Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

KABUKİ – 6 (Son)

Önceki Bölümler: Kabuki – 1 | Kabuki – 2 | Kabuki – 3 | Kabuki – 4 | Kabuki – 5

Artık korkmuyordum.

Geri dönülemez yola giren bir intihar bombacısı gibi, kaçınılmaz olan ve kendim ile başbaşa kalmıştım artık.

Dönerek, beni seyretmekte olan bütün dünyaya baktım. Birleşmiş Milletler Genel Kurul salonunda yerlerini saatler önce almış olan dünyanın bütün ülkelerinin üst düzey temsilcilerinin gözlerine ve bu anı canlı olarak dünyanın dört bir köşesine televizyon ve internet üzerinden aktarmakta olan kameralara baktım. Gülümseyen gözlere ve duygusuz merceklere…

Beklememeliydim. Tekrar Kabuki’ye, insanlığın karşılaştığı ilk uzaylıya döndüm ve “Hediyemiz işte bu,” dedim. Sağ elimi kaldırarak suratımdaki kabuki maskesinin kenarına hafifçe dokundum.

Hiç bir şey olmadı.

Sorunun ne olduğu hakkında hiç bir fikrim yoktu.

Diğer Kabuki’nin anlattıklarını yanlış anlamış olabilirdim; ne de olsa derme çatma bir çeviri programı aracılığıyla konuşmuştuk. İnsanların kendi aralarındaki iletişimde bile her türlü yanlış anlama olabilirken, bir uzaylının söylediklerini tam ve eksiksiz olarak anlayabilmeyi beklemek aslında hayalcilikten başka bir şey değildi.

Ya da, kabuki maskesini hazırlayan atölyedeki o adamın bir hatası olabilirdi. Orada denemeliydim, düzgün çalışıp çalışmadığını görmeliydim. Ve bu ancak şimdi aklıma geliyordu…

Ya da…

Daha fazla düşünmenin bir faydası yoktu. Ne olduysa artık kontrolümün dışındaydı ve yapacak bir şeyim yoktu.

İşe yaramadığına, ilginç bir şekilde, üzülmemiştim. Önümdeki Kabuki’nin muazzam güzelliği hiç bir şeyle kıyaslanamazdı. Gerekçesi ne kadar haklı olursa olsun, bir Kabuki’yi öldürmek dünyanın en büyük suçu olacaktı. Bunu yapanın ben olmadığıma içten içe memnuniyet duyuyordum.

Genel Kurul salonundan yükselen alkışlar ve tezahüratları duymaya başladım. Bir Kabuki’ye hediye olarak bir kabuki maskesinden daha uygun ne olabilirdi ki? Alkışlar arasında kürsüden inecektim ve Kabuki’nin konuşmasını tüm dünyayla birlikte dinleyecektim. O konuşma ile birlikte tüm insanlığın kaderinin çizilmeye başlanacağını ise sadece ben bilecektim…

Çat!

Artık, 21. yüzyılın bu son yıllarında üretilmeyen ve çevreye zararlı olduğu için bir süre önce toplatılan o eski floresan lambaların ısınarak ve titreyerek yanmaya başlamasını hatırlatan bir flaş patlaması gibiydi… Suratımı kaplayan kabuki maskesinin ince göz deliklerinden gözlerimi kısarak etrafa bakındım. Sanki her şey günbatımındaki hafif kızıl bir ışıldamanın arkasında gibiydi. Kabuki maskesinin ışıldamaya başladığını, suratıma temas eden devrelerin ısınmaya başladığını hissediyordum. Salondan gelen alkışlar devam ediyordu. Kabuki ise şaşırmış gibiydi, üzerindeki renkler ve şekiller yavaşlamaya başlamıştı. Ama bu yeterli değildi, maske hala tam anlamıyla çalışmıyordu.

Çat!

Maskemin üzerindeki yüzeylerin tümünün yanmaya başladığını ve çıkardıkları ışıkların değişik renklerinin birbirine karışmaya başladığını görüyordum.

Alkış ve tezahüratların artarak yükseldiğini ve tüm Genel Kurul salonunu doldurduğunu duyuyordum. Bir spor karşılaşmasının heyecanlı finali ya da bir konserin sonundaki coşkulu tezahüratlara benziyordu…

Kabuki ise artık tamamen durmuştu. Maskeden çıkan ışıklar hala ona zarar verecek düzeyde değildi, ama neler döndüğünü anlamış gibiydi. Biraz daha zaman olursa herkesi uyaracak ve beni durduracaktı…

Çat!

Artık maskenin morötesi dalga boylarındaki ışıkları da devreye girmişti ve tüm kapasitesi ile çalışıyordu.

Salondaki hiç kimseye, ben dahil hiç bir insana zarar vermeyecekti. Bu kadarını araştırmıştım ve biliyordum. Aksi halde bu işe hiç başlamazdım zaten.

Alkışlar daha da coşkulu şekilde artıyordu ve salondan hayranlık dolu bağırışlar yükseliyordu. O anda herkes bana, üzerimdeki kabuki maskesine ve oluşturduğu renklerin halesine hayranlıkla bakıyordu. Bir havai fişek gösterisini seyreder gibiydiler, yüzlerindeki coşku ve gülümsemeyi görebiliyordum.

Dönerek Kabuki’ye baktım.

Belki bir an için canlı, parlak tonlardaki renkler ile parladığını fark ettim. Bunlar acı ve öfke anlamına geliyordu ve bunu sadece ben biliyordum. Daha sonra, yüzeyindeki kırmızı ağırlıklı bir patlama, tüm renkleri ve görüntüleri bastırdı. Ve tamamen durdu.

Artık önümde bir ağacın dış yüzeyinden çok da farklı olmayan silindirik bir kütle vardı. Aynı, diğer Kabuki’nin çok uzun süre için olduğu gibiydi, ama bundan geri dönüş olmayacağını biliyordum.

Kabuki kabuk bağlamıştı. Ölmüştü.

Bundan sonrası, zamanın anlamını yitirdiği bir rüya gibiydi. Olayların hangi sırada gerçekleştiğini, alkışların ne kadar zaman sonra hafiflemeye başladığını tam olarak hatırlamıyorum. Kabuki’nin durduğunu, öldüğünü görenler diğerlerine işaret ediyordu, ama tam olarak ne olduğunu anlayan yoktu. Kalabalık ortamlarda hep olduğu gibi, her şey olması gerekenden daha fazla zaman alıyordu.

