kürekle toprağı iteleyerek, suyun yön değiştirmesini ve çiçeklere ulaşmasını sağladım. Rengârenk çiçekler ekmiştik. Çoğunu Funda seçmişti, ama ben de bir miktar menekşe katmıştım araya. O gezegendeki geceden aklımda kalan belki de tek şey menekşelerdi. Menekşeler ve menekşe kokusu…

Gerçi çiçeklerin kokusunu pek alamıyordum. Belki gerçekten de kokusuzdu bunlar (çiçeklerden hiç anlamazdım); ya da Perde’nin bir yan etkisi olabilirdi, bilmiyorum. O yüzden, o geceki menekşe kokusunu bir daha duyamamıştım. Ama bu beni engellemiyordu, şimdiki mutluluğumun başlangıcını hatırlatıyordu bana menekşeler ve onlara bakmak hoşuma gidiyordu.

Funda’ya tekrar baktım. Bir kaç gündür, karnındaki hafif şişkinlik dikkatimi çekmeye başlamıştı. Henüz ona bu konuda bir şey sormamıştım, ama bir şeyler de tahmin ediyordum.

Evliliğimizin başlarında bir süre çocuk yapmaya çalışmıştık, ama olmamıştı. Gittiğimiz doktorlar bunun sıradan bir kısırlıktan kaynaklandığını, yeni tıbbi tedavilerle halledilebileceğini söylemişlerdi. Ama ikimiz de, görevimiz gereği, buna zaman ayıramamıştık ve bu konuyu pek de konuşmamıştık.

Şimdi de henüz konuşmamıştık, ama Funda’nın hamile olduğunu, belki de iyimserliğimle, tahmin ediyordum. Bunun nasıl mümkün olduğunu bilmiyordum; herhangi bir tedavi görmemiştik. Bundan asırlar önce, henüz insanlar tek bir dünyada yaşarken, milyonlarca çift için büyük bir sorun olan kısırlık artık iyileştirilebilen hastalıklar kategorisindeydi, ama yine de bir tedavi gerektiriyordu. Tedavi olmadan bunun normal şartlarda mümkün olmaması gerekiyordu.

Ama, bunu düşünmek de bir işe yarayacak değildi. Funda hamileydi (buna gitgide daha fazla emin oluyordum) ve bu bizim için yeterliydi. Zaten yakında konuyu kendisi açacaktı bana muhtemelen…

“Baki geliyor,” diye seslendi Funda.

O tarafa dönerek, evimizin önünden geçen küçük toprak yoldan yaklaşan iki kişiyi fark ettim.

Bir tanesi, bizim karaborsacı (ya da Funda’yla kendi aramızda şakayla karışık söylediğimiz gibi ‘torbacımız’) Baki’ydi. Diğeri ise bazen Baki’nin yanında gördüğüm, daha kısa boylu, esmer, traşlı yüzündeki yıpranmışlıktan biraz daha yaşlı olduğunu tahmin ettiğim bir adamdı. Biz Baki’yle konuşurken o genelde konuşmazdı ve bir köşede suratını asarak beklerdi. Baki’nin getirdiği hapların asıl tedarikçisinin bu adam olduğunu tahmin ediyordum. Adını bilmiyordum.

Baki’den bir süredir alışveriş yapıyorduk. Aslında ilk başta düşündüğümden daha iyi birisiydi. Yalnızca işini yapıyordu ve işinin gereği devamlı dikkatli olmak zorundaydı.

‘Yoksaymak’ için sadece bu amaçla üretilmiş bir hapı içmemizin yeterli olacağını söylemiş ve birkaç saat içinde bize iki tane hap getirmişti. Küçük, oval ve renksiz haplardı bunlar; üzerlerinde hiçbir yazı veya işaret de yoktu. Söylediğine inanmak bir yana, hapların güvenli olduğundan bile kuşku duymuştuk. “Siz bilirsiniz,” demiş ve hapları almadan çekip gitmişti.

Daha sonra, masanın üzerindeki haplara bakmamaya çalışarak, konuyu hiç konuşmadan, Funda’yla birlikte günlük işlerimize devam etmiştik. Herkesin bildiği, ama hiç konuşulmayan o aile sırları gibi aklımızı meşgul eden tek şeydi oysa.

Akşam saatlerinde masaya baktığımda bir tek hap kaldığını fark etmiştim. Funda da ortalarda yoktu. Daha fazla düşünmeden o hapı almış ve bir bardak suyla birlikte yutmuştum.

