Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

Evrim Efsanesi

Tek bir levha, uzayın boşluğunda beliriyor. Dümdüz ve pürüzsüz yüzeyinin üzerinde hiç bir ayırt edici özellik yok. Yaklaşık 30 cm. uzunluğunda ve 9 cm. eninde. Kalınlığı yok; sıfıra yakın bir incelikte, iki boyutlu.

Sade dış görünüşüne ve küçük boyutuna rağmen, iç yapısı son derece yoğun. Atom-altı düzeyinde saniyenin milyonda birinde, milyarlarca karmaşık işlem gerçekleştiren bir zekaya sahip. Çevresini, algı yüzeyini kullanarak, hemen tarıyor. Bulunduğu yeri, etrafındaki galaksi kümelerinden başlayarak araştırmaya başlıyor. Önce galaksilerin birbirlerine olan uzaklıklarını, sonra yakınındaki galaksilerin içindeki kolların, yıldız kümelerinin ve tek tek yıldızların yerlerini ölçerek, konumunu ana hatlarıyla belirliyor. En sonunda, gökşekillerinin uzaklıklarını ve parlaklıklarını ölçerek, zaman içinde bulunduğu anı saptıyor.

Yakın çevresine “bakıyor”. Tam tahmin ettiği ve istediği yerde. Saliseler önce başlayan bir süpernova patlamasına yeterince yakın, bundan zarar göremeyecek kadar uzak.

Kendisine sonsuzluk kadar uzun gelen üç saniye boyunca bekliyor ve sonunda süpernova patlaması ona ulaşıyor.

Bir yıldızın patlamasından gelen muazzam enerjinin yüzeyinden geçmesine izin veriyor. İçindeki atom-altı alıcılar, bu enerjinin işine yarayacak kadarını alıyor ve depolamaya başlıyor. Bir kaç saniye sonra, depolanan enerjiyi içindeki “çeviricileri” ile maddeye dönüştürmeye başlıyor.

Levha büyümeye başlıyor.

Kenarlarından artan hacmini ve yüzeyini istediği gibi yönlendirerek, üç boyutlu bir şekil almaya başlıyor. Levhanın uçları birbirleriyle birleşiyor ve küçük bir küre oluşuyor.

Bunları yaparken, etrafındaki evreni başka bir şekilde görmeye çalışıyor. Hatırlayamadığı kadar eski bir zamanda, bir yoldaşının ona evrenin güzelliğini anlattığını zorlukla anımsıyor.

Büyürken ve bir uzay aracı haline gelirken, o güzelliği görmeye çalışıyor.

* * *

Caner, şekersiz kahvesinden bir yudum alarak salondaki diğer üç kişiye baktı. Akşam yemeği az önce sona ermişti ve artık onun anlatacaklarını dinlemeye hazırlardı. Karısı Hazal tek kişilik koltuğunda geriye doğru yaslanmıştı. Arkadaşları İbrahim ve Ayça yanyana otururken, gülerek komik bir şey anlatıyorlardı.

Bir zamanlar, üniversitenin fizik bölümünde hep birlikte çalışıyorlardı. İbrahim bir kaç yıl önce ayrılarak özel sektöre geçmişti, ama arkadaşlıkları devam ediyordu.

Caner, “Tekillik ne demektir biliyor musunuz?” diye sordu. Eliyle kısa siyah saçlarını geriye doğru taradı. Buna bir yanıt beklemiyordu, ama dikkatlerini çekmeyi başarmıştı. İbrahim ve Ayça konuşmalarını keserek onu dinlemeye başlamışlardı.

Devam etti: “Kısaca şu demek: Teknoloji ve bilim, devamlı olarak gelişir. Bu gelişmenin hızı, ihtiyaçlar ve kaynaklara bağlı olarak değişse de, genel olarak gitgide artar. Eskiden 100 yılda olan gelişme süresi, önce 50 yıla, sonra 25 yıla düşer ve devamlı kısalır. Bilgisayarların işlemci hızlarının gelişme süreci gibi… Belli bir noktaya ulaşıldığında ise artık bütün eski kalıplar anlamsız hale gelir. Hem teknoloji, hem de bilinç olarak farklı bir dönem başlar.

“Bu ‘tekillik’ anına ulaşıldıktan sonra, insan kendisini ve çevresini takip edilemez bir hızla yeniden şekillendirmeye başlar. Bu noktadan sonra ‘yeni insan’ o kadar değişmiştir ki, bize, bizim örneğin bir şempanzeyle olan evrimsel yakınlığımızdan bir kaç kat daha uzaklaşmıştır. Ve bu daha işin başlangıcıdır.”

İbrahim gülerek, “Evrim efsanesinden söz ediyorsun yine,” dedi. “Korkusuz olduğunu biliyorum, ama…”

Caner yüksek sesle, “Efsane değil o!” diye bağırdı. Sonra kendini toparlayarak sesini alçattı. İbrahim ve Ayça en yakın arkadaşlarıydı, onları kırmanın bir gereği yoktu. “Teori desen anlarım. Efsane değil.”

İbrahim, Caner’in ani parlamasından hiç etkilenmişe benzemiyordu. “İster beğen ister beğenme, artık ders kitaplarında böyle geçiyor. Böyle de olsa, geçmesine sevinmen lazım. Biliyorsun, artık evrim propagandası yapmak suç sayılıyor.”

Ayça, “Öf, bunun yasasını çıkardılar; ama sadece oy kazanmak için,” dedi. “Gerçekten kimseyi hapse falan atamazlar, değil mi?”

Hazal soğuk ses tonuyla, “Eh, sanırım bunu yakında göreceğiz,” dedi. Elini şişkin karnının üzerinde tutuyordu. 8 aylık hamileydi ve eliyle bebeğinin tekmelemelerini hissetmeyi seviyordu. Devam etti: “Beyefendi bütün bu fikirlerini yeni çıkacak kitabında yazdı. Kendine saklasa olmazdı tabii. Tam da Evrim Yasası çıktıktan sonra kitap çıkarması gerekiyordu.”

Caner sesini yükseltmedi, ama kızgın bir tonla, “Suçlarımın en hafifi bu olsun!” dedi. Sonra susarak düşündü. Öğrenmelerinin vakti gelmişti; beklemesinin anlamı yoktu.

Sakin bir tonla devam etti: “Hem bunların hiç biri önemli değil. Ben biliyorum ve bu akşamın sonunda siz de bileceksiniz.

“Tekillik noktasına geldik.”

* * *

Levha, artık ilk belirdiği halinden çok farklı. Büyüyerek ve değişerek, insan ölçülerine göre küçük bir binayı içine alabilecek büyüklükte, pürüzsüz bir küre haline gelmiş durumda. Kürenin dış yüzeyi, süpernova patlamasının enerjisini emmeye devam ediyor. Artık, o ana kadar boş olan içini farklı ve karmaşık yapılar ve cihazlarla donatmaya başlıyor.

Odalar yapıyor. Bir insanın uyuyacağı, besleneceği, zamanını geçireceği odalar.

Ve bir insanın kendisini geliştireceği odalar.

Evrim odaları…

Bunları yaparken, etrafını izlemeye devam ediyor. Eski yoldaşının kendisine anlattığı güzelliği arıyor. Hacmi arttıkça, işlem kapasitesi ve zekası da artıyor. Etrafına daha farklı şekillerde bakmayı deniyor.

Çok uzaklarda, süpernovanın etrafında kendisi gibi beliren başka levhaları fark ediyor. Hepsi süpernovaya kendisi gibi güvenli bir uzaklıkta duruyorlar. Bazıları kendisi gibi küreye, diğerleri çok daha büyük ve karmaşık şekillere dönüşüyorlar.

Farklı yerlerden ve zamanlardan geliyorlar, ama evrenin bu beslenme yerinde buluşuyorlar.

Hiçbiri, bir diğeriyle konuşmuyor. Her biri, kendi evrimiyle meşgul.

Küre, güzelliği anlamaya çalışıyor.

* * *

İbrahim, “Kusura bakma ama, ne saçmalıyorsun sen?” dedi. Caner’in son yıllardaki saplantılı değişimini ve kendi içine kapanmasını endişeyle izlemişti, ama onu kırmamak için bir şey söylememişti. Şimdi, bu akşam ilk kez onunla yüzleşiyordu.

İbrahim devam etti: “Tekillik diye bir şey tutturmuşsun, konuşup duruyorsun. Bu sözde ‘tekilliği’ kesin, tartışmasız bir şey gibi kabul ediyorsun.”

Ayça söze girdi: “Zamanında ben de duymuştum bunu. Bilimkurgu romanlarında geçerdi; eski zamanlarda tabii, bilimkurgu yasaklanmadan önce. Bilimsel bir temeli falan yok; sadece bazı kişilerce var olduğuna ya da olacağına inanılan bir şey.”

Hazal, “Dinsel bir şey gibi yani,” dedi soğuk ses tonuyla. “Caner, bu sabit fikrinin, inancının nedenini anlatarak bizi aydınlatacak mısın?”

Caner söylediklerinin tepki doğurmasını bekliyordu ve bundan rahatsız olmamıştı. Dinlediklerinin ve ciddiye aldıklarının göstergesiydi bu. Gülümseyerek, “Korkmayın,” dedi. “Bilimsellikten sapıyor değilim. Şunu söylüyorum: Bilimin bize hiçbir zaman aşamayacağımızı söylediği bir sınırı aştığımız an, tekillik anına geldik demektir. Bugün, şimdi olan da bu.”

İbrahim, “Hangi sınır?” diye sordu.

“Bunu hepiniz gayet iyi biliyorsunuz. Işık hızı.”

Ayça yüksek sesle bir kahkaha attı, neşeden çok huzursuzluğunu örtmek için. Hazal ise hiç bir şey söylemeden pencereden dışarı, sokağa baktı.

Caner devam etti: “Şu anki bilgi düzeyimize göre, hızımızı ne kadar artırırsak artıralım, ışık hızını asla aşamayız. Önümüzde duran ve asla aşılamayacak bir sınır bu. Işık hızına belki yaklaşabiliriz, ama onu asla aşamayız.”

Ayça söze girdi: “Çünkü aşarsak, maddeden enerjiye döneriz. Ve artık biz olmayız, tekrar yavaşladığımızda eski halimize dönemeyiz. Bu, tanım gereği imkansız.”

Caner heyecanla sözünü kesti: “Benim bulduğum çözüm tam da bu noktada. Işık hızına ulaşan ve aşan enerjinin içine, eski halinin hafızasını, bir çeşit kalıbını bilgi olarak yerleştirebiliyorum. En azından bunun mümkün olduğunu kanıtladım, teorik olarak elbette. Enerji tekrar yavaşladığında neye dönüşmesi gerektiğini, ne olduğunu, ‘özünü’ hatırlıyor.

“Ama bunun da bir sınırı var.”

İbrahim, “Olmasa şaşardım,” dedi alaycı bir ses tonuyla.

Caner bunu duymamış gibi devam etti: “Enerjiye yerleştirdiğimiz bilgide bir yıpranma payı var. Işık hızının üzerinde ne kadar uzun kalırsanız ve uzayzamanda ne kadar uzağa giderseniz, bu hafızadaki bilgi de o kadar azalıyor. Yani yavaşlayınca ve tekrar maddeye dönüşülünce, kütle kaybı söz konusu. Yeniden ortaya çıkan madde, eskisinden daha küçük oluyor.”

Ayça, “Yani şimdi sen ışık hızının üstüne nasıl çıkılabildiğini mi buldun?” diye sordu.

İbrahim ekledi, “Ve bunu tek başına akıl ettin, öyle mi?”

Caner sakince, “Evet öyle,” diye yanıt verdi. “Aslına bakarsanız bilimsel literatürde bu konuda son zamanlarda yapılan tüm araştırmalardan ve yayınlardan faydalandım. Yani bunu sıfırdan tek başıma akıl etmiş değilim. Aslında tekilliğe ulaştığımızın bir kanıtı bu: İnsanlığın bilgi düzeyi bugün bunu anlamaya müsait. Bunu ben bulmasaydım, dünyanın herhangi bir yerindeki başka bir bilim insanı yakında bulacaktı. Belki de bulmuştur ve benzer bir konuşmayı şu anda başkaları da yapıyordur.”

Hazal keskin bakışlarını Caner’e yönelterek, “Acaba kaç tanesi bunun için hapse girmeyi göze almıştır?” diye sordu. “Kaç tanesi ailesini geride bırakmaya hazırdır?”

İbrahim araya girerek konuyu değiştirmeye çalıştı: “Diyelim ki haklısın. Peki bu buluşun tekillikle ne ilgisi var?”

Caner şaşkınlıkla, “Ama bu çok açık,” dedi. “Göremiyor musunuz? Işık hızı bir kez aşıldıktan sonra, bizim için zaman ve mekanda hiçbir sınır kalmayacak. İstediğimiz yere gidebileceğiz. Zamanın akışı dün-bugün-yarın sıralamasına bağlı ve dümdüz olmak zorunda kalmayacak. Bunların olası sonuçlarını görmüyor musunuz?”

Ayça, “Işık hızına yaklaşan bir taşıttaki insan için zaman yavaşlar, ışık hızına ulaşınca da durur,” dedi. “En azından teori böyle söylüyor. Gerçekte ışık hızını aşınca ne olacağını ise hiç kimse bilmiyor.”

İbrahim, “Madem bu tekillikten bu kadar eminsin, tam olarak ne zaman olacak?” diye sordu. “Olduğu zaman etrafımızda hemen bir değişiklik fark edecek miyiz?”

Caner, “Belki de oldu bile,” dedi. “Tam olarak ne beklememiz gerektiğini bilmiyorum. Yapay zekanın, işlemci gücünün bir anda patlayarak artmasına tanık olabiliriz. Zamanda ileri ve geri hareket eden nesnelerle karşılaşabiliriz. Şu anda hayal bile edemeyeceğimiz döngüleri, neden-sonuç sıralamasını alt üst eden olayları, bugün başlayan bir olayın dün bittiğini görebiliriz.”

Hazal, “Ve bütün bunları hapisten seyredebiliriz,” diye usulca ekledi.

Caner sakin bir ses tonuyla, “Merak etme canım. Ben hapse falan girmeyeceğim,” dedi. Biraz bekledikten sonra devam etti: “Nereden bildiğimi sorma. Işık hızı konusunda çalışmaya başladıktan beri içimde gitgide büyüyen bir his vardı, ama artık eminim.

“Tekillik artık geldi ve yarın sabah olmadan, az önce bahsettiğim nesnelerden biri beni almaya gelecek. Farklı bir yere, kendi tekilliğime, evrimime doğru yola çıkacağım.”

Hazal yüksek sesle inledi ve ardından bir eliyle gözlerini örttü. Sessizce ağlıyordu.

Ayça onun yanına gelerek elini tuttu. Alçak sesle, “Aldırma, geçecek,” diye fısıldıyordu.

İbrahim ise dehşet içinde Caner’e bakıyordu. ‘Ne olmuş buna? Artık tamamen delirdi!’

Caner ise hiç bir şey olmamış gibi, gülümseyerek karşısındaki duvarı seyrediyordu.

* * *

Küre, süpernovanın enerjisini içerek kullanmaya devam ediyor. İdeal büyüklüğüne ulaştıktan sonra, kendi etrafında yeni katmanlar oluşturarak kütlesini büyütüyor. Binlerce kilometrelik bir çapa ulaşıyor.

Kütlesi arttıkça zekası da artıyor ve eski anılarını hatırlaması kolaylaşıyor.

Eski yolcusunu, yoldaşını düşünüyor. Ve anlıyor.

Yolcusu, çok uzun zamandır onun bir parçası. Bilincinin içinde, onunla birleşmiş durumda.

Yolcusu, artık kendisi.

Küre hareket etmeye başlıyor. Süpernovadan uzağa doğru, gitgide artan bir hızla süzülüyor.

Kısa süre sonra ışık hızına ulaşıyor.

Kürenin uzaydaki görüntüsü ortadan kayboluyor ve onun yerini soluk gri bir enerji huzmesi alıyor.

Sonra o da ortadan kayboluyor.

* * *

Saat gece yarısını geçmişti ve Caner ile Hazal, salonlarında yarım saattir hiç bir şey söylemeden oturuyorlardı.

İbrahim, Ayça ile birlikte çıkarlarken, Caner’in kulağına eğilmiş ve “Bir an önce kendine gel,” diye fısıldamıştı. “İstediğine inanmakta serbestsin, ama Hazal’ı üzüyorsun.” Caner hala karşısındaki duvarı seyretmeye devam ediyordu.

Sonunda konuşan Hazal oldu: “Bunlara gerçekten inanıyorsun, değil mi? Yani sen gideceksin ve ben burada, henüz doğmamış çocuğumuzla, tek başıma kalacağım.”

Caner ona döndü ve gözlerini kırpıştırdı. Ne söylediğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Sonra, dingin bir tonla konuştu: “Bunu istiyor değilim. Ama tekillik öyle bir şey ki, senden, benden, herkesten bağımsız. Bizim isteklerimizin, düşüncelerimizin bir önemi yok.”

Hazal, “Ve senin buna bir itirazın olmadığı da görülüyor,” dedi. “Beni asıl üzen bu. Söylediklerinin doğruluğu veya saçmalığı önemli değil. Bir şey gelecek ve seni bu hayatından kurtaracak. Bütün zorluklardan, sorumluluklarından… Benden… Ve sen bunu coşkuyla kabul ediyorsun.”

Caner buna yanıt vermedi ve uzak taraftaki duvarı seyretmeye başladı.

Hazal içini çekerek, “Ben bu gece öbür odada yatacağım,” dedi. Herhangi bir yanıt beklemeden salondan çıktı.