Üstlerinden birisinin talimatıyla üzerime atılan bir kaç Gizli Servis ajanının altında yere yığıldım. Ne olduğunu onların da bilmediği belliydi, ama bir şeylerin döndüğünün farkındaydılar ve ABD Başkanı’nı korumak için harekete geçmişlerdi. Tehlikenin kaynağının ben olduğumu ise sadece içgüdü ile tahmin etmişlerdi.

Kabuki maskesini suratımdan çekerek çıkardılar ve sert darbelerle paramparça ettiler. Beni de sürükleyerek salondan çıkardıklarını hatırlıyorum. Daha sonra Birleşmiş Milletler’in güvenlik birimine ve onlardan da Amerikan polisine teslim edildiğimi ve bir kaç saat sonra bir karakolun boş bir mülakat odasında tek başıma beklemeye başladığımı hatırlıyorum. Beni getiren polislerin hiç biri yanıma girmiyordu, sanırım ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı.

Dışarıda ise tarih yeniden yazılmaya başlamıştı bile. O ana kadar dünyanın en popüler insanı olan ben, artık haber bültenlerinde ve internet trendlerinde terörist olarak adlandırılmaya başlamıştım. Tabii, henüz bunun farkında değildim.

Bana ne olacağını çok fazla merak etmiyordum; iyi şeyler olmayacağı kesindi. Zeynep’i düşündüm ve sonra gazeteci Sema’yı. İkisini de bir daha görmeyeceğimden emindim, gerçi Sema ile şimdi bir röportaj yapabilsem, her şeyi, bütün gerçekleri anlatabilirdim ona. O ise o anda benim insanlığın popüler kültüründe nefreti en çok hak eden insan olmam için yazılarını yayınlamaya başlamıştı bile çoktan. Bunu daha sonra anlayacaktım.

Gidecek hiç bir yerim, evim yoktu.

Karakolda bir saate yakın bir zaman geçtikten sonra, kapı hızla açıldı ve otuzlu yaşlarında görünen bir adam, elindeki kahverengi çantasını sallayarak içeri girdi. Kapının arkasından kapanmasını beklemeden çantasını masanın üzerine koydu ve içinden bazı kağıtları çıkarırken bana kısa bir bakış attı. “Matthew Green ben,” dedi elindeki kağıtları belli bir sıraya sokarken. “Göçmenlik avukatı. Kısaca Matt diyebilirsin. Senin avukatın benim.”

Hızlı konuşuyordu, söylediklerini (İngilizce’sini) şimdiden zorlukla takip edebiliyordum.

“Devletin atadığı avukat mısınız?” diye sordum. Bana haklarımı okuduklarında böyle bir talepte bulunmuştum.

“Kendi kendimi atadım,” diye sakince yanıt verdi, bu gayet normal bir şeymiş gibi. Siyah saçlarını yana doğru taramıştı ve üzerindeki takım, ucuz ve fazla giyilmekten yıpranmış gibi duruyordu. Kağıtlarını masanın üzerinde dizip, en yukarıdakine bir şeyler yazmaya başlamıştı. Bunu yaparken konuşmaya devam etti: “Kendini tecrübesiz bir avukata emanet edersen sonun iyi olmaz. En iyi şansın benim. Şimdi, şurayı imzala.”

Bana uzattığı beyaz sayfada, onu avukat olarak tayin ettiğim yazıyordu. Düşünecek ve sorgulayacak halim yoktu. İmzaladım.

“Madem beni savunacaksın, en baştan söyleyeyim,” dedim Matt’e. “Savunmam belli. Yaptığım şeyin son derece geçerli bir nedeni vardı. Bunu herkesin bilmesini istiyorum ve mahkemede kürsüye çıkıp anlatacağım. Bütün dünyanın gerçek hikayeyi duyması gerekiyor. Sadece beni kürsüye çıkarman yeterli.”

“Saçmalama,” dedi sertçe ve ilk kez gözlerime baktı. Esmer suratındaki büyük, siyah gözlerinde büyük bir kararlılık vardı. Öfkeli mi olduğunu, yoksa sadece şevkle işini mi yaptığını anlayamıyordum.

Devam etti: “Şu anda dışarıda senin çok büyük bir suç, bir insanlık suçu işlediğini söylemeye başladılar bile. TV kanallarında seni Hitler’le aynı kefeye koyan konuşmalar dönüyor. Sosyal ağlarda senin adın saf kötülükle beraber anılmaya başladı. Bu bir kez başladı mı, durdurulamaz.

“Şu anda olayın sıcaklığı içindeyiz ve insanlar yeni yeni olanlara anlam vermeye çalışıyor. Bir kaç gün içinde ise, tüm Amerika ve tüm dünya senin tartışmasız bir canavar olduğun konusunda hemfikir olacak. Görecekleri ve bilecekleri şey şu olacak: Kabuki’yi, yani şu ana kadar gördüğümüz en güzel ve barışçıl yaratığı öldürdün. Karşılaştığımız ilk dünya dışı canlıyı bir intihar bombacısı gibi görkemli bir tarzda, acımasızca yok ettin. Artık Kabuki yok ve bu senin suçun.

“Sonra sana bakacaklar ve görecekleri şeyi söyleyeyim: Geri kalmış bir ülkeden gelen ve Amerika’da bir Kabuki’yi planlayarak öldüren Türk bir terörist. Bu toplum temelde bir göçmen toplumudur Onur, ama aynı zamanda bize benzemeyenlerden de nefret ederiz. Bu nefretimizin gerekçesini mantıklı biçimde açıklayamayız, ta ki elimize bir gerekçe verilene kadar.”

“Bu yüzden mi göçmenlik avukatısın?” diye sordum.

“Aynen öyle,” dedi. “Kısaca şunu söylüyorum. Mahkemeye çıkarsan, oluşacak bir jürinin gözünde tamamen ve yüzde yüz suçlusun. Anlatacağın hiç bir şey bunu değiştirmez. Sana bakacaklar ve o çok sevdiğimiz Kabuki’yi katleden bir yabancı, Ortadoğulu teröristi görecekler. İnsanlığın masumiyetini bozduğun için seni cezalandırmak isteyecekler. En ağır cezayı alacaksın ve bundan kurtuluş şansın yok.”

“Çok iyi moral veriyorsun,” dedim. “Bunu söylemek için mi avukatım olmak istedin?”

“Mahkemeye çıkmayacağız,” dedi. “Vakit yok ve hemen harekete geçmem gerekiyor. Ama bilmen için kısaca söyleyeyim. Hemen serbest bırakılman için mahkemeye başvuracağım. Çünkü oratada hukuken bir suç yok.”

“Ne diyorsun?” dedim. “Ne demek suç yok?”

“Çünkü Kabuki’nin hukukta, ABD veya başka bir ülkenin hukukunda, yeri yok. Başka bir insana zarar vermek bir suçtur. Bir hayvana ya da bir mala, mekana da öyle. Hepsi kanunlarla ayrıntılı olarak düzenlenmiştir ve hepsinin cezaları vardır. Ama Kabuki hakkında bir düzenleme henüz yapılmadı. Kabuki’nin hakları kanunen yok, aslında kanunen Kabuki diye bir şey yok. Olmayan bir suçun cezası da olamaz. En azından söyleyeceğim şey temelde bu olacak.” Konuşurken kağıtlarını yeniden toplayarak çantasına tıkıştırıyor ve saatine bakıyordu. Bir an önce buradan gitmek istiyor gibiydi.

“Bu işe yarayacak mı peki?” dedim. “Beni yine de tutamazlar mı, en azından beni hangi kanuna göre suçlayacaklarına karar verene kadar?”

“Her şeyi yapabilirler,” dedi Matt. Ayağa kalkmış ve kapıya doğru yönelmişti. İlk içeri girdiği zamanki gibi, yine bana bakmıyordu. “Savcılık seni nasıl suçlayacağına daha karar vermedi. Onlar da oyun planlarını çizmeye çalışıyorlar. Polis bile seni henüz sorgulamadı, çünkü kanunen hangi suçu işlediğini bilmiyorlar. Ama yakında seni suçlayacak bir kanun bulacaklar. Hangisi olduğunu ben de bilmiyorum, ama bulacaklar. Ondan sonra da kurtulman mümkün olmayacak. Tek şansımız hemen, şimdi harekete geçmek. Karşı taraf kafasını toparlamadan…”

Bunu söyleyerek kapıyı tıklatarak dışarı çıktı ve beni mülakat odasında yalnız bıraktı.

Hiç umutlanmadan bir kaç saat bekledim. Matt’in gerçek avukat olup olmadığından bile kuşkuluydum. Sansasyonel yoldan ün peşinde koşan bir düzenbaza benziyordu. Büyük ihtimalle benimle konuşmasını dışarıda milyonlarca dolara bir TV kanalına satıyordu o anda.

Polislerin arada getirdiği bir hamburger ile kolayı, pek sevmememe rağmen, yedim ve beklemeye devam ettim. Polisler de bana bakmıyordu, beni gerçekten bir canavar olarak görüyor olmalıydılar.

Hiç şansımın olmadığını düşünüyordum. Neyi beklediğimi bilmeden beklemeye devam ettim.

Sonunda kapı yavaşça açıldı ve uzun boylu iki polisin yanında Matt içeri girdi. Onu da mı tutuklamışlardı?

Bir şey söylememe fırsat bırakmadan, “Haydi çıkıyoruz,” dedi ve beni kolumdan çekerek ayağa kaldırdı.

Arkamızdaki polislerle birlikte loş koridorlardan geçerek, pek kullanılmadığı anlaşılan bir merdivenden aşağı indik ve bir arka sokağa çıktık. Hava karanlıktı, içeride beklerken ne kadar zaman geçtiğini fark etmemiştim, ama gece yarısını geçtiği belliydi. Burası karakolun bir arka çıkışı olmalıydı, sokakta sadece kahverengi renkli eski bir arabanın dışında hiç araç veya insan yoktu.

Matt, “Acele et,” diyerek beni eski otomobilin arka koltuğuna bindirdi ve yanıma oturdu. Arabanın şoför koltuğunda Ortadoğulu tipte sakallı bir adam oturuyordu ve biz biner binmez aracı çalıştırarak sürmeye başladı. Trafiğin olmadığı ara yolları kullanarak, yavaşça ilerliyorduk.

“Pencereden uzak dur,” dedi Matt. “Başını da önüne eğ. Dışarı bakma. Kimseyle göz göze gelme. Görünmez ol.”

Görünmez olmaya çalışarak oturduğum yerde büzüldüm.

Hayatımın geri kalanını da bu şekilde yaşayacağımı henüz bilmiyordum. Kaçarak, saklanarak…

“Başvurunun işe yaradığını anlıyorum,” diye mırıldandım. Sesimi yükseltmeye bile korkuyordum.

“Elbette işe yaradı,” dedi Matt. Arada bir dışarıya bakarak takip edilip edilmediğimizi kontrol ediyordu. “Savcılık ne diyeceğini bilemedi ve saçmaladı. Hemen karar verilmesini istedim. Ortada bir suç olmadığına göre seni içeride tutamazlardı.”

“Şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordum.

“Göçmenlik avukatı olduğumu söylemiştim,” dedi Matt. “Yasadışı göçmenlerin haklarını savunuyorum ve bunu yaparken sokak kanununu da iyi bilmek gerekiyor. Benim dünyamda her şey siyah ve beyaz değil, gri alana girdiğimde ne yapmam gerektiğini de iyi bilirim. Ve şu anda gri alandayız.”

Sustu, dışarıdaki ıssız sokağa tekrar baktı ve devam etti: “Şu anda serbestsin ve bu çok kısa süre için böyle. Ne olacağını söyleyeyim: Senin serbest kalma haberin şimdiden yankılanmaya başladı ve en üst düzeyde yetkililer kriz masasında bunu tartışıyorlar. Bir kaç saat içinde seni resmi olarak suçlayacaklar. Bir kanun bulamazlarsa da yaratacaklar, en azından seni terörist olarak aramaya başlayacaklar ve bunu yaptıklarında benim yapabileceğim bir şey kalmaz. Yapman gereken kaçmak. Hemen izini kaybettirmen ve bir daha yakalanmaman gerekiyor. Sana daha önce karakolda söylediklerimi unutma. Yakalandığında ve mahkemeye çıktığında hiç bir şansın yok. Seni hiç kimse dinlemeyecek. Kaçmak zorundasın.”

“Nereye?” diye sordum. “Ne kadar zaman için? Nasıl kaçacağım? Daha önce hiç kanundan kaçmadım ben.”

“Öğrenirsin,” dedi Matt sakin bir sesle. “Sadece dikkatli ol, çok dikkatli ol. Eski hayatını unut ve hiç kimseye, hiç bir tanıdığına ulaşmaya çalışma. Seni kendi ülkende de arayacaklar ve temasa geçmeni bekleyecekler. Görüntünü bütün dünyaya yayacaklar ve insan avı başlatacaklar. Mümkün olduğu kadar saklan ve hiç bir yerde uzun süre kalma. Görüntünü değiştir, ismini değiştir ve kimseyle arkadaşlık etme. Şimdi seni bir çakala, yani sınırdan yasadışı göçmen geçirerek hayatını kazanan birisine götürüyorum. O seni ülke dışına çıkaracak ve yeni kimlikler ile işine yarayacak bir kaç parça eşya verecek. Ondan sonrası sana kalmış.”

“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordum ona bakarak. “Kabuki’yi neden öldürdüğümü bilmiyorsun, bunu anlatmama izin bile vermedin. Sana para da veremem, üzerimde para yok çünkü. Senin çıkarın ne? Kabuki karşıtı falan mısın?”

Matt bana bakmadan, “Kabuki’yi seviyordum,” dedi. “Hem de çok. Dünyamıza gelen en güzel şeydi o. Ve sen onu öldürdün. Kendine göre nedenin ne olursa olsun, senden bunun için nefret ediyorum.”

Bunu beklemiyordum ve söyleyecek bir şey bulamadım.

Ön pencereden dışarı doğru bakarak konuşmaya devam etti: “Ben göçmenlerin avukatıyım. Çoğu bu ülkeye yasadışı yollardan gelen, başkaları tarafından sömürülen, hakları olmayan, sesleri duyulmayan insanlar için çalışıyorum; onların haklarını savunuyorum. Kabuki de sonuçta bir göçmendi, bir yabancıydı. Bizim gibi değildi. Sen onunla ilk karşılaşan kişisin, bunu biliyorum. Ben de Kabuki hakları için ilk çalışmaya başlayan, ilk kampanya başlatan insanım.

“Kabuki Amerika’ya getirildikten sonra, onun haklarının tanınması için bir kampanya başlattım. Kanunların Kabuki’ye göre değiştirilmesi gerekiyor. Bizim bütün haklarımıza, ve belki daha fazlasına, sahip olmaları gerekiyor. Seslerinin duyulması gerekiyor. Beni pek fazla dinleyen olmadı gerçi, herkes Kabuki’nin güzelliği ile büyülenmişti. Böyle bir olaya ihtiyaçları vardı, Kabuki’nin kanunen tanınması için. Senin bu suçtan yakayı sadece Kabuki’lerle ilgili bir kanun olmadığı için sıyırman, herkesi uyandıracak. Kampanyama yeniden ve çok daha güçlü bir şekilde başlayacağım. Bundan sonra hiç kimsenin senin yaptığını yapamaması için büyük bir baskı grubu yaratacağım. Sadece senin serbest kalman ve kaçman sayesinde, insanlar bir şey yapmaları gerektiğini anlayacaklar ve kimse bunun önünde duramayacak.

“İşte benim çıkarım bu,” dedi dışarıya bakarak ve benimle bir daha konuşmadı.

Araba karanlık bir sokakta, garip tipli bir adamın yanında durdu ve beni indirdiler. Hemen yürümeye başlayan adamı takip ederek binaların arasında, ıssız arka sokaklarda yarım saat yürüdüm ve sonunda terk edilmiş bir binanın üçüncü katına vardık.

“Burada bekle,” dedi adam, benimle ilk kez konuşarak, ama hala yüzüme bakmadan. “Bir saat sonra…”

Normal şartlarda, eski hayatımda, hiç işim olmayacak bir tipi vardı. Nasıl bir hayat yaşadığını yüzünden okuyabiliyordum – yasadışı, tehlikeli, ölüme her zaman yakın… Artık yeni hayatımda hep böyle insanların yakınında olacaktım. Seçme şansım yoktu.

Kaçış başlamıştı…

Elli yıldır saklanıyorum. Normal insanların hayal bile edemeyeceği şeyler gördüm. Toplumun kıyısında, kaybedenlerin ve umudu olmayanların neler yapabileceklerine tanık oldum. Dünyada ne kadar çok nefret olduğunu iliklerime kadar hissettim.

Bütün dünya benden nefret ediyor. Elli yıldır hiç kimse unutmadı.

Bu arada dünyada çok şey değişti. Yeni savaşlar oldu, ülkeler bölündü, yeni ittifaklar kuruldu, büyük krizler yaşandı ve geçti. Bunların hepsini uzaktan, hiç bir şey hissetmeden izledim. Benim için önemli değildi, hatta iyi bile sayılabilirdi. Kargaşa ortamında saklanmak her zaman daha kolay.

Diğer değişiklikleri ise çok daha yakından takip ettim.

O gün benim serbest kalmamı sağlayan avukat Matt, gerçekten de söylediği gibi bir kampanya başlattı ve kısa sürede bütün dünya kamuoyunu arkasına aldı. Önce Amerikan yasalarında, sonra diğer bütün ülkelerin yasalarında Kabuki’ler ve hakları tanındı. Çok ilginç düzenlemeler yapıldı. Artık en az insanlar ile aynı haklara sahipler. Onlara zarar vermenin cezası ise, bir insanı öldürmekten çok daha ağır. Artık isterlerse dünyada mal sahibi olabilirler ve karşılığında para vermek yerine güzelliklerini sergilemeleri yeterli.

Tabii, sosyal boyutta olup bitenler de en az bunlar kadar ilginçti.

Tüm insanlık, Kabuki’lere yaptığımızdan (benim yaptığımdan!) ötürü pişmanlık duyuyor ve sadece özür dileme ihtiyacı içinde. Tarih kitaplarındaki insanlığın yüzkarası olaylar arasında benim adım ilk sırada geçiyor. Ve bu suçun yükünü artık herkes taşıyor.

Tarih yeniden yazıldıktan sonra, zaman içinde yeni akımlar ortaya çıkmaya başladı. Bunlar önce gençler arasında moda oldu, sonra genele yayılarak kabul gördü. Her inanç sisteminin içinde Kabuki’lerin önemi ve yaratılanların en güzeli oldukları artık kabul ediliyor. Evlerde ve ofislerde Kabuki figürleri en önemli yerlerde sergileniyor ve saygı görüyor. Kabuki’ye saygı artık günlük yaşamın bir parçası oldu.

Son on beş yılda yaygınlaşan bir akım ise Yeni Nesil. Bunlar, günlük hayatlarının bir bölümünü Kabuki görünümünde geçiren insanlar. Etraflarını tamamen kaplayan gerçekçi hologramlar ile bir Kabuki’nin silindire benzeyen görüntüsüne bürünüyorlar ve Kabuki’nin o güzel görüntülerini taklit etmeye çalışıyorlar. Elbette Kabuki’nin gerçek güzelliğinin yanına bile yaklaşamıyorlar, çok uzak bir gölgesi olmaktan öteye gidemiyorlar. Ama insanlar artık bunu tercih ediyor. Konuşmak yerine, sahte Kabuki yüzeylerindeki şekillerle birbirleriyle iletişim kuruyorlar. Sokaklarda Kabuki şeklinde dolaşıyorlar; parklarda, okullarda, işyerlerinde, her yerde Yeni Nesil Kabuki’ler var artık. Artık evler, arabalar, günlük aletler onların da kullanımına uygun şekilde yapılıyor. Sadece onlara yönelik yayın yapan haber kanalları, onlara özel mağazalar, yollar var. Şehirlerin yapısı ve mimarisi de artık içimizdeki Kabuki’lere göre yeniden şekilleniyor.

Herkes onlara saygı gösteriyor. Sokakta bir sahte Kabuki’yle karşılaştığında çekilip yol veriyor ve başını eğerek selam veriyor. Öncelik her zaman Kabuki’lerde. Sahte olsalar bile…

Son dönemde artık Kabuki’lerin yasal haklarına da sahip olmaya başladılar. Gerçek Kabuki’ler düşünülerek çıkarılan tüm yasaların ve hakların kendileri için de geçerli olmasını sağladılar. Artık içlerinden isteyenler insan haklarından vazgeçerek tamamen Kabuki statüsünde yaşamayı seçebiliyor. Bazıları da sadece Kabuki kılığında geçirdikleri zamanlar için bu hakları yarı-zamanlı kullanıyor.

Sayıları gitgide artıyor. Bazı radikal Yeni Nesil üyeleri, hayatlarını tamamen Kabuki şeklinde geçirebilmek için denemeler yapıyorlar. Henüz bu mümkün değil, ama yakındır…

Hislerim çok uzun zaman önce, aynı ölü bir Kabuki gibi kabuk bağladı. Düşünmeden kaçmak ve saklanmaktan başka yaptığım hiçbir şey yok. Böyle yaşıyorum ve böyle öleceğim. Bütün bu olan bitenlere anlam vermeye da çalışmıyorum.

Ama bazen, uykuyla uyanıklık arasındaki o gri bölgede, bazı şeyleri anlıyor gibi oluyorum. Sanki olup biten her şeyin bambaşka bir anlamı varmış gibi… Uyanınca bunları hatırlamaya çalışıyorum ve bir Kabuki maskesi gözümün önünde canlanıyor. Devamlı değişen maskeler… Karşısındakini istediği yönde kullanmak için giyilen ve değiştirilen maskeler…

Ve bazen şunu düşünüyorum: Acaba beni yönlendiren ve Birleşmiş Milletler’de, tüm dünyanın gözünün önünde diğer Kabuki’yi öldürten Kabuki’nin amacı tam olarak bu muydu? Bütün bu olan biten her şey, en baştan beri onların planı mıydı?

Daha fazla düşünmek istemiyorum, çünkü eğer gerçekten böyleyse bunun yükünü çekemem. Ömrümün son günlerini bu vicdan azabıyla geçiremem.

Bu yüzden tekrar düşünmeden, hissetmeden günlük işlerime dönüyorum ve kendimi küçük işlerle meşgul ediyorum.

İlginçtir, kaçarak geçen hayatımın en heyecan verici karşılaşmasını bundan bir hafta önce yaşadım. Elli yıl saklandıktan sonra, son bir karşılaşma…

* * *

Tibet’in yüksek yaylasındaki bana ayrılan tek odalı küçük kulübemin önünde oturmuş, bir ayağı kırılmış masamı tamir etmek için küçük tahta parçalarını yontuyordum. Daha kışa uzun zaman vardı, ama tepenin yamacından gelen bir esintiyle titredim.

Elimdeki işi bırakarak yamaca doğru baktım.

Sema’yı gördüm ve donakaldım.

Siyah saçları eskisi kadar kısa değildi, ama aynı açık ten ve aynı kararlı yüz ifadesi ile etrafına bakınıyordu. Beni gördü ve bana doğru yürümeye başladı.

Sanki aradan hiç zaman geçmemişti. Aynı gençlik ve aynı enerjiyle hareket ediyordu.

Ama elbette o olamazdı. Bana yaklaştıkça bu kadının ne kadar genç olduğunu fark ettim. Sema’yı ilk gördüğüm zaman olduğu gibi genç. Aradan elli yıl geçmişti ve anılarımda Sema’nın görüntüsü hep aynı kalmış olsa da, gerçekte o da benim gibi yaşlanmış olmalıydı.

Genç kadın benim yanıma kadar geldi. Uzun süredir yürüyor olmalıydı, ama buna rağmen gülümsedi ve “Merhaba Onur,” dedi. “Konuşabilir miyiz?”

Çok uzun süredir duymadığım anadilimde, Türkçe konuşmuştu. Ve beni tanıyordu.

Ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Elli yıllık kaçışımın artık sonuna mı gelmiştim? Hayatımın sonunu tutsak olarak, bütün dünyanın gözlerinin önünde bir sirk hayvanı gibi mi geçirecektim?

Söyleyeceğim herhangi bir şeyin artık beni kurtarmayacağının farkındaydım. Artık daha fazla kaçacak enerjim de yoktu. Ne olacaksa olsun, artık umurumda değildi…

“Sema’yla akrabalığın var mı?” diye sordum, elli yıldır konuşmadığım Türkçe’mi hatırlamaya çalışarak.

Genç kadın güldü: “Seni şaşırtacağımı düşünüyordum, ama sen beni şaşırttın. Evet, onun torunuyum. Adım Füsun.”

Bana Sema’yı hatırlatması normaldi; ona çok benziyordu.

Beni nasıl bulduğunu merak ediyordum. Benimle ne yapacağını merak ediyordum. Ama bütün sorularımı üst üste soramazdım.

“Başıma konan ödül ne kadar bu aralar? Zengin olmuş olmalısın.” Sesim hırıltılı çıkıyordu, onun gözünde aksi bir ihtiyar gibi görünüyor olmalıydım.

“İnan bilmiyorum,” dedi Füsun. “Ama artırdıklarını duymuştum. Ne de olsa 50. yıla yaklaşıyoruz. Ama ödül benim umurumda değil. Anneannem senin sayende yeterince zengin oldu, onun parası bana da yetiyor. Ben seninle konuşmak için geldim.”

“Ne konuşacaksın?” diye sordum. Ne kadar aksiydim, oysa bu söylediklerine sevinmem gerekirdi. “Hem beni nasıl buldun?”

“Doğru yerlere bakarak, doğru soruları sorarak,” diye yanıt verdi. “Sema’nın gazetecilik yetenekleri bana geçmiş olmalı. Yıllardır uğraşıyorum. Yeni çıkan birkaç yapay zekayı kullanarak adımlarını takip etmeye çalıştım ve olası birkaç düzine yerden birinde olduğun sonucuna ulaştım. Sonrasında da kendi başıma bu yerleri ziyaret etmeye başladım. İlk seçimim burası değildi – sekiz farklı coğrafi bölgede aylarca kalarak seni aradım. Tibet’e geldiğimde ise köyleri teker teker gezmeye başladım. Yaşlı bir beyaz adamdan bahsedildiğini duyduğumda da senin olduğunu anladım.”

“Amacın ne?” diye sordum. “Eğer beni yakalamak için gelmediysen, neyi konuşmak istiyorsun? Yoksa sen de Sema gibi gazeteci misin? Benimle röportaj yapıp bunu satacak mısın, onun gibi?”

Yine gülümsedi. Gülümsemesi Zeynep gibi içimi ısıtmıyordu; ama içtendi. “Gazeteci değilim,” dedi. “Gerçi olabilirdim, dediğim gibi o yönde yeteneğim var. Ama değilim. Aslında Yeni Nesil üyesiyim. Hatta üst düzey yönetici kadrosundayım. Göstermemi ister misin?”

Bir eli boynundaki kolyenin ucundaki madalyondaydı. Kolyeyi daha önce fark etmemiştim, ama yakından bakınca içinde bir Kabuki hologramı olduğunu görebiliyordum. Yeni Nesil üyeleri bu madalyonları kullanarak etraflarındaki Kabuki hologramlarını yaratıyorlardı.

“Hayır,” dedim sertçe. Sahte bir Kabuki görmek istemiyordum. “Ne konuşmak istiyorsun?” diye sorumu tekrarladım.

Elini indirerek, “Neden yaptığını,” dedi. “Matt Green ile konuştum. Ona bir nedenin olduğunu söylediğini anlattı. Ama ona açıklamana izin vermemiş. Belki hiç kimseye anlatmadın. Senden duymak istiyorum. Neden yaptın?”

“Neden umurunda?” diye sordum. “Sen Yeni Nesil’sin. Yani benden nefret ediyorsun. Anlatacağım herhangi bir şeye inanmayacaksın.”

Gözlerini indirerek, köyün ortasındaki hafif sisli açıklığa baktı. Kaynayan kazanlardan buharlar çıkıyordu.

“Geldiğim yere bakarak, böyle düşünmekte haklısın,” dedi. “Tanrım, bu konuşmayı kaç kez prova ettiğimi tahmin edemezsin. Ama şimdi hazırladığım konuşmaların hepsi saçma geliyor…” Durdu. Sonra bana bakarak devam etti: “Sema benim anneannem ve senin sayende, Kabuki sayesinde, meşhur ve zengin oldu. Benim annemin ve benim hayatlarımızı bir bakıma sana borçluyuz. Senin suçuna… Ama ben hep gerçeği merak ettim. Gerçekten anneannemin söylediği ve yazdığı gibi, bütün dünyanın inandığı gibi yüzkarası herifin teki misin? Bu kadar nefret edilmeye değer miydi? Gerçekten neden yaptın?”

“Ailesine başkaldıran bir ergensin demek,” dedim. “Kaç yaşındasın sen?” Sema’yla karşılaştığım yaşlarda gibiydi. Şımarık bir zengin çocuğu gibi bir hali yoktu ve bu söylediğime alınarak suratını astı.

“Tamam, anlatacağım,” dedim. “Gerçekten dinleyeceksen anlatacağım.”

Oturması için içeriden bir sandalye çektim ve anlatmaya başladım. Ta en başından itibaren bütün hikayemi ilk kez birisine anlatıyordum. Anlatırken o günlere dönüyor ve kendimi yine gençlik günlerimdeki gibi hissediyordum. Konuştukça Türkçe’yi daha rahat kullanmaya başlamıştım; arada Türkçe’sini bulamadığım kelimelerde Füsun bana yardım ediyordu. Anlattıklarımı büyük heyecanla ve şaşkınlıkla dinliyordu.

Biz konuşurken etrafımızda Tibet köylüleri toplanmaya başlamıştı. Söylediklerimizi anlamıyorlardı; ama köyün aksi yabancı ihtiyarını ilk kez bu kadar canlı görmek ilgilerini çekmişti. Onlara aldırmadan anlatmaya devam ettim.

Saatler geçti ve hava kararırken hikayemi bitirdim.

Hava soğumaya başlamıştı. İçeriden yün kazağımı getirip giyerken, Füsun’a da kalın köylü ceketimi verdim. Hiç üşümüş gibi durmuyordu.

“Bu kadar uzun zaman…” dedi. “Hep kaçtın. Neden bunları kimseye anlatmadın?”

“Çünkü kimse dinlemiyordu,” dedim. “Sema da, Matt de dahil hiç kimse dinlemedi. Şimdi sen duydun, çünkü dinlemek istiyordun.”

Gözlerindeki acıyan bakıştan hiç hoşlanmadım, buna ihtiyacım yoktu. Bu yüzden ona bahsetmediğim kuşkularımı anlatmaya başladım. Bütün bunların planlı olduğuna dair korkutucu komplo teorilerimi…

Bana deliymişim gibi bakmıyordu. Söylediklerimin anlamını kavramaya çalışıyormuş gibi alnını kırıştırmıştı.

“Peki, eğer bu kuşkunda haklıysan, amaçları aslında neydi?” Bunu söylerken boynundaki madalyonu hafifçe tutuyordu. Kabuki’lerden her bahsedişinde bunu yapmaya alışmış gibiydi.

“Tam olarak buydu,” dedim. “Bütün dünyada Kabuki’lere karşı büyük bir sempati, bir suçluluk ve teslimiyet duygusu. Haklarının tüm dünyada tanınması. Dünya’ya bir dahaki gelişlerinde tam olmasını istedikleri ortamı biz kendi ellerimizle yarattık. Burayı işgal etmelerine gerek yok – geldiklerinde her istediklerini alabilirler. Sadece istemeleri yeterli.”

“Evet,” diye başını salladı Füsun. “Ama bir şey daha var. Mars’tan geldiklerini söylemiştin, değil mi? Tabii bu da söyledikleri başka bir yalan değilse… Şunu düşünüyorum: Senin eyleminden sonra uzay programına eskisi kadar önem verilmedi. Kendi suçluluk duygumuzla o kadar meşguldük ki, dışarıya çıkmayı aklımızdan çıkardık. Kimbilir, belki uzayda Kabuki’lerle karşılaşmaktan ve yaptıklarımızla yüzleşmekten korktuk. Ama sonuçta kendi içimize döndük ve dünyamızda kaldık…”

“Tam da onların istediği şekilde,” dedim usulca. Bu aklıma gelmemişti. Bu kız göründüğünden daha akıllıydı.

Devam etti: “Yanı başımızdaki Mars’a bile gitmedik. Elli yıl önceki Mars programı askıya alındı. Aydaki küçük koloni de iptal edildi. Ama son yıllarda yeniden hareketlenme var. Birkaç yıl içinde yeniden Mars’a insanlı bir sefer yapılması kararı alındı ve hazırlıklar sürüyor. Bu olunca…”

“Olmasına izin vermeyecekler,” dedim. “Tabii gerçekten Mars’talarsa… Buna izin vermezler. Tekrar buraya gelecekler. Ve bu sefer biz onlara her şeyi vermeye, her söylediklerini yapmaya hazır olacağız…”

“Ve sonsuza dek Kabuki’nin güzelliğini seyrederek olduğumuz yerde kalmaya…” diye tamamladı.

Sustum. Hava artık iyice kararmıştı. Etrafımızdaki köylüler uzun zaman önce sıkılarak dağılmışlardı. Köydeki yakılan ateşlerden gelen titrek ışıklar yüzümüzü uzaktan aydınlatıyor, etrafımızdaki gölgeler uzayıp kısalıyordu. Sanki bir kamp ateşi etrafında birbirlerine korku hikayeleri anlatan gençler gibiydik. Benim bir ihtiyar olmam dışında, tabii…

“Hiçbir şey yapamayız,” dedim kısık sesle. “Her şeyi mükemmel düşünmüşler. Ne olacağını biliyoruz, ama elimizden hiçbir şey gelmez. Tarihin akışının önünde duramazsın.” Acı acı gülümsedim. Bunu en iyi bilen kişi bendim çünkü.

“Her şey algıda bitiyor,” dedi Füsun. Bana değil de kendisine anlatıyor gibiydi. “Önce Kabuki’deki güzelliği gördük ve ona aşık olduk. Sonra da, ona yaptıklarımız için kendimizi affedemiyoruz. Her şey gözlerimizin önünde oldu. Masum, zararsız bir güzelliği nasıl öldürdüğümüzü, canlı yayında gördük. Bunun şokunu atlatmak, bunu tersine çevirmek için yine benzer bir olaya ihtiyaç var. Belki daha büyüğüne. Eskisini unutturacak kadar büyüğüne…”

Neden bahsediyordu?

“Ne benzer olayı?” dedim. “Ne yapmamı bekliyorsun?” Yaşlı bir adamım artık, ne yapmamı istiyor olabilirdi?

“Sen bir şey yapmayacaksın,” dedi. Sonra başını kaldırarak bana gülümsedi ve yaşlı, buruşmuş elimi ellerinin arasında tuttu. Şaşırarak ona baktım.

“Yakalanma, yeter,” dedi ve kalkarak geldiği yoldan yürüyerek geri dönmeye başladı. Gecenin karanlığında tek başına nasıl döneceğini merak ettim; belki üzerindeki pahalı cihazlar yolunu bulmasını ve rahat etmesini sağlıyordu.

Karanlığın içinde kaybolurken arkasından uzun uzun baktım.

* * *

Ömrümün son günlerini yaşadığımı biliyorum. Vücudum artık her hareketime isyan ediyor ve her nefesimde bile zorlanıyorum. Kalbimin her atışı için şükredecek durumdayım artık.

Artık sadece bekliyorum. Dünyanın tepesindeki bu köyde masmavi gökyüzüne bakarak ölümü, Kabuki’leri ya da Dünya’nın nefretinin bana ulaşmasını bekliyorum.

Artık hangisi daha önce gelirse…

* * *

EPİLOG (KYU)

Ellinci yıldönümü için etrafta büyük bir kalabalık vardı. Dünyanın her yerinde insanlar ve Yeni Nesil Kabuki’ler hazırlıklarını tamamlamış, sokaklarda, özel hazırlanmış tören alanlarında, evlerinde bekliyordu. Büyük şehirlerden küçük kasabalara kadar her yerde bir canlılık vardı. En büyük kalabalık ise, tam elli yıl önce o yüzkarası olayın yaşandığı, Onur’un Kabuki’yi öldürdüğü New York’taydı.

Yeni Nesil Kabuki’ler hologramlarıyla önceden hazırlanmış muhteşem renk ve görüntülerini sergilemeye başlamışlardı. Ustalıkla planlanmış koreografiye uyarak bazen hepsi aynı anda, bazen birinin bitirdiği yerden diğeri devam ederek etraflarında kendilerini seyredenlere görsel bir ziyafet çekiyorlardı.

Bugünün en önemli olayı, Yeni Birleşmiş Milletler ve Özgür Topluluklar (YBMÖT) binasında olacaktı. Elli yıldan bu yana çok şey değişmişti. Eski Birleşmiş Milletler’in üyelerinin önemli bölümü, 21. yüzyıldaki politik değişikliklerle birlikte değişmişti. Yapısı ve işleyişi de eskisinden tamamen farklıydı artık. Ayrıca, ülkelerin yanı sıra, sınır gözetmeksizin, her ülkeden üyesi bulunan belli büyüklükteki topluluklar da üye olabiliyor, sesini duyurabiliyordu. Sosyal ağlarda doğan pek çok küçük grup, kritik büyüklüğe ulaştığında otomatik olarak YBMÖT’e üye oluyordu.

Bugün Yeni Nesil de organizasyona üye olacaktı. Bugünün en önemli olayı buydu.

Yeni Nesil, bir devlet olarak tanınacaktı.

YBMÖT’ün Genel Kurul salonunda diğer ülke temsilcilerinin yanı sıra yüzlerce Yeni Nesil üyesi anma etkinliklerinin bitmesini ve esas olayın başlamasını bekliyordu.

Füsun, etrafındaki hologramın içinde, heyecanla bekliyordu. Bugün tüm dünyadaki Yeni Nesil Kabuki’lerinin yansıtacağı hologramların ve koreografilerinin hazırlanması konusunda en önemli pay ona aitti ve bunun için aylarca hazırlanmıştı. Kendi madalyonuna dokunarak oluşturduğu yeni desenler ve renkler, dünya üzerindeki bütün sahte Kabuki’lerin yüzeylerinde beliriyor ve birbirinin içinde eriyordu.

Heyecanının asıl nedeni başkaydı.

Bundan aylar önce, Onur ile Tibet’in bir yaylasında konuşurken aklına gelen tek çözümü uygulayabilmesinin tek yolu buydu. Bugün, şimdi, burada. Ve her yerde…

İnsanların Kabuki’lere olan sevgileri koşulsuzdu. Sonsuz bir teslimiyet içindeydiler. Çünkü Kabuki güzellik demekti. Ondan hiç bir kötülük gelmezdi.

Bu algıyı değiştirmek için yapılması gereken belliydi…

Konuşmalar alkışlar içinde sona ermişti. Konuşmaların çoğunda Kabuki’lere yapılan muazzam kötülükten utanç içinde bahsedilmiş, bunun bir daha yaşanmaması için sözler verilmişti. Bazı konuşmacılar da Kabuki’nin yüceliğini anlatmış ve kendi aralarına katılmasından ne kadar memnun olduklarını dile getirmişlerdi.

Şimdi, YBMÖT Genel Sekreteri kürsüye Kabuki’lerin temsilcilerini çağırıyordu. Resmi karar çok önceden oybirliğiyle alınmıştı. Ama bu kabulün özellikle bu sembolik günde yapılması için beklenmişti.

Bir diğer üst düzey Yeni Nesil ile birlikte Füsun kürsüye doğru yürüdü. Elbette, onu seyredenler onun yürüdüğünü değil, bir Kabuki’nin yerin üstünde süzüldüğünü görüyordu.

Genel Sekreter uzun konuşmasını alkışlar içinde bitirdi: “…Hoşgeldiniz Yeni Nesil! Hoşgeldiniz Kabuki’ler! Umarım bizi affetme büyüklüğünü gösterirsiniz!”

Füsun, bir kaç dakika alkışların sona ermesini bekledi. Sonra üzerindeki şekillerle (ortak dilde), “Bu anlamlı günde bizim de size bir hediyemiz var,” dedi. “Çok uzun zamandır bunu bekledik; hak ettiğinizi size vermek için… Kabuki’lerden tüm insanlığa…”

Sonra uzanarak boynundaki madalyonunu bütün gücüyle sıktı.

Her şey bir saniye sürdü.

Bütün dünyadaki sahte Kabuki’lerin yüzeylerinde dolaşan ışıklar parlamaya ve hızlanmaya başladı. Isınan yüzeylerinden çıkan sıcaklık bir anda artarak yakınlarındakileri yakmaya başladı.

Her bir Kabuki, yakın çevresini kavuran küçük birer süpernova patlamasına dönüşmüştü.

İnsanlar düşmeye başladılar…

SON

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

8 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Carol Newman için bir yanıt yazın İptal

  • Beklenmedik ama güzel bir son oldu 🙂 Alternatif yaşam formları ile ilgili yazılacak yerli makalelerde mutlaka değinilmesi gereken bir seri oldu bence …

    Ellerinize sağlık Badahan bey 🙂

  • Beklenmedik bir son olduğuna katılmakla birlikte, tam olarak anlayamadığım bir son oldu.

    Mesela, Füsunu hareketi kabukileri öldürmeye yönelik insani bir hareket miydi? Ya da kabukiler amaçlarına ulaştılar ve bazı insanları kullanarak tüm insanlığı yok mu ettiler?

    Kabuki’yi konu, anlatım, genel gidişat vs. yani genel olarak çok çok beğendim. Ancak, eğer amaçlanan zaten bu değilse tam olarak anlaşılamayan çok havada kalmış bir son olduğunu düşünüyorum.

    Kaleminize sağlık (:

  • Carol Hn., Altuğ Bey, Gürkan Bey, yorumlar için çok teşekkürler…

    Gürkan Bey, aslına bakarsanız Füsun üzerinde daha yoğunlaşabilirdi hikaye ve çok daha uzayabilirdi. ama belki en azından bir kaç paragrafla da olsa Füsun’a odaklanabilirdik.

    Son hakkında yorumlar elbette okuyanlara ait, ama benim aklımdaki şuydu: Masum Kabuki algısının/imajının kırılabilmesi için yapılan ve en az Onur’un yaptığı kadar medyatik bir şeydi. Çok sayıda insan öldü, ama herkes değil. Sadece Yeni Nesil üyelerine yakında duran insanlar ve Yeni Nesil üyelerinin kendileri.

    Hayatta kalanların bu olanlardan ne anlam çıkaracağını düşünün. Ve Kabuki’leri nasıl görmeye başlayacağını…

    Yorumunuz için tekrar teşekkürler…

    • Yazınız… Muhteşem. Okudum ve bitirdim tekrar okudum… Kaleminiz yorulmasın inşallah efendim. Çok güzeldi 🙂 Ve birisi ne olur bu siteye nasıl üye olacağımı söylesin. Paylaşmam gereken şeylerin olduğunu hissediyorum ama üye olamadım. Badahan Bey sizinle de konuşmak isterim..

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da