Bilimkurgu Bilimkurgu Hikaye Hikayeler

PERDE – 4

4. Perde

İçtiğimin hapın etkisini ne zaman göstereceği konusunda bir fikrim yoktu. Ama diğer haplara biraz benziyorsa, yarım saat ile bir saat arasında başlaması gerekiyordu. Biraz baş dönmesi ve görüntüde bulanıklaşma, baş ağrısı gibi etkiler beklenebilirdi. Tabii bunlar diğer, ‘normal’ haplardaki yan etkilerdi. Bunun ne zaman ve nasıl etki edeceğini bilebil…

Menekşe kokusu…

Bir yerden gelmeyen, hep orada olan ve yeni farkına vardığım menekşe kokusu…

Bundan çok uzun zaman önce, bir gezegende gece vakti içime çektiğim ve bana mutluluğu anımsatan menekşelerin kokusu…

O geceden hatırlayabildiğim en keskin anı menekşelerdi. Gece esen rüzgârın otların ve çiçeklerin arasından bana (sanki sadece bana) taşıdığı, geçmişi ve geleceği önemsizleştiren, hayatta anlam taşıyan tek zamanın o an ve tek şeyin kendisi olduğunu fısıldayan menekşe kokusu…

Mangamız çiftlik evine yaklaşıyor. Pencerelerden sızan soluk, sarı ışıktan uzak durmaya çalışarak belimizdeki silahları elimize alıyoruz.

Ayağa fırlayarak kalktım. Kalkarken masa da yana doğru devrildi. Bir an onu tutmayı düşündüm, ama kendimi dengemi zor sağlayabilmiştim.

‘Öbür hap!’ diye düşündüm. Bahçeye eğilerek, dizlerimin üstünde toprak içinde durarak, toprağı eşeleyerek hapı aradım.

Renksiz, oval, küçük… Toprağın içinde duruyor…

Elime aldım ve üfleyerek, üstüme silerek temizlemeye çalıştım. Sonra, küçük çiçek bahçemde dizlerimin üstünde durarak hapı o an içmeyi düşündüm. İçtiğim anda bunlar, anılar bitecek ve eski halime dönecektim.

Ama bunu her zaman yapabilirdim. Bundan önce biraz daha zaman geçirebilirdim.

Menekşe kokusunu tekrar içime çektim.

Çiftlik evinden çıkarken tekrar ciğerlerime menekşelerin kokusu doluyor ve bu sefer sol tarafımdan, artık olmayan kolumun omzumla birleştiği yerden gelen kan kokusu ile birleşiyor.

Sendeleyerek ayağa kalktım ve geriye doğru birkaç adım attım. Bu bahçede, menekşe kokusunun ortasında kalamazdım. Elimdeki hapı pantolonumun cebine, düşmeyecek şekilde koydum ve bahçe kapısını savurarak dışarı fırladım.

Kasabaya doğru inen kestirme patikaya yöneldim.

Her an başımın dönebileceğini ve eğer bu olursa, tökezleyip yere yuvarlanacağımı biliyordum. Ama evden bir an önce uzaklaşmam gerekiyordu, aklımı başıma toplayarak daha sakin düşünebilmek için.

Anıların bir anda kafama doluştuğunu hissediyordum eğimli patikadan aşağı doğru hızlı adımlarla koşarken.

Üniformamın, sol omzumun etrafında genişlemesini ve yarayı kapatarak kan kaybını durdurmasını izliyorum, sanki yavaş çekim bir film sahnesini uzaktan izler gibi.

Sadece benim kanım değil üzerimdeki.

Kan kokusu azalıyor, ama şimdi etrafı yanık et kokusu kaplıyor. Menekşe kokusu ile karışıyor yine. Öksürerek ciğerlerimden bu kokuyu söküp atmaya çalışıyorum.

Funda’nın benden birkaç metre uzakta, yerdeki hareketsiz vücudunu fark ediyorum.

Koku ondan geliyor.

