Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

TANRININ YÜZÜNCÜ ADI

Her şey, okuduğu makaleleri başkalarıyla paylaşmak isteğinde olan bilgisayara meraklı bir fizikçinin hipermetin formatını bulmasıyla yüz yıl önce başlamıştı. O zamanlar Internet adı verilen “ana sistem” şimdikinden çok daha basitti. Bağlantı hızı bir solucanın Pazar gezintisine benziyordu, yavaş, alabildiğine yavaş. Internet gelişti ve ana sistem adını aldı. Sadece bilgisayarlardan değil, içecek otomatlarından, süper marketlerden, arabalardan ve hatta genelevlerden, kısacası insanın olduğu her yerden ana sisteme ulaşılabiliyordu. Ana sistem herkesin erişime sahip olduğu ama kimsenin kontrol edemediği büyük memeli evrensel anneydi. O her yerde ve her şekildeydi. Bomba tariflerini elmalı kek tarifleri gibi fütursuzca ortaya salıveren çocuklarını, kadınların sevimli fino köpekleriyle garip durumlarda gösteren resimleri satan sapık çocuklarına da aynı şefkat ve sevgiyle yaklaşıyordu ana sistem. Kimse dışlanmıyordu, kimse engellenmiyordu. Ana sistem kendi basit mantığına göre çalışıyordu: “her şey mükemmelleşmek ister o halde bırakın kendi hallerine”.
Ana sisteme internetin oluşumunda 50 yıl sonra gerçeklik simülatörünün eklenmesi, tam bir devrim yaratmıştı. Gerçeklik simülatörü, çocukların neşeyle gezdiği müzelerde bulunan ve adına fare denilen ilkel veri girdi aygıtını kullanmaktan sıkılan bir doktorunun icadıydı. Doğrudan beyin bağlantısı olmadan sinapsisler üzerinde manyetik alan yoğunlaştırmasıyla elektrik yaratma tekniğine dayanıyordu. Böylece beynin anatomisi ve tabi ki bekareti bozulmadan (beyne yapılan her müdahelede beyin zarının zedelenmesine bu adı takmışlardı: beynin bekaretinin bozulması) beyne uyaran yani sıkıcı bilimsel makalelerle sitimilus olarak geçen elektrik sinyalleri verilebiliyordu. Bu vericiye eklenen manyetik alan okuma makinesi sinapsislerdeki uyaranları ölçebiliyordu. Böylece beyin okunabiliyordu. İlk başlarda açlık, susuzluk ve korku gibi çok belirgin uyaranlar okunabiliyordu. Göz hareketleri de bu belirgin uyaranlar içinde olduğu için farenin işlevini görecek ilk alet yapılmıştı. Göz nereye giderse ekrandaki imleçde oraya gidiyordu.

Çocuklara dağıtılan eğitim kristallerinde yazdığı gibi yaptığı aleti deneyen Hindistanlı doktor ilk denemede beyni yüksek manyetik alandan kızarmıştı. Bir mikro dalga fırınına kafasını sokması gibi bir şeydi bu. Bilim akademisinin mavi halı kaplı uzun koridorunda gelen misafirlere ve gürültücü okul gruplarına gülümseyen resmi bulunan Hintli doktor ağlayan karısının gözyaşları eşliğinde krametoryuma giderken I. Büyük Birleşik Devletin generalleri bu konunun araştırılması için yağlı bir bifteğe benzer iştah açıcı bir araştırma fonunu bilim adamlarının önüne koymuşlardı. düşünce hızıyla savaşan bir pilot ellerini kullanmadan ve hatta uçağa binmeden tüm düşmanlarını alt edebilirdi. Bütün bu araştırma ve çalışmaların sonucunda, araştırma merkezinin huzurlu bahçesinde sonsuz uykularını uyuyan serseri deneklerin kızarmış beyinlerinin bedeliyle Brain Input/Output (beyin girdi/çıktı) sistemi geliştirildi. II. Büyük birleşik devlette, yüksek bir para ve 10 ile 60 yaş arasındaki hiçbir erkeğin hayır diyemiyeceği kızıl saçlı bir afetle aletin sırlarını öğrendi. Aynı şeyi III. Büyük birleşik devlet ve tabi ki şişman yöneticilerinden dolayı dombik devlet olarak dalga geçilen IV: büyük devlette yaptı. Aletin sırları ana sisteme sızar sızmaz önce meraklı ve bağımsız bilim adamları daha sonrada hevesli amatörler Brain Input/Output aletini yaptılar. BIO sisteminin fare yerine kullanılması dışında başka işlere de yarayabileceği daha araştırma aşamasında fark edilmişti. Deneklerin birinden alınan girdiler bir başka deneğe çıktı olarak verildiğinde, ikinci denek sanki birinci deneğin yaşadığı deneyimi yaşamış gibi oluyordu. Kapı açtırma gibi basit yaşantılar aynen yaşanabiliyordu. Yerinden kalkmayan denek üç kilometre koşmuş gibi ter içinde kalıyordu. Başında aletlerle üç kilometre koşan denekse olaya hayretler içinde bakıyordu.

