Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

KABUKİ – 5

Önceki Bölümler: Kabuki – 1Kabuki – 2Kabuki – 3Kabuki – 4

Sabah saat dokuza yaklaşırken, laboratuvarın içindeki dönen merdivenden koşarak yukarı çıktım ve bir süredir dışarıdan üzerine vurulan yumruklarla yankılanan kilitli metal kapıyı içeriden açarak Zeynep’in ve güvenlikçi Ahmet’in yüzlerine baktım.

“Amirlerime haber vermek üzereydim hocam,” dedi Ahmet, elindeki telsizi göstererek. “İyi misiniz? Kapıyı neden kilitlediniz?”

Zeynep de endişeyle bana bakıyordu. “Kapı açılmayınca bir süre tek başıma çaldım. Daha önce hiç kilitli olmazdı. Ahmet Bey’den yardım istedim. On beş dakika olmuş olmalı. Neler oluyor?”

Üstüm başım darmadağınık olmalıydı. Onların gözünde nasıl hırpani göründüğümü sadece tahmin edebiliyordum, çünkü aynaya bakarak kendime çeki düzen verecek zamanım olmamıştı.

Kabuki yirmi dakika önce ölmüştü.

O andan bu yana laboratuvarda, onun hayatta olduğuna dair tüm delilleri ortadan kaldırmaya çalışmakla meşguldüm.

Öncelikle, onunla konuşmamı sağlayan ortak dil programını çalıştırdığım bilgisayarın hafızasını kalıcı biçimde silmiştim. Bunu yaparken, Kabuki’nin benimle konuşmasının yaklaşık son yarım saatini ayrı bir mini-diske kopyalayarak cebime atmayı unutmamıştım. Bu kısım çok önemliydi – bir Kabuki’nin nasıl öldürüleceğini, bir diğer Kabuki’nin ağzından anlatıyordu. Daha sonra birkaç kez daha izleyerek ezberleyecek ve imha edecektim.

Daha sonra, Kabuki’nin etrafına gece yerleştirdiğim projektörleri zorlukla sürükleyerek küçük depo odasına kaldırmıştım.

Kayıt yapan, Kabuki’deki değişiklikleri izleyen tüm cihazları kontrol etmiş ve olağan kayıtların dışında hiçbir iz kalmamasını sağlamıştım.

Kabuki’nin bu gece hayata döndüğüne ve sonra kalıcı biçimde öldüğüne dair somut hiçbir delil kalmamıştı.

Ben bunları yaparken metal kapı önce Zeynep’in, sonra Ahmet’in dışarıdan yumruklarıyla zangırdıyordu.

Yukarıya çıkmadan önce son olarak dönmüş ve laboratuvarın tam ortasındaki yükseltinin üstünde sabit ve hareketsiz duran Kabuki’ye bakmıştım. Hiçbir şey olmamışçasına, eskisi gibi duruyordu. Sadece gören gözlerin anlayabileceği mesajı olan bir modern heykel gibi, her şeyin üstünde duruyordu. Maskesiyle yekvücut olmuş bir Kabuki oyuncusuydu sanki…

Ona söyleyecek son bir söz aramıştım, ama beni duymayacağının da farkındaydım. Artık tamamen kabuk bağlamış ve ölmüştü, kapıyı da daha fazla kilitli tutamazdım. Merdivenden çıkarak laboratuvarın metal kapısına yönelmiştim.

Elbette, bütün bunları karşımda merakla duran Zeynep ve güvenlikçi Ahmet’e anlatacak değildim.

“Gece geç saate kadar çalışıyordum,” dedim Zeynep’e. “Sigortalar attı ve elektrik bir süreliğine gitti. Geldiğinde, bazı aletlerin zarar gördüğünü gördüm ve laboratuvarı bırakmak istemedim.” Bunları söylerken bir taraftan da Ahmet’e bakarak onun başıyla onaylamasını sağlıyordum. Hikâyemin bir şahidi bile vardı.

Devam ettim: “Gece burada uyudum. Deliksiz uyumuşum, az önce uyandım. Kapının sesini duymamışım anlaşılan, kusura bakmayın.”

“Kapı neden kilitliydi?” diye sordu Zeynep, kuşkulu bir tonla. Anlattıklarımdan tam ikna olmamış gibi bir hali vardı.

“Bilmiyorum,” dedim daha önce kafamda kurguladığım şekilde. “Elektrikler nedeniyle kilit mekanizması bozulmuş olmalı. Bugün baktırırız.”

Ahmet, “Zaten birazdan teknisyenleri arayıp çağıracağım hocam,” dedi. “Elektriği de düzeltmeleri lazım. Bugün bayağı tamirat olacak burada. Benim vardiyam bitti, ama onlar gelmeden çıkmam.”

“Sağol Ahmet,” dedim rahatlayarak. Hikâyem kabul görmüştü anlaşılan.

Zeynep kapıdan girerek merdivenden inmeye başladı, Ahmet de geri dönerek girişteki güvenlik masasına doğru gitti.

O gece duyduklarımı, Kabuki’nin anlattıklarını birileriyle paylaşmalıydım. Çok, ama çok önemliydi. Bütün insanlığı ilgilendiriyordu. Ne yapacağım konusunda kendi başıma karar veremezdim. Ama henüz bunları kiminle ve nasıl paylaşacağımı bilemiyordum.

Aynı Kabuki’yi aylar önce ilk kez gördüğüm gece olduğu gibi, ne yapacağıma karar vermeye çalışıyordum.

Aklıma o gece Kabuki’ye ve bana ilk ulaşan muhabir Sema geldi. Henüz genç bir gazeteciydi, ama o ilk röportaj sayesinde şimdiden dünya çapında bir şöhrete ulaşmıştı bile. Yazdığı takip yazıları, uzmanlarla röportajlar ve (doğru olsun olmasın) ortaya attığı çarpıcı konular ile hatırı sayılır bir takipçi sayısına ulaşmıştı. Kamuoyu oluşturacak bir güce sahipti.

Bunu ancak Sema’ya anlatabilirdim. Beni ancak o dinlerdi.

Bana sadece o inanırdı.

Karar vermiş olmanın rahatlığıyla, “Ben Sema’yı arayacağım,” dedim Zeynep’e. Kendi istasyonunu yeni açmış ve sandalyesine oturarak yerleşiyordu.

Yüz ifadesini anlayamadım. Küçük bir çocuğa endişe ile bakar gibiydi sanki. Oysa ben onun her zamanki gülümsemesini bekliyordum.

“Okudun demek,” dedi.

“Neyi okudum?” diye sordum. Neden bahsediyordu?

“Bunu sorduğuna göre okumamışsın,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Boşver, saçmalamış işte.”

“Hangi konuda saçmalamış?” diye üsteledim. “Hem, ne zaman oldu bu?”

“Bugünkü gazetedeki köşesinde sana yüklenmiş biraz,” dedi, konuyu kapatmaya çalışır gibi hızlıca. “Ona röportaj vermiyorsun diye olmalı. İçinde ipe sapa gelir bir şey yok zaten. Ciddiye almaya değmez.”

Hemen kendi istasyonumu açarak Sema’nın gazete yazısını buldum. Okumaya başlarken, Zeynep’in acıyan bakışlarını üzerimde hissediyordum.

Yazı, tamamen beni hedef alıyordu. Zeynep’in konuyu yumuşatmaya çalışmak için çabalamasının nedenini okudukça daha iyi anlayabiliyordum. Yazının başlığından belliydi – Sahte Kahraman, Sahte Onur…

Benim sadece şans eseri Kabuki ile ilk karşılaşan kişi olduğumu, hatta Kabuki’yi ilk bulanların aslında köylü avcılar olduğunu söylüyordu. Bana hak ettiğimden fazla bir itibar verildiğini ve benim bu itibarın karşılığını veremediğimi acımasız bir dille anlatıyordu. Sadece doğru zamanda doğru yerde bulunmuş olmam sayesinde, ölü bir Kabuki’yi aylardır başarısızca incelemeye çalışan bir ekibin başına atandığımı ve hiçbir şey yapmadan devletten maaş aldığımı uzun uzun yazıyordu.

Biraz dikkatli bakınca, aslında hiçbir anlam taşımayan boş bir figür olduğumu, toplumu oyalamak için seçilen sahte bir kahramandan başka bir şey olmadığımı söyleyerek de yazıyı bitiriyordu.

Yazıyı okumayı bitirdiğimde kafamı kaldırdım, ama Zeynep’e bakamadım.

“Saçmalamış işte,” diye tekrarladı Zeynep, moralimi yükseltmeye çalışarak. “Senden yeni röportaj alamadığı için sinirlenmiş ve gündem yaratmaya çalışıyor. Sen ciddiye almazsan, kimse de ciddiye almaz.”

Başımı salladım. Haklıydı elbette. Ama yazının da haklı bölümleri yok değildi – Gerçekten de dişe dokunur hiçbir şey yapabilmiş değildik. Bunun için elimizdeki kaynakların kıtlığını öne sürmek de işe yaramazdı. İnsanlar mazeretlere değil, sonuçlara bakarlardı.

Kesin olan şuydu: Kabuki’den o gece öğrendiklerimi artık Sema’ya anlatamazdım. İlk tepkisi, kendi itibarımı yükseltebilmek için bunları uydurmuş olduğum yönünde olurdu. Kimbilir nasıl bir haber çıkarırdı bundan – benimle nasıl acımasızca alay ederdi. Söylediklerime bir şekilde inansa bile bunu yazamazdı, çünkü artık herkes onun benim hakkımdaki düşüncelerini biliyordu.

Artık bunun geri dönüşü yoktu.

Sema dışında gidebileceğim ve bana inanacak kimse de yoktu. Dünyayı uyarmam gerekiyordu, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Bazen, insanlardan kaçarak saklanırken geçen yıllar içinde, geçmişe dönüp o gün olanları tekrar düşünüyorum. Eğer Sema’nın o yazısı tam o gün yayınlanmasaydı, ben muhtemelen her şeyi, Kabuki’nin tüm anlattıklarını, dünyanın önündeki büyük tehlikeyi Sema’ya anlatmış olacaktım. O da bunu yayınlayacaktı, böyle büyük bir haberi atlamasına imkân yoktu.

Sonuç ne olurdu, bilmiyorum. Ama en azından bütün bu bilginin yükünü hayatım boyunca tek başıma taşımazdım. Bütün dünyanın en çok nefret ettiği insan olmazdım. Kaçmak ve saklanmak zorunda kalmazdım. En azından bundan eminim.

Seçenekleriniz tükendiğinde, karar vermek oldukça kolaylaşıyor…

O gün laboratuvarda etrafı toparlayıp, gece olanlardan kimsenin kuşkulanmadığından emin olduktan sonra, akşam erkenden lojmanıma döndüm ve Kabuki’nin anlattıklarının son bölümünü defalarca dinledim. Ezberleyemeyeceğim kadar teknik terimler vardı, bu yüzden kaydı imha etmeden önce önemli kısımlarını bir kâğıda not ettim ve cüzdanımın içine yerleştirdim.

Birleşmiş Milletler’deki toplantıya daha bir hafta vardı, ama bir an önce oraya giderek hazırlanmam gerekiyordu. New York’a uçuş biletimin tarihini birkaç gün öne aldım.

Türkiye’de geçirecek bir günüm kalmıştı. O günümü de, köy evindeki annemi ziyarete ayırdım.

Ona hiçbir şey söyleyememenin verdiği ağırlığı üzerimden atmama imkân yoktu. Onu son kez gördüğümü belki içten içe tahmin ediyordum, ama kuşkulandıracak hiçbir şey yapmamam lazımdı. Beni vaz geçirmeye çalışabilirdi ve daha kötüsü, bunda başarılı olabilirdi. Bu yüzden söylemek istediklerimin hiç birini söyleyemeden yanından ayrıldım.

Beş yıl sonra öldüğünü, vefatından aylar sonra öğrenecektim…

New York uçağında geçen uzun saatler boyunca hiç uyumadan sadece düşündüm. Aklıma o ana kadar gelmeyen farklı bir fikir bulmayı, planımı son anda değiştirecek başka bir çıkış yolunun gözlerimin önünde belirmesini çaresizce bekliyordum.

Bunu yapmayı hiç istemiyordum…

Uçak Amerika’ya indikten sonra, gümrükteki yoğun kontroller sırasında durumun absürtlüğünü düşünerek, manasızca güldüm. Görevliler ilk önce şaşırdılar, ama beni hemen tanıdılar ve onlar da gülümseyerek karşılık verdiler – ne de olsa dünyanın en meşhur ve popüler insanıydım.

Üzerimde hiçbir silah yoktu, ama asıl tehlike kafamın içindeki düşüncelerde ve cüzdanımın içindeki katlanmış kâğıt parçasındaydı…

Otele yerleştikten sonra, New York’ta tiyatro malzemesi ve maskeler satan mağazaları dolaşmaya başladım. Fazla aramama gerek kalmadan aradığım şeyi buldum.

Rengârenk bir Kabuki maskesi…

İnsanın suratını tamamen kaplıyor ve arkadan birleşen iplerle sabitleniyordu. Yeşil, mavi ve sarı renkler iç içe giriyordu, ama en baskın renk kırmızıydı – göz oyuklarının etrafındaki sert çizgiler ile sert bir ifadeye bürünüyordu. Vahşi bir saldırı sahnesinde kullanılmak için hazırlanmış gibiydi.

Çok hoşuma gittiğini söyleyemem, ama fazla seçme lüksüm yoktu…

Daha sonra alışverişime devam ederek, elektronik mağazalarını ve küçük tamir atölyelerini dolaştım.

En sonunda, en uygun olduğuna karar verdiğim bir atölyeye girerek, tezgâhın arkasındaki orta yaşlı adama elimdeki malzemeyle birlikte tam olarak ne istediğimi anlatan talimatları bıraktım. Birkaç defa da üzerinden birlikte geçerek anladığından emin oldum ve istediğimi tam olarak yapabilirse yüklü bir ücret vereceğimi birkaç defa tekrarladım. Adam gülümseyerek beni dinledi – kimbilir Kabuki’ler ortaya çıktıktan sonra, Kabuki maskeleriyle ilgili bunun gibi ne kadar çok iş yapmıştı. Beni tanıyıp tanımadığını anlayamıyordum; önemli olan istediğimi yapmasıydı…

Toplantı günü maskeyi atölyeden alarak (ve söz verdiğim ücreti fazlasıyla vererek) Birleşmiş Milletler binasına doğru yola çıktım. Binaya doğru güvenlik önlemleri oldukça sıkıydı. Bir noktadan sonra sivil araçların yaklaşmasına izin verilmiyordu, ben de taksiden inerek yürümeye başladım. Kontrol noktalarından, kimliğimi ve özel iznimi göstererek kolayca geçiyordum. Birleşmiş Milletler binasının girişindeki son ve en sıkı arama noktasında, yanımdaki Kabuki maskesini ve üzerindeki mekanizmaları polislere izah etmeye çalışırken, tanıdık bir sesle irkildim. Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde, daha önce defalarca video konferanslarda görüştüğüm Morgan’ı ilk defa canlı olarak gördüm. Gülerek yanıma geldi ve hararetle elimi sıktı. Polislere dönerek, “Onur konuğumuzu içeriye sokmayacak mısınız yoksa?” diye gülerek sordu. Arkamda uzamaya başlayan kuyruğun farkındaydım ve buradan bir an önce geçmek istiyordum.

“Bakın,” dedim polislere, kendimden emin bir tavırla. “Bu bir Kabuki maskesi. Bu, benim Kabuki’ye vereceğim bir hediye. İnsanlığın Kabuki’lere sunacağı bir dostluk ifadesi. Eminim sizler de bu iyi niyet jestini engelleyerek tarihe geçmek istemezsiniz.”

Bu açıklamanın ve Morgan’ın yardımıyla kontrol noktasından geçerek içeriye girdim. Morgan koluma girmişti.

“Neden resmi yollardan gelmedin?” diye sordu. “İçeri çok daha kolay girerdin. Hem daha önce tanışırdık; seni etrafta gezdirmek için yoğun bir program bile yapmıştık.”

Kendimi zorlayarak gülümsedim ve “Size yük olmak istemedim. Eminim yeterince yoğunsunuzdur,” dedim. “Hem ben de kendi başıma yeterince gezdim.”

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu salonuna girdik. Toplantı başlamak üzereydi. İçerisi tıklım tıklım doluydu ve yoğun bir gürültü vardı. Morgan, beni ön taraftaki boş sıralara doğru götürdü.

Işıklar hafifçe sönmeye başladı. Birbiriyle konuşan ve bağrışan insanların sesleri yavaşça azaldı ve herkes önüne dönerek izlemeye başladı.

Kürsüye ilk önce ABD başkanı çıktı ve yarım saate yakın bir konuşmayla bu toplantının önemini anlattı. İlk kez dünya dışı zeki canlılarla, barış içinde ve tüm dünya olarak resmi bir buluşma gerçekleştiriyorduk (bunu defalarca ve ağdalı bir dille anlattı) ve bundan sonra yepyeni bir döneme girecektik. Söylediklerini hayal meyal hatırlıyorum, çünkü onu dinlemiyordum bile… Sadece kendi sıramı bekliyordum ve her şeyin yolunda gitmesini umut ediyordum…

Başkan’ın konuşması bittiğinde kürsünün arkasından Kabuki yükselerek belirdi. O ana kadar nerede olduğunu bilmiyordum, ama anlaşılan onu bir süredir orada bekletiyorlardı.

Her zamankinden daha güzeldi…

Üzerindeki renkler ve şekiller, törensel bir zariflikle kendi içlerinde akıyor ve değişiyordu. Onu seyrederken, üzerindeki katmanların bir birinin içinde dağılarak erimesini ve ahenkle yeniden oluşmasını hayranlıkla izlerken, bu gösteriyi sadece sizin için yaptığını ve dünyanın en özel insanı olduğunuzu düşünüyordunuz.

Sonra, kürsüye beni çağırdılar.

Yüzlerce kişinin alkışları arasında ve milyarlarca insanın seyrettiği canlı yayında, kürsüye, Kabuki’nin yanına çıktım. ABD Başkanı, beni överek takdim ettikten sonra kürsüden indi.

Benden sonra Kabuki canlı yayında tüm dünyaya seslenecekti. Onu dinleyen, gören milyarlarca insanı yönlendirmeye başlayacaktı. Bizim Dünya’dan asla ayrılmamamızı ve burada zaman içinde tükenerek yok olmamızı sağlayacaktı. Bunu kendi isteğimizle yapacaktık, çünkü evrenin tüm güzellikleri burada, gözlerimizin önündeydi.

Evrenin en güzel varlığı Kabuki’ydi ve bizimle birlikteydi…

Buna izin vermeyecektim.

Gülümseyerek, “Minnettarlığımızı ve dostluğumuzu göstermek için bir hediye getirdim,” dedim. Kabuki maskesini yüzüme yerleştirdim ve arkadaki ipleri bağlayarak sabitledim.

Sırada: Kabuki – 6

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

6 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Badahan Canatan için bir yanıt yazın İptal

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da