Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

KABUKİ – 4

Önceki Bölümler: Kabuki – 1Kabuki – 2Kabuki – 3

Şalteri indirdiğim anda birkaç şey birden oldu ve bunların hiçbirini beklemiyordum.

Önce laboratuvardaki bütün ışıklar söndü ve karanlıkta tek başıma kaldım.

Sonra, elimi şalterden çekmeden ne olduğunu anlamaya çalışırken, yüksek sesli ve tiz bir alarm çalmaya başladı.

Ne düşüneceğimi bilemeden, korkuyla olduğum yerde kalakaldım.

Alarmın sesi çok yüksekti ve konuşsam kendi sesimi duyamayacağımdan emindim. Zifiri karanlıkta hiçbir şey göremeden ve alarmın inip çıkan sireninin ortasında, ışığa yakalanıp donakalan bir av hayvanı gibi duruyordum.

Projektörleri çalıştırmam yüzünden sigortalar atmış olmalıydı. Güya bütün altyapıyı elden geçirtmiştim ve bunun olmaması gerekiyordu. Ama her zamanki gibi ters gidebilecek şeyler ters gitmişti – bunu yapan teknisyenlere projektörleri aynı anda çalıştırarak elektrik sistemine yükleneceğimi söylememiştim (bunu kimseye söyleyemezdim). Onlar da laboratuvarın elektrik sistemini makul ölçülerde güçlendirerek görevlerini yerine getirmişlerdi. Kendimden başka kimseyi suçlayamazdım.

Alarmın çalması da doğaldı – içerideki elektrik kesintisi buna neden olmuştu. Buradaki çalışmamız büyük güvenlik önlemleri altında gerçekleşiyordu. İçeri izinsiz hiç kimse giremezdi ve beklenmeyen her türlü durumda alarmın çalması programlanmıştı. Bunu laboratuvara ilk geldiğimde bana anlatmışlardı.

Sol elimle sımsıkı tuttuğum şalteri kaldırarak ilk pozisyonuna getirmeyi, çaresizce, denedim. Sanki bunu yaparsam her şey eski haline dönecekmiş gibi. Elbette hiçbir şey değişmedi.

Bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum ve başımı büyük belaya sokmuş olduğumun farkındaydım. O ana dek gayet iyi idare etmiştim; ama er geç burada tek başıma ne işler çevirdiğimi birilerine anlatmak zorunda kalacaktım ve asıl gürültü o zaman kopacaktı. Bazı bilgileri neden kendime sakladığımı makul bir şekilde anlatabilmeme imkân yoktu (artık kendim bile bunu neden yaptığımdan emin değildim) ve biraz düşününce casuslukla bile suçlanabileceğimi titreyerek fark ettim.

Gözlerimi mümkün olduğunca açarak kapının olması gereken tarafa doğru baktım ve hafif bir şekilde soğuk mavi renkte ışıldayan metal merdivenlerden oraya tırmanarak dışarı çıkmam gerektiğini düşündüm. Sonra ne olacağını ise yaşayarak görecektim.

Ve sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, elektrikler geri geldi ve hemen ardından da alarm sustu.

Jeneratör devreye girmiş olmalıydı (sahi neden bu kadar gecikmişti?). Hala çınlayan kulaklarımı ovaladım ve çalışma masamdaki telefonun çaldığını fark ettim. Bir süredir çalıyor olmalıydı, ama alarm çalarken duymama imkân yoktu. Masama doğru yürüyerek telefonun ahizesini kaldırdım.

“İyi misiniz Onur hocam?” Güvenlik’teki gece görevlisinin sesini hemen tanıdım.

“Ben… İyiyim, iyiyim. Sorun yok.” Heyecanımı bastırmaya çalışıyordum. Sesimin düzgün çıkması gerekiyordu.

“Elektrikler kesildi, fark etmişsinizdir. Alarm sona erdi ve dışarıda bir sorun yok. İçeriye girmeme izin verirseniz laboratuvarı bir de ben kontrol edeyim.”

“Buna gerek yok…” Neydi adı? “…Ahmet. Yaptığım deneyde kablolara biraz fazla yüklendim, elektrik ondan gitti. İçeride her şey normal.”

Biraz durdu. Ne yapacağını düşünüyor olmalıydı. Sonra, “Öyle diyorsanız tamam hocam,” dedi. “Elektriğe sabah baktırırız. Jeneratörde bir güne yetecek kadar mazot var, ama kullanmadığınız elektrikli cihazları, ışıkları falan kapatın. Ne olur ne olmaz. Ayrıca deneyi de bu gece için bitirin bence. Şansımızı fazla zorlamayalım.”

“Tabii, tabii,” dedim telaşla. “Gerekmeyen her şeyi kapatıyorum şimdi. Ama burada daha bir süre işim olacak.”

“Tamam hocam,” dedi Ahmet. “Bir sorun olursa arayın.”

Teşekkür ederek telefonu kapattım. Ucuz atlatmıştım. Derin bir nefes alarak kendime gelmeye çalıştım.

Karanlıkta ve alarmın tiz gürültüsünde gerçekten paniklemiştim. Ama şimdi her şey normale dönmeye başlamıştı. Karanlıkta son olarak soğuk mavi ışıkta baktığım, laboratuvarın kapısına çıkan metal merdivenlere yeniden baktım.

Soğuk mavi ışık mı?

Dehşet içinde donakaldım.

Olduğum yerde yavaşça, sanki karşılaştığım vahşi bir hayvanı ürkütmemeye çalışıyormuş gibi, ses çıkarmamaya çalışarak döndüm.

Laboratuvarın ortasındaki yükseltinin üzerinde duran Kabuki’nin yaşayan gövdesindeki muhteşem güzellik, sanki bütün odayı dolduruyor ve geri kalan her şeyi sönükleştiriyordu.

Uçsuz bucaksız bir okyanusun derinliklerinden yüzeye çıkan yunuslara benzettiğim şekiller gizli bir ahenk içinde oluşuyor, dans ediyor ve aynı şekilde dağılarak kayboluyorlardı. Etraflarındaki akışkan dalgalar, onların etraflarından dolaşıyor ve birbirleriyle sanki sonsuzlukta birleşerek bambaşka şekiller oluşturuyorlardı. Görüntüler, sanki benim beynimin alamayacağı fikirlerin yansımaları gibiydi.

Son on yılda piyasaya çıkan üç boyutlu görüntü teknolojisini düşündüm. Burada, Kabuki’nin üzerinde gördüklerimi kaç boyutla açıklayabileceğimi bilmiyordum.

Çok, çok güzeldi.

“Seni çok bekledim,” diye fısıldadım, gözyaşlarımı engellemeye çalışarak.

Sonra, ne yapmam gerektiğini hatırladım. NASA’dakilerin yolladığı ortak dil programının olduğu istasyonu açtım ve bu arada, Ahmet’in tavsiye ettiği gibi, gerekli olmayan tüm ışıkları ve cihazları kapattım. İçeride sadece Kabuki’nin kendisinden (derinlerden) gelen bir ışıldama vardı şimdi.

İlk karşılaştığım, şimdi Amerika’da olan Kabuki’den farklıydı. Üzerindeki şekiller, renklerin yoğunlukları, değişimleri kendine özgüydü. Kabuki’lerin sonuçta ayrı bireyler oldukları belliydi. Bunu beklemeliydim aslında, aynı olmaları sürpriz olurdu.

Ortak dil programını çalıştırdım. Benimle Kabuki’nin tam ortasında üç boyutlu dikey bir silindir şekli belirdi. Daha çok, içinde kimse olmayan bir örtü gibiydi. Eski hayalet filmlerindeki gibi.

Şeklin büyüklüğü ve konumuyla biraz oynayarak değişiklikler yaptım. Uygun halini bulduğuma karar verince de, alıcılarını devreye soktum. Artık, benim (elbette İngilizce) söylediklerimi bu şekil üzerinden ortak dile çevirecek; Kabuki’nin ortak dilde söylediklerini de İngilizce’ye sesli olarak çevirecekti.

Ama önce, ortak dili Kabuki’nin öğrenmesi gerekiyordu. Daha yeni uyanmıştı ve Amerika’daki türdeşi gibi bunun üzerinde haftalarca çalışmamıştı.

Programın içindeki eski kayıtları açarak çalıştırdım ve silindir örtünün üzerinde, Kabuki’yle karşılaştırılamayacak kadar sönük de olsa, insan yapısı bir cihazda daha önce görmediğim güzellikte görüntülerin oluşmasını izlemeye başladım. Kalite mükemmel değildi; bazen titreyerek bozuluyor, ama bir an sonra düzeliyordu. Amerika’daki çalışmanın en başından bu yana kaydedilen temel gelişmeleri içerdiği için, en basitten daha gelişmişe doğru bir düzen izliyordu ve Kabuki’nin dilindeki karşılıklarını da, yapabildiği kadar, göstermeye çalışıyordu.

Bunun işe yarayacağından kuşkuluydum. Kabuki’nin kendi dilindeki katmanları çözmemiz, anlamamız imkansızdı. Amerika’da sadece oradaki Kabuki’ye özel bir ortak dil yaratmış olabilirlerdi. Buradaki, bizim Kabuki’nin bunu anlamasını beklemek belki de saçmalıktı.

Kabuki’nin sustuğunu gördüm.

Üzerindeki hareketler yavaşlamış, renkler biraz sönükleşmiş, değişimler de durağanlaşmaya başlamıştı. Silindiri fark etmiş gibiydi. Neresinden ve nasıl gördüğünü bilmiyordum; belki tüm yüzeyi ile görüyordu ve 360 derecelik bir bakış açısına sahipti. Ama silindirin çalışmaya başlaması ile durarak izlemeye başladığından emindim.

Birkaç dakika sadece izledi. Bu arada üzerindeki görüntüler tamamen durağanlaşmıştı ve soğuk mavi bir renkle ışıldamaya başlamıştı. Tekrar kabuk bağlamasından korkmaya başladım.

Sonra, çok daha basit şekiller ve renkler kullanarak gördüklerini yansıtmaya başladı. Öğrendiklerini kullanmaya mı başlıyordu, yoksa bu sadece basit bir taklitten mi ibaretti? Bilmiyordum, ama birincisi olmasını umut ediyordum.

Basitten karmaşığa doğru bir şekilde şekilleri ve görüntüleri değiştirmeye başladı ve bir süre böyle devam etti. Daha sonra, daha farklı kombinasyonlar kullanmaya ve kayıttaki görüntülerden daha farklı şekiller ve renklere geçmeye başladı.

Bu kadar eğitim yeterli olmalıydı.

Kaydı kapattım ve tekrar programın iletişim kanalını açtım.

Öksürerek boğazımı temizledim. Silindirde bunun karşılığı olarak çıkan şekilleri görünce de şaşırdım. Benden çıkan her sesi çevirmeye niyetli bir programdı bu anlaşılan. Gülümsedim.

“Merhaba Kabuki,” dedim İngilizce. “Ben bir insanım.”

Silindirde bir takım şekiller ve renkler oluştu; ama söylediklerimi tamamen çevirebildiğinden kuşkuluydum. Kabuki’de de herhangi bir tepki yoktu. Kabuki dili hakkında hiçbir şey bilmiyordum; ama alışıldık bir konuşma beklememem gerektiğini o an daha iyi anladım. Kabuki, kelimelerden ziyade duygular ile, karşısındakinin üzerinde oluşturduğu izlenim ile iletişime geçiyordu. Ben de bu şekilde konuşmalıydım. Her söylediğimi birkaç benzer kelime ile desteklemeliydim.

Tekrar konuştum: “Merhaba/selam/huzur/barış, Kabuki. Ben/karşında gördüğün/seninle konuşan, bir insanım.”

Bir anlık bir sessizlikten sonra Kabuk konuştu.

Yani, Kabuki’nin üzerinde basitleştirilmiş şekiller ve renkler oluştu, hareket ederek değişti; etrafındaki kameralar tarafından bilgisayarımdaki ortak dil programına aktarıldı ve sakin, ince, monoton bir sesle İngilizce’ye çevrildi.

“Merhaba.”

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

6 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Badahan Canatan için bir yanıt yazın İptal

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da