İlk Sanal Yaşantı Katman dosyası kısaca SYK dosyası ana sistemde kullanma klavuzu ile birlikte aletin bulunmasından bir ay sonra ortaya çıkmıştı. Gözetlenme zevki olan sapık bir Japon bilgisayar mühendisinin sevgilisiyle olan sevişmesini brain input/output sistemine yükleyip dağıtmasıyla başlamıştı her şey. Kırklı yaşlardaki küçük göğüslü Japon kadınıyla sevişme deneyimini BIO aletine ve T1 sınıfından bir bilgisayara sahip olan herkes yaşamıştı. İkinci katmana geçen tüm öğrencilerin aşağı yukarı bir T1 sınıfı bilgisayarı vardı. Sonradan bu çifte şaka yollu sanal adem ve havva demişlerdi. Bir anda çılgın bir satış patlaması olmuştu. Herkes çılgınlar gibi karaborsada astronomik fiyatlara satılan BIO aletlerinden alıyordu. Daha çok yarış arabalarında kullanılan kasklara benziyordu. Arka tarafından bir tutam saç gibi bir sürü kablo geçiyordu.

Tüm birleşik devletler bu aletin satılmasını ve dağıtılmasını yasakladı fakat yasak çok havada kaldı çünkü yeterli teknik donanıma sahip herkes ana sistemden aletin yapım klavuzunu iki saniyede indirebiliyordu. Ehil olmayan ellerde yapılan aletler zarar da verebiliyordu. Kendi öğrenci odasında kimseye haber vermeden bir eroinmanın elden ele dolaşan SYK dosyasını yaşayan ODTÜ’lü bir fizik öğrencisi aletin bir teknik arızadan dolayı döngüye girmesinden dolayı üçüncü günün sonunda susuzluktan ölmüştü.

Olayla başa çıkamayacağını anlayan I. Birleşik devlet aletin üretimin legal hale getirip bazı standartlar koymuştu. Sadece resmi olarak izne sahip olan satış yerlerinden alınmış SYK’ları çalıştıracak makineler üretildi ama kısa zamanda bu güvenlik engeli hackerlar tarafından kırıldı.

Bir anda ortalıkta milyonlarca SYK dosyası dolaşmaya başlamıştı. Aleti başınıza takıp, yeşil veri kristalini yuvasına soktuktan biraz sonra gözünüz güneşe bakmış gibi kamaşıyor ve sonra farklı bir gerçeklikte buluyordunuz kendinizi.

Yaşananlar, hissedilenler ve çekilen acılar bile aynıydı. Tek farkı yaşantı hızını 1000 katına kadar artırabilmenizdi. Böylece üç yıl sürecek bir aşkı yada Zen aydınlanma deneyimini bir günde yaşayabiliyordunuz. Alet kısa zamanda eğitim dünyasını tahrip etti çünkü iki yeşil kristale sığan beyin cerrahlığı uzmanlığından tutun da tek kristalde toplanmış ileri programcılık mesleği yarım günde beyninize aktarılıyordu. Böylece aşırı yüklenme tehlikesi olmadan beyin cerrahı yada uzay ötesi astronotu olabiliyordunuz, hem de normal eğitim fiyatının milyonda bir karşılığı olan 4 krediye. İyi bir öğlen yemeği fiyatına beyin cerrahı olmak içten değildi. Tabi bütün tıp camiası, akademisyenler, edebiyat profesörleri ve azimli asistanlar isyan bayrağı kaldırdılar. Hayatını vererek kazandığı bilgilerin bir başkası tarafında bir kahve parasına alındığını öğrenen bir profesör, 14 yaşındaki bir çocuğun kendisiyle Shakespeare’de ontoloji sorunu tartışmasında belirgin bir şekilde mat etmesinden sonra intihar etmişti. Çocuk şehrin her yerinde satılan edebiyat kristallerinden birini yüklemişti. Profesör de aslında tam anlamıyla intihar etmemişti. En popüler SYK olan cennet bahçelerini sonsuz döngüye koyup kendini kapatmıştı. Bir hastanede alet kafasına takılı halde serumlarla yaşıyordu, hem de yüzünden hiç gitmeyen bir aziz gülümsemesiyle.