Caner yerinden kalkarak ışıkları kapattı, uzun koltuğa uzandı ve gözlerini kırpmadan tavanı seyretmeye başladı. Uyumaya niyeti yoktu. Tekillik o gece gelecekti.

* * *

Küre tekrar uzayda beliriyor.

Devasa kütlesi ışık hızında geçirdiği süreçte azalmış, fakat hala ilk halinden daha büyük.

Yine etrafını tarıyor ve konumunu uzayzaman içinde belirliyor. Tam istediği yerde olduğunu anlıyor.

Genç, yeni oluşmuş bir yıldız ve onun etrafında dönen dağınık gazlar ve temel maddeler yığını. Kendi haline bırakılırsa, burada bir kaç tane dev ve yaşanmaz gezegen oluşacak.

Küre harekete geçiyor. En üst yüzeyinden enerji uzantıları çıkarıyor ve gaz ile madde yığını arasında dolaşarak bunları istediği gibi yönlendirmeye başlıyor. Kritik noktalarda kendi kitlesinden parçalar bırakarak, diğer doğal parçaların bunların etrafında toplaşmalarını sağlıyor. Gezegenleri oluşturacak çekim merkezleri, kendi etraflarında dönmeye başlıyorlar.

Küre uzaklaşıyor ve artık müdahale etmeden sadece izlemeye başlıyor.

Çok, çok uzun bir zaman sonra, beyaz bulutlarla bezenmiş mavi küreyi seyrederken, kendisine bir zamanlar anlatılan güzelliğin ne demek olduğunu nihayet anlıyor.

Mavi gezegende hayatın başlamasını, türlerin yükselmesini ve evrimleşmesini seyrederek, yolcusunu bekliyor.

* * *

Caner, ısrarla çalan zilin ve vurulan kapının sesiyle uyandı.

Dışarısı henüz karanlıktı. Saatine baktı. Beşi bir kaç dakika geçiyordu. Uyumuş olmalıydı.

Uyumuştu! Hayatının, belki insanlık tarihinin en önemli gecesinde, tekilliğin geleceği gece o uyumuştu!

Kapıya sertçe vurmaya devam ediyorlardı.

Salondaki koltuktan yavaşça doğrularak kalktı. Neler olduğunu düşündü.

‘Gözaltına almaya geldiler… Ama, tekilliğe ne oldu? O kadar emindim ki… Bu gece olmalıydı…’

Artık içindeki o yoğun his yoktu ve hiç bir şeyden emin değildi.

Ayaklarını sürüyerek yürüdü ve evin kilitli kapısını açtı. Karşısındaki resmi üniformalı polislere boş gözlerle baktı. Polislerden biri elindeki kağıttan bakmaya bile gerek duymadan, ezberlemiş gibi konuşmaya başladı.

“… sözde evrim ve tekillik gibi kanunca yasaklanmış ideolojilerin yayın yoluyla propagandası suçundan…”

Gözaltı kararını ona okurlarken, anlamadan dinledi. Kitabı henüz yayınlanmadan tutuklanacağına daha önce ihtimal vermiyordu, ama anlaşılan artık işler böyle olacaktı. Belki yayınevinden birileri ispiyonlamıştı, hatta belki İbrahim ve Ayça bile… Artık bunun önemi yoktu. Kanunu çiğnemişti, tutuklanacaktı ve çok uzun süre hapiste kalacaktı.

‘Evrimin kötü bir şakası bu,’ diye düşündü. Tekilliği beklediği gece, kapısına gelen polisler olmuştu.

Sonra telaşla, “Eşime haber vermeliyim,” dedi. Hazal’a en azından bu kadarını borçluydu. Yıllardır zırvalamalarına maruz kalan, bunları, Caner’i hak etmeyen Hazal’a neler olduğunu söylemeliydi. Peşinden gelen iki polisle birlikte içeriye, küçük odaya doğru gitti.

“Hazal?”

Kapıyı bir kaç kere tıklattı ve bekledi. Sonra kapıyı yavaşça araladı.

“Hazal, canım?”

Boş odaya uzun uzun baktı.

Sonra, polislerin şaşkın bakışları altında kahkahalarla gülmeye başladı.

Asıl şaka buydu ve bundan daha güzel olamazdı.

* * *

Küre, yolcusuyla birlikte ışık hızına doğru hızlanmaya başlıyor.

İçindeki, evrim odasındaki yolcusuyla ilk kez ya da bir kez daha konuşuyor:

“Hoşgeldin anne… Yeniden başlıyoruz.”

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

5 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da