Başımı yana doğru sallayarak bu görüntülerden kurtulmaya çalıştım. Gözümü kapatmamın da bir faydası olmayacaktı, hem koşarken bunu yapmak iyi bir fikir değildi.

Anıların hepsi geri geliyorsa, bunları en başından almak en doğrusu olacaktı. En travmatik olanları değil, bütün hikâyeyi hatırlamalıydım. Biraz uğraşırsam bunu yapabilirdim.

Önümdeki küçük kayanın üzerine çıkarak durdum ve aşağıya, kasabaya baktım. Burası, Funda’yla kasabaya inerken hep durduğum ve manzarayı seyrettiğim yerdi.

Renkler eskisi kadar parlak değildi sanki. Yine beyaz evler ve mavi denizi görebiliyordum, ama eski halinden daha farklıydı her şey. O mutluluk veren, insanın içine işleyen manzara değildi bu. Perde’nin mi, hapın mı etkisiydi bilemiyordum.

Kayanın üzerinden inip, adımlarıma dikkat ederek kasabaya doğru inmeye devam ettim.

Hikâyeyi en başından hatırlamalıydım. Küçük uzay gemisi ile o gezegene yaklaştığımız zamanı…

Yirmi kişiyiz ve herkes kendisine özel ayrılmış koltuğunda oturuyor. Birbirine bakan onarlı iki sıra var ve Funda’yla yan yana oturuyoruz. Küçük geminin tek pilotu farklı bir bölümde ve onu görmüyoruz.

Özel üniformalarının içinde M.K.İ.M.’in yirmi askeri. Yüzlerinden özgüvenleri okunuyor.

Liderleri benim.

Onlara bugünkü görevimizi anlatıyorum. Bu küçük gezegendeki diğer yerleşim bölgelerinin dışında bir çiftlik evine gideceğiz. Bu evdeki insanlar, Birlik’e ve tüm insanlığa zarar vermek için çabalayan yüzlerce küçük, beceriksiz terörist hücresinden birinin üyeleri.

Tek farkları, ellerinde şu ana kadar görmediğimiz bir silahlarının olması.

Silahları kendileri.

Görevimizin kodu olan 3033’ün anlamını açıklıyorum. Kısaca HADH olarak bilinen ‘Hidroksiasil-Coadehidrogenaz’ geninin sembolü 3033. Fazla bilimsel ayrıntıya girmiyorum – zaten uzmanlığım da değil, sonuçta ben bir askerim. Ama şu kadarını söylüyorum: Bu gen, vücutta bir enzimin oluşmasını sağlıyor ve bu enzim de vücudun bazı yağları yakarak enerji oluşturmasına yarıyor. Bu enzim insanın özellikle, kalp, ciğer, böbrek, pankreas ve kaslarının düzgün çalışması için önemli. Yani kısaca, HADH iyi bir gen.

Bu gende meydana gelen bir mutasyon nedeniyle, bu enzimin vücuttaki üretimi durabiliyor. Bunun da uzun bir adı var, ama açıkçası hatırlamıyorum. Önemli olan şu: Bu enzim olmayınca, yağlar enerjiye dönüştürülemiyor. İnsanlarda halsizlik ve düşük şekerle başlayan, daha sonra ise ciğerlerin, kalbin ve tüm kasların güçsüzleştiği bir sürece yol açıyor. Vücudun tüm yapısı değişiyor.

Buna yakalanan insanların uzun bir tedavi sürecine ihtiyaçları var; yoksa bu kendi başına ölümcül bir hastalık.

Şu ana kadar bu hastalığa fazla rastlanmıyordu ve bulaşıcı değildi. Anne babadan çocuğa genler yoluyla, kalıtımsal olarak geçebiliyordu.

Şimdi ise, bunu bulaşıcı hale getirmişler.