Ortalık 17 yaşında hem bir keman virtüözü, Formula 1 yarışçısı, satranç ustası, şair ve beyin cerrahı olan gençlerle dolmuştu. Kuşak farkı inanılmaz ölçüde büyümüştü fakat bir farkla bu sefer yaşlılar gençlerin gerisinde kalmıştı, deneyim ve bilgi açısından.

Profesör gibi pek çok insan kendini güle oynaya “kapatıyordu”. Merkez hastanesinde serum bağlı yüzlerce hasta başlarında kasklarla yatıyorlardı. Geri döndürmek mümkün değildi çünkü programı döngüye sokup sistem giriş şifresini de bir kağıda yazıp sisteme girdikten sonra yakıyorlardı. Bazen beyin taramasında şifre ortaya çıkıyordu ama bu durum oldukça nadirdi.

İnsanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir bağımlılık ortalığı sarmıştı. İşin komiği bu bağımlıktan kurtardığını ileri süren SYK’lar bile türemişti. Bunu takınca artık aletten koptuğunuzu sandığınız bir yaşantıda var olduğunuzu sanıyordunuz halbuki yine sanal bir yaşantıdaydınız. Bir tür kara mizah anlayacağınız.

Kendisine bağlanan insanların bilinciyle kendi kollektif bilincini oluşturan Ana Sistem olan bitene uzun süre sessiz kaldı fakat tehlikenin boyutu büyüdüğünü fark ettiğinde duruma el koydu.

Ana sisteme bağlı olmayan bilgisayar olmadığından Ana Bilgisayar her bilgisayarı dolayısıyla herkesi kontrol edebiliyordu. Bütün yavrularına aynı sevecenlikle yaklaşan ana sistem tüm bağlı kullanıcıların oluşturduğu bir kolektif bilinçti aslında. Bu bilincin nasıl ortaya çıktığı hep belirsiz kalmıştı. Olayı karınca sistemi yada yüzüncü maymun ilkesi gibi afili teorilerle açıklamaya çalışılsa da kimse başarılı olamamıştı.

Ana sistem, gerçeklik simulatörüne bağlanma ve şifreler konusunda kesin kurallar oluşturdu. Kimse artık kendisini kapatamıyordu. Bağlantı süreleri sınırlanmıştı. Gün içinde toplam 1 saati aşamıyordu. Hoş hızlandırıcı kullanarak bu bir yıl gibi yaşanıyordu ama gerçeklik önemliydi.

Kafasına gerçeklik simulatör kaskını geçirirken bunlardan hiçbirini düşünmedi. Tek istediği yorgun bir “gerçek” günün ardından bir gerçeklik simülasyonu yaşamaktı. Ana sistemden indirebileceği (eski bir terim) bir çok SYK vardı. isterse yüz elli yıl önce yaşamış olan sarışın Marilyn Monroe ile sevişebilir yada kutbu tekrar keşfedebilirdi. Belki cennet similasyonunu tekrar deneyebilirdi, yeni çıkan cennet syk sında uçma deneyimi de eklenmişti. Bütün bunlar güzeldi ama yeni bir şeyler denemek istiyordu. Ceketinin cebinden çıkardığı zarfı özenle açtı. İçinden bir süper yeşil kristal çıktı. 10 santim uzunluğunda bir santim çapında cam bir küreydi. Aslında üç boyutlu bir matrix oluşturan bir kristaldi. Her düzlemde farklı değer gösterdiği için üç okuma kafası ve tera byte cinsinden yükleme kapasitesi ile ataları olan komik disket ve cd lerin çok ilerisindeydi. Buna rağmen ancak bir SYK bir yeşil kristal sığabiliyordu. El altından SYK satan bir sokak satıcısından almıştı. Aradan yüz yıl geçmişti ama tezgah altı modası değişmemişti. Satıcı sadece malın çok iyi olduğunu söylemişti. SYK dosyasının adı Elif’di. Bir sevişme yaşantısı diye düşündü içinden. Güzel bir kadın olmalıydı Elif ve onunla sevişecekti herhalde. İllegal SYK dosyalarında içeriği hakkında pek bir şey bilinmezdi. Bir arkadaşınızdan alırsanız o söylüyordu ama satıcı sadece dört krediyi kendi bilgisayarına geçerken “mal iyi” dedi, gerçek bir sigaranın gerçek dumanlarını yüzüne üflerken.

Yeşil kristal çelik yuvada yavaşça kaybolurken gözünü kapadı. Aslında gözünü kapamasına gerek yoktu. Bir klik sesinin ardından her zamanki gibi yoğun, göz kamaştırıcı bir ışık gördü, sonra sanki bir kapı açıldı ve içeri girdi. Nerdeydi?

“Merhaba” dedi genç ve güzel kadın. “beni arıyormuşsunuz”
“evet, sizi arıyordum, kumsaldaki ayak izleri sizin mi?”
“sağdaki ayak izleri benim, soldaki halamın” dedi utanarak genç kadınla birlikte o da gülümsedi.
Bir süre anlamsızca yürüdüler. Adınız ne diye sordu adam, alacağı cevabı bilerek.
“Elif” dedi yine utanarak.

Ağırbaşlı zeytin ağaçlarının arasından geçerken ona dikkatlice baktı. Gerçek olamayacak kadar güzeldi. Kendi kendine güldü, “o gerçek değildi ki zaten”.
“Biliyor musun? Gerçek olamayacak kadar güzelsin Elif” dedi.
“Teşekkür ederim” dedi utanarak. Yüzü hafif pembeleşti. Beyaz şifon elbisesinin altında utangaç bir tanrıça gizliydi yada utangaç iki göğüs.
Sessizlik içinde yürüdüler. Akşam çöküyordu Ege kasabasına. Elif sonunda dayanamadı.
“neden merak ettiniz ayak izinin kime ait olduğunu?”
“külkedisi masalını bilir misin?”
Genç kadın yine gülümsedi. Biraz utangaç biraz öpbeni şeklinde.

Sonraki günler de yürüdüler. Kendisinin kim olduğunu yani SYK dosyasındaki kimliğini öğrendi. Sürgüne gelmiş bir adamdı. Uzak şehirden gelmişti. Şiir de yazıyordu ama şair değildi. Şairlerin kendilerine kafiye yaptığı hüzne sahip değildi. Sonradan öğrendiği bir nedenden dolayı sürgüne gönderilmişti.

Birbirine değecek kadar yakın evlerin gölgelerinde, zeytin ağaçlarının yeşil sevincinde ve mavi denizin sonsuzluğunun kenarında bir ay boyunca Elif’in devamlı burnunu çeken kardeşinin eşliğinde yürüdüler. Sanki düz bir yol evrene doğru açılıyordu ve onlar bu yoldan evrendeki belirsiz bir cennete yürüyorlardı. Oysa ne yolu görüyordu ne de insanları, sadece Elif vardı. Gözlerindeki muzip sevinç, dudağının kenarına bazen yapışan şımarık tavır, saçlarının terden ensesine yapışması, parmağıyla hızlıca saçlarını kulak arkası yapması, eteğini abartılı bir şekilde toplamasını, yolda yürürken bir yokuşu çıkarken elini verdikten sonra bırakmakta gönülsüzlüğü, çay yapıp getirdiğinde acemi bir akrobat gibi çay tepsisine bakmasını sevmişti.
İlk defa gerçek olmayan bir kadına gerçek bir aşk duydu.
Bir ayın sonunda evlendiler. Elifin anne babası okumuş adam gözüyle bakıyordu ona, itiraz etmediler.

Sonraki günler rüya gibiydi. İçine güzel kokması için kekik koymuş zeytinyağına daldırılmış fitilin yanmasıyla beyaz badanalı eve yansıyan ışığın altında geceleri sevişiyorlardı, gündüzse bir yabancı dil metnini kurşun kalemle çeviriyordu. Zeytinyağı çıtır çıtır sesler çıkartırken sevişmeden yorgun düşmüş genç karısının nefesini dinliyordu.

Normalde ana sistemde bir dakikada çevrilecek olan kitabın ancak günde iki sayfasını çevirebiliyordu. Bu yavaş çeviri hızı bile Elif’in hayranlığını kazanmasına yetiyordu.

Tedirgindi. Denizden çıkıp, beyaz badanalı penceresi kumaşla örtülü eve giderken tedirgindi. Er geç ana sistem duruma el koyacaktı. Sürekli buraya bağlı kalmasına izin vermezdi. Dört saatlik zaman kısıtı vardı ve reeldeki bir saat bir ay olacak şekilde hızlandırmıştı. Bu basit hesaba göre dördüncü ayın sonunda ana sistem onu “gerçek” yaşama geri çekecekti.

Keşke kendini kapatabilseydi. İlk defa bunu istedi. Her zaman bir saçmalık olarak gördüğü şeyi bu sefer yürekten istedi. Kendini kapatsa, şu gerçek olmayan yerde gerçek olmayan kadınla gerçek bir aşkı yaşamaya devam etse ne güzel olurdu.

Batan güneşe doğru bakarken birden güneş parladı, parladı ve gözünü kamaştıracak bir huzmeye dönüştü. Odasındaydı. Tahmin ettiği gibi dijital saat 10’u gösteriyordu. Ana sistem otomatik olarak onu geri çekmişti. Başındaki kaskı çıkardı, terlerini sildi. Kırmızı düğmeye bastı ve yeşil kristalin mekanik bir uğultuyla dışarı çıkmasını seyretti. Eline aldı. Nefti yeşili kristal cama sevgiyle baktı. Tam o anda elinden kaydı, yere düştü. Sanki biri zamanı fütürsuzca durdurmuştu. Yerdeki döşemeye çarptı, sıçradı, sonra tiz bir ses çıkararak tekrar sıçradı, çaresizce kırılmasını bekliyordu. Normalde dayanıksız olan yeşil kristal dört sıçramalık yolculuğunun sonunda mavi halının üstünde durdu. Hem de dik durdu. Koşarak kristali yerden aldı. İki eliyle tuttu. şaşkın gençlerin sevgisiyle yeşil kristale baktı ve “Elif’im” dedi.
Keşke dedi içinden, keşke kendini “kapatabilseydi”.
En son kapatma vakası üç yıl önce gerçekleşmişti. Ana sistem bu konuda çok katıydı. Kapatma vakalarının insanlığın sonunu getireceğini düşünüyordu ki haklıydı. SYK dosyalarına giriş ve çıkış kontrol altına alan bir sistem kurulmuştu. Sistemin şifresi 256 hanelik bir asal sayıydı. Bütün hackerler çözmeye çalışsalar da bu imkansız ötesi bir şeydi.

Bu şifrenin getireceği sonsuz olanaklardan dolayı şaka yollu “tanrının yüzüncü adı” denilmişti. Efsaneye göre Tanrının bilinen 99 adının yanı sıra bir de bilinmeyen yüzüncü bir adı vardı. Bu adla kim Tanrıya seslenirse sonsuz cenneti elde edebilirdi.

Tanrının yüzüncü adı ana sistemin sonsuz hazinelerini barındıran hazinenin kapısını kötü niyetli kişilerden ve kişileri kendilerinden korumak için kollektif bilincin bulduğu masallardakine benzer bir sayısal ejderhaydı. 256 basamaklı asal bir sayıyı bulmak neredeyse imkansızdı. Bu sayının ne olduğu ve nerede saklandığı da meçhuldü. Belki bir durumdan habersiz bir çocuğun bilgisayarında yada bir ev hanımının SYK dosyasından zihnine işlenmiş olabilirdi. Hiç bir hacker, matematikçi yada bilim adamı bulamamıştı. Var olan bilgi işlem kapasitesi yetmiyordu. Tanrının yüzüncü adı bir efsane haline almıştı. Üç boyutlu bir matriks şeklinde dizildiğini düşünenler vardı, hatta olmadığını söyleyenler bile çıkıyordu. Kendini kapatmak isteyen tüm mutsuzların karşılaştığı bir soruydu;

“Lütfen ana sistem giriş kodunu giriniz”
256 hanelik uzun bir giriş satırını kimse aşamamıştı.
Kendini kapatmanın imkansızlığını tekrar hüzünle anladı. Ertesi gün işe gittiğinde gerçek iş arkadaşları arasında gerçek işini yaparken gerçek olmayan bir Ege kasabasında aşık olduğu gerçek olmayan bir kadın olan Elif’i özledi. Veriler kafasında akarken (artık ekran kullanılmıyordu) aklı hep Elif’in düşüncesiyle doluyordu.

Aşkı yaşamıştı. Daha doğrusu yaşadığını sanmıştı. Bu farklıydı. Temizleme SYK’sı ile Elif’i ve yaşadıklarını silebilirdi. Yapması gereken sil tuşuna basmaktı. Daha önce yaşadığı bir çok SYK’da bunu yapmıştı. Gerçek olmayan bir insanı silmek çok kolaydı. İlk çıkan sanal balıklara benziyordu ama yapamıyordu.

Derin bir yalnızlık duygusu ile içini kapladı. Evine döndü. Hazır beslenme poşetlerinden birini ısıttı ve yedi. Sakladığı yeşil kristali eliyle okşayıp metalik yuvaya soktu. Okuyucu kafanın hareket sesinden sonra parlak ışığı gördü.

Elif oradaydı. Nerde kaldın diye sitem etti. Denizden çıkamadım dedi mahcubiyetle. Hadi yemek hazır dedi gülerek.
Beyaz badanalı ve pencere yerine boşluk olan evin terasında sakin bir yemeği yediler gülüşerek. Elif’i son görüşü olacaktı. Akşam programı sonlandıracaktı. Program içinde herhangi bir mantıksız hareket olunca ana sistem programı durduruyordu ve gerçek yaşama çekiyordu. Kendisinin hareketi durduk yerde alnına sertçe vurmasıydı. Gerçeğe dönünce yaşadıklaını silerdi ve her şey biterdi. Elif gülümsedi tabağına bir şeyler ekledi. Bir kaç parça et ve fasulye. Omuz başı ne güzel yanmıştı.

“Neden hüzünlü görünüyorsun?”
“Hayır hayır iyiyim sadece biraz durgun”
“Çeviri nasıl gidiyor”
“Sanırım bir aya kalmadan biter”
“Seninle gurur duyuyorum”
“Ben de senle”
Gece gelince Elif’in alümunyum çaydanlıkta yaptığı çayı denize bakıp içtiler. Bir yunus sudan çıkıp oyun yapınca Elif sevinçle kahkaha attı ve yunusa el salladı.

Bu kadını seviyordu. Yunusa sevinçle el sallayan bu kadını seviyordu. Ayrılmak öyle zordu ki. Keşke hep burada kalabilseydi. Değil ana sistemi elektriği bile doğru dürüst bilmeyen bu beyaz evlerle dolu kasabada sürgün bir şair olarak kalsaydı. Keşke bu kadını bir ömür boyu sevseydi.

Akşam olunca Elif’in bir kedi yavrusu sokulganlığıyla tahta masada saçını okşamasıyla başlayan ve tembel bir gelgit heyecanıyla devam eden usul bir sevişmenin ardından Elif yatağa bereketli dutlar gibi dökülünce onu seyretmeye başladı. Uzaktan gelen dalga sesleri, bir iki martı gaklaması ve ay ışığı. Uzaktan bir çocuk ağlaması telaşlı bir annenin sesiyle sustu. Saçlarına baktı. Yastığa dağılmış saçlarına. Bu kadını seviyordu. Ay ışığının parlattığı omuz başlarını, ince bir yol olan sırt çizgisini ve bir çocuk masumiyetiyle yumruk yapılmış bu elleri seviyordu. Kumsalda onu kendisine aşık eden izi bırakan bu Çinli ayakları seviyordu. O uyurken bitirmeliydi programı.