Hemen etki etmemişti ve hapın işe yaramadığını düşünmeye başlamıştım. Bir saat kadar geçtikten sonra ise, başım dönmeye ve görüntüler bulanıklaşmaya başlamıştı. Bir sandalyeye oturarak kenarları tutmuş ve bayılmamak için gayret göstermiştim.

Ama ilginç olan şuydu: Sanki kafamda bir şey bana bir soru soruyordu: ‘Kim?’

Bir ses falan duyulmuyordu, daha çok bir fikir, bir imge gibi bir şeydi. Sanki kendiliğinden oluşan bir düşünce, içime doğan bir fikir gibiydi. ‘Kim?’

“Haluk,” diye fısıldamıştım kendimin bile zor duyacağı bir sesle. Ve onu aklıma getirmiştim. Haluk’un o serseri yüzünü…

Ama Haluk’un neye benzediğini bile hatırlayamadığımı fark etmiştim. Sanki onun kim olduğunu bile birdenbire unutmaya başlamıştım, bu kulağa ne kadar saçma gelse de…

Baş dönmesi beş – on dakika içinde azalarak geçti ve o günden bu yana Funda ve ben Haluk’u hiç görmedik.

Kasabaya inip dolaştığımız günlerde bazen gözlerim onu aradı – neye benzediğini bilmediğim, fakat bizi rahatsız eden o adamı. Bazen etrafta mantıksız şeyler olmuyor değildi – kendiliğinden açılıp kapanan kapılar, yürümeye çalışırken kollarımdan birinin tuttuğu hissi… Ama baktığım zaman etrafta çarşıdaki diğer insanlardan başka hiç kimse yoktu; bu mantıksız olaylar da bir anlıktı zaten, ben onları fark ettiğimde bir daha olmuyorlardı.

Perde’nin ve ‘yoksayma’ hapının işe yaradığının ikimiz de farkındaydık.

Ondan sonra, Baki’nin düzenli müşterileri haline geldik.

Ne zaman geleceğini önceden haber vermiyordu, ama geldiğinde her zaman yanında bize önerecek yeni hapları oluyordu. Bazılarını alıyorduk, bazılarını ise teşekkür ederek reddediyorduk.

‘Mutluluk artırıcı’ dediği haplardan düzenli olarak alıyorduk. “Perde’nin azalan etkisini yeniden getirir,” diyordu. Perde’nin etkisinin zaman içinde kendi kendine azalacağını ve eğer bunun olmasını istemiyorsak bu hapların işe yarayacağını anlatmıştı.

Perde’yle sonsuza kadar yaşayamayacağımızı elbette biliyorduk, ama şimdi hiç olmadığı kadar mutluyduk ve bunu biraz uzatmanın kimseye zararı yoktu.

Kendimi bu küçük evde, Funda’yla birlikte, hayatımla uyum içinde, kendimle barışık ve mutlu hissediyordum; belki de hayatımda ilk kez. Daha önce nasıl yaşadığımı anlayamıyordum artık. Hep birileriyle mücadele, kavga, hoşnutsuzluk; saçma üzüntüler, olumsuz düşüncelerle dolu günler, aylar, yıllarla dolu bir hayat geçirmiştim geriye bakınca. Şimdi ise hissettiklerimi anlatmak zordu, ama hep olması gereken buydu.

Baki ve kısa boylu adam bahçe kapımızdan girerlerken, elimdeki küreği bir tarafa bıraktım ve topraklı ellerimi üzerime silerek temizledim.

Baki fazla sohbet etmezdi, ama en azından halimizi hatırımızı sorardı geldiğinde. Bu sefer hiç konuşmuyordu. Elini cebine daldırarak iki tane hap çıkardı ve bahçedeki masanın üzerine bıraktı. Bize hiç bakmadan bahçedeki çiçeklere bakmaya başladı. Diğer adam ise bahçe kapısının yanında kalmıştı.

Funda’yla birlikte masaya yaklaştık ve haplara yakından baktık. Daha öncekilere benzemiyorlardı; dörtgen, hayır, yakından bakınca küpe benzer bir şekli vardı bunların. Koyu kahverengiydiler, daha önceki renksiz haplardan sonra oldukça değişik gelmişlerdi gözüme. Üstlerinde sanki küçük gözenekler var gibiydi, pürüzsüz değillerdi.