Teröristler, ilk önce kendi üzerlerinde bunu uygulayarak, yaşayan birer biyolojik silah haline gelmişler. İnsan arasına karışarak, önce bu gezegende, sonra diğer gezegenlerde bunu mümkün olduğunca çok sayıda insana bulaştırmayı planlıyorlar. Bunu başarırlarsa, yüzbinlerce, belki de milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi mümkün. Çünkü bu kadar çok insanı aynı anda tedavi etmek olanaksız. Ve hastalığa yakalananların sayısı kritik bir büyüklüğe ulaştığında, artık geri dönülmesi imkânsız bir yola girilmiş olacak.

Belki de tüm insanlık… Bağışıklığı olan az sayıda insan dışında…

Belki de bağışıklığı olanları da önceden ayarlamışlardır.

Ama iş oraya kadar gitmemeli. Bu hastalığa yakalanmış herkes bu gece o çiftlik evinde. Ve görevimiz bu gece onları yok ederek bu hastalığı, bu felaketi daha başlamadan bitirmek.

Konuşmam bitiyor ve elimizdeki makroları ayarlayarak kontrol ediyoruz.

Funda yeşil gözleriyle bana bakarak elimi tutuyor ve “Korkacak bir şey yok,” diye fısıldıyor.

Kasabaya vardığımda, önce kapalı dükkânlar dikkatimi çekti. Hafta içi olmasına karşın, çarşının o eski kalabalığından eser yoktu. Dükkânların çoğu ya camın arkasındaki kapalı işaretini çevirerek kilitlenmiş, ya da kepenkleri tamamen kapatmıştı. Birkaç yerin ise camlarının kırılmış olduğunu şaşırarak fark ettim.

Biraz ilerlediğimde, sokakta yolun kenarında yavaş adımlarla yürüyen birkaç kişiyi gördüm. Yoldan uzak, duvarın kenarına yakın durmaya çalışarak yürüyorlardı. Bana bakmadılar bile. Gözleri önlerindeydi.

Ama ben gözlerimi onlardan alamadım.

Zayıflamış yüzlerini yaralar sarmıştı. İnce, dal gibi kollarında çıbanlar görünüyordu. Zayıflıktan kemikleri sayılıyordu, ama diğer yandan karınları şişik kalmıştı. Eski belgesellerdeki açlık çeken Afrikalı çocuk görüntülerini hatırladım onlara bakarken.

Güçlükle yürüyor gibiydiler. Sanki bir kenara yığılıp kalmamak için devamlı bir çaba gösteriyorlardı.

Onları geçip gitmeden önce tekrar yüzlerine baktım. Avurtları çıkmıştı ve zayıflıktan tüm yüz simetrileri kaybolmuştu. Ama tüm o karmaşanın içinde gözleri daha da büyük yer kaplıyordu suratlarında. Sanki canlı, sağlıklı kalan tek kısımları o büyük gözleriydi.

Midemin bulantısını bastırmaya çalışarak yürümeye devam ettim.

Çiftlik evinin arka tarafındaki pencereye yaklaşıyoruz. 5 kişiyiz ve Funda da benimle birlikte. Ön kapıdan girmek daha kolay olacağı için oraya başka bir kolu yönlendirdim. Buradan dışarı gelen ışık, diğer pencerelere göre daha soluk. Bu odada değiller. Giriş yine de kolay olacak.

Etraftaki güzel menekşe kokusunu son bir kez daha içime çekerek işareti veriyorum. Hem biz, hem de diğer üç koldakiler, aynı anda eve giriyoruz.

Pencerelerdeki camların aynı anda kırılması sanki bir müzik parçasındaki davulun zilleri gibi gecenin içinde uzuyor. Ön kapının kırılarak açılması ise davulun tok sesi gibi derinden geliyor kulağıma.

Bizim girdiğimiz oda, tahmin ettiğim gibi boş. Burası bir yatak odası. Duvar diplerine serilmiş küçük, boş yer yataklarını görüyorum (çocuk yatakları olmalı) ve bunlara basarak üzerinden geçiyoruz. Odanın kapısını açarak, çiftlik evinin büyük salonuna giriyoruz.