Birden ağlamaya başladı. Ayrılığı acısı. Programda var mıydı bu ağlama? Yalvarır gibi pencerenin ötesinde bir bulutun arkasına saklanmış aya baktı. Programın birazdan hata vereceğini biliyordu. Her SYK yoğun insanı tepkiler karşısında otomatik olarak kendini sonlandırırdı. Elif’in zeytinyağından yapılmış yeşil sabunlarla yıkadığı saçlarını bir kelebek kırılganlığıyla okşamaya başladı. Gözyaşları yanağından akıp, sevdiği kadının çıplak omzuna düşüyordu.

Ne olur hep burada kalsaydı. Ne olur…

Ve sonra o mucize gerçekleşti. Önce belirsiz rakamlar gördü. Saçları sanki bir üç yada dört oluyordu, Elif’in omzunda beliren bir dokuza şaşkınla baktı. Kücük ayakları bir gibi duruyordu. Bir sürü rakama dönüşmüştü sanki.

Korktu. Program hata veriyor sandı önce. Sonra rakamlar düzgün bir sırayla belirmeye başladı.

Sevinçle çığlık attı. Bu, bu tanrının yüzüncü adıydı. İlk 50 rakamını herkesin ezbere bildiği ad. Ana sistem ona acımıştı yada başka bir şey. Rakamların sessiz dansı bittiğinde hemen alnına vurup gerçekliğe döndü. Tanrının yüzüncü adıyla ana sisteme girip kendini kapatma yetkisini aldı ve kapattı.

Tekrar geri döndüğünde Elif’i uyur buldu. Sevinçle aya baktı, şükran duydu. Ay sessizce bir bulutun arkasına saklandı. Elif uyandı ama kendisine gelmemişti. Elini tuttu.

“Beni seviyor musun?”
“Evet hemde çok”
“Ne kadar çok”
“Senin için ölürüm”
“Ölme” dedi.

Elif ‘in yüzünde belirsiz bir gülümseme geldi geçti. Sonra tekrar huzurlu bir uykuya daldı. Yavaşça ona sarılıp saçını kokladı. Mutluydu.

Büyük birleşik devletin genel hastanesinin KK (Kendini Kapatanlar) kliniğinde hemşire önündeki dijital ekrana bakıp usta el hareketleriyle günlük serumu değiştirdi. Ekranda hasta adı yazan kısma Emin yazıp kırmızı enter düğmesine bastı. Hemşirenin gitmesiyle KK kliniği her zamanki huzurlu sessizliğine kavuşmuştu.

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Mehmet Emin ARI

1966 yılında doğdum. Üç yaşındayken Ailemle birlikte Ankara'ya taşındık. İlkokulu Keçiören Çizmeci ilkokulunda, ortaokulu ise Hüseyin Güllüğlu Orta Okulunda okudum. Daha sonra ise Yenimahalle Meslek Lisesi Elektronik bölümüne girdim. 1985 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü kazandım. Makine Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra aynı bölümde "Evrik bir sarkacın bir puslu kontrolcü ile dengelenmesi" (Stabilazation of an Inverted Pendulum by using a fuzzy controller) konulu master tezimi yaptım.

Bunun dışında "IRC ve ICQ online sohbet klavuzu" ve "Web sitesi tasarım kılavuzu" kitaplarını yazdım. Şiirlerimi "Adın Mavi Aşk" kitabında topladım. Alfa yayınlarından çıkan "AutoCad 14", "PC Bakım, Onarım ve Terfi Klavuzu", Internet ve UNIX kitaplarını çevirdim. "Tuhaf Öyküler" kitabım yayınlandı ama maalesef yayıncının beceriksizliğinden dolayı okuyuculara ulaşamadı.

Eşim Filiz ve biricik kızım Irmak ile güzel İzmir'de yaşıyorum.

1 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

  • Tebrikler, gerçekten güzel bir öykü olmuş. Biraz Arthur C. Clarke (Tanrı’nın Dokuz Milyar Adı tarzı) ve Philip K Dick tadı aldım ben okurken. Güzel bir kurgu ve anlatımla, bir o kadar güzel bir sona sahip… Elinize sağlık…

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da