“Nedir bunlar?” diye sordum.

Baki bize bakmadan, “Perdeyi kaldıran hap,” dedi, sanki havadan sudan söz eder gibi. “Yeni çıktı ve az sayıda var. Size özel getirdim.”

Ne demeye çalışıyordu?

“Yani ‘yoksaymayı’ mı ortadan kaldırıyor?” diye sordum. “Ya da mutluluk haplarının etkisini mi azaltıyor?”

“Perdeyi kaldırıyor,” diye tekrarladı sertçe, bu sefer bana bakarak. Sanki ilk seferde anlamadığım için bana kızmış gibiydi.

Ben bir şey diyemeden Funda kısık sesle, “Ben istemiyorum. Yorgunum, içeride biraz yatacağım,” dedi ve yavaş adımlarla evin içine girdi.

Onun arkasından baktım. Nesi vardı?

Baki’ye döndüm. “Bak şimdi,” dedim. “Ne demek istediğini anlamadım. Neden Perde’yi kaldırmak isteyelim ki?”

Baki bakışlarını benden kaçırdı. “Sen bilirsin,” dedi sadece. Sonra durup, “Dünyayı görmek için,” dedi.

Kısa boylu adamın bana doğru baktığını fark ettim. Sanki bir sirk hayvanını seyrediyor gibiydi. Asık suratındaki anlamı çözemiyordum.

Bana değil, ortaya doğru, sanki bir duayı tekrarlıyor gibi konuştu. Sesi sinirli ve hafif hırıltılıydı: “Gözleri var görmezler… Kulakları var duymazlar…”

Ne söyleyeceğimi bilemeden ona bakıyordum.

Biraz durdu ve “Kalpleri var anlamazlar,” deyip kapıdan dışarı çıktı. Omzunun arkasından Baki’ye, onu da çağırır gibi baktı.

Baki, “Bayan istemiyorsa almasın,” diyerek masadaki haplardan bir tanesini geri aldı ve cebine koydu. “Sen kendin karar verirsin.”

Sonra diğer cebinden, daha öncekiler gibi renksiz ve ufak bir hap çıkararak masadakinin yanına bıraktı. “Perde’yi geri getirir,” dedi.

Başka bir şey söylemeden, hızlı adımlarla bahçe kapısından çıktı ve diğer adama yetişerek tozlu yolu geri yürümeye başladı.

Gözden kaybolana kadar onları izledim.

Öğlen güneşi daha yakıcı olmuştu. Muslukta yüzümü yıkadım ve masanın yanındaki, daha önce Funda’nın oturduğu sandalyeye oturdum. Rüzgâr yoktu, ama gölgede biraz olsun serinleyebiliyordum. Uzaktaki birkaç köpek havlamasının dışında bir ses duyulmuyordu. Ne bir insan, ne de bir araç sesi vardı. Evimiz kasabanın dışında olmasına rağmen, buralardan gelip geçen eksik olmazdı. Hele yaz yaklaşmaya başladıktan sonra, turistlerle birlikte kalabalık da artmaya başlamıştı. Ama bugün sessizdi. Acaba kaç gündür böyleydi? Dikkat etmemiştim doğrusu.

Ne yapacaktım?

Perde’nin bir kötülüğünü görmüş değildim. Aksine, hayatımın en mutlu günlerini yaşıyordum. Bunu neden değiştirecektim ki?

Niye getirmişti bunu Baki? Onun iyi müşterileri arasındaydık eminim. Perde’yi kaldırırsak, artık ondan alışveriş yapmamıza gerek olmayacaktı. Bunu neden istesindi ki?

Hem o kısa boylu adam ne demek istemişti? ‘Gözleri olup görmeyenler’ mi demişti? Tam anlamamıştım. Neyi görmüyorduk ki?

Baki, ‘Dünyayı görmek için,’ demişti; onu hatırlıyordum.

Funda yanımda olsaydı bunu onunla konuşurdum; fakat içeriye gitmişti ve onu çağırmak da istemiyordum.

Haplardan büyük olanını elime aldım ve çevirerek incelemeye başladım. Üzerindeki pütürler, dokununca biraz ele batıyordu. Hapa değil de, şekere benziyordu.

Sonra diğer hapı fark ettim.

Bu, geri dönüşü olmayan bir şey olmayacaktı. Ama eğer yapmazsam, hep merak edecektim.

Kalkarak bir bardak su doldurdum.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

4 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da