Herkes burada.

İlk bakışta tam sayabilmek zor, ama elli – altmış kişi var burada. Yırtık giysiler içinde, bazıları sandalyelerde oturmuş, bazıları ayakta, bazıları da yerde oturmuş ya da uzanıyor.

Biz ise silahlarımızı onlara doğrultmuş olarak hepsinin etrafını çevirmiş durumdayız.

Diğerleri salona bizden daha önceden girdikleri için onları birkaç saniye daha fazla inceleme fırsatı bulmuş durumdalar. Şimdi ben de bakıyorum onlara.

Köylülere benziyorlar. Aileler var burada, küçük çocuklar, bebekler, kadınlar, yaşlılar. Genç erkekler de var, ama güçsüz görünüyorlar. Hepsi güçsüz görünüyor.

Ne kadar zayıf olduklarını fark ediyorum. Bütün vücutları incecik; sağlıksız bir incelik bu. Çoğunun karnı şişmiş. Kollar yanlarında – bir rüzgârda kopacakmış gibi – sallanıyor. Çöp gibi bacaklarının onları nasıl taşıdığına şaşırıyorum. Hepsini taşıyamıyor zaten; yerlerde yatanların bazılarının ayağa kalkmaya bile gücü yok.

Yüzleri çökmüş ve kendi içine girmiş hepsinin; bazılarında daha kötü bu durum. Gözleri ise, şaşırtıcı şekilde, sağlıklı görünüyor.

O gözleriyle bize bakıyorlar. Sessizler, evlerine dalan bu üniformalı yabancılardan korkuyorlarsa bile bunu göstermiyorlar. Tepki göstermeye güçleri kalmamış gibiler. Sanki evlerine gelen davetsiz bir konuktan çok farklı değilmişiz gibi… Ne düşündüklerini merak ediyorum.

Eve bizden önce giren askerlerden biri usulca, “Bunlar teröriste falan benzemiyor,” diyor.

Bize yakın ve ayakta duran cılız bir adam sendeliyor. Bize karşı bir harekete mi başlıyor, yoksa sadece güçsüzlükten yerinde mi duramıyor, anlayamıyorum.

Funda elindeki makroyu adama doğrultarak elinin silah üzerindeki baskısını hafifçe artırıyor.

Adamın görüntüsü bir an için titreşiyor. Sonra hiçbir ses çıkarmadan, sanki biraz önce orada durmuyormuş gibi, sanki hiç var olmamış gibi havaya karışıyor.

Kasabanın daha önce dolaştığım bütün sokaklarında durum aynıydı. Alışılmadık bir tenhalık, kapalı mağazalar, hastalıklı insanlar… Bazı köşelerde üst üste yığılmış, kokmaya başlamış cesetler gördüm. Bunların yanından geçen diğer hastalıklı insanlar bakışlarını diğer yana çevirmiyorlardı bile. Bunun artık alışılmış bir görüntü olduğu belliydi. Belki kendi geleceklerinin çok farklı olmayacağını içten içe kabul etmişlerdi. Belki de çareleri yoktu.

Üç – dört kişinin kepengi kapatılmamış bir bakkal dükkânının camını kırarak içeri girdiklerini gördüm. İçeriden fazla bir şey almadılar; birer ikişer parça yiyecek ve su alarak dışarı çıktılar. Daha fazlasını taşıyamayacak kadar güçsüzlerdi. Bütün bunları çok yavaş hareketlerle yapıyorlardı. Etrafta onları durduracak kimse de yoktu.

Doktoru görmeye karar verdim ve adımlarımı sürüyerek onun muayenehanesine doğru yürümeye başladım. Kokular birbirine karışıyordu ve hiçbiri güzel değildi. Burnumu elimle kapamaya çalıştım, ama elimin dokunduğu şeyi tanımıyordum.

Karşı kaldırımdan yürüyen bir adam başını kaldırarak beni gördü ve yürümeyi bıraktı. Biraz öyle durduktan sonra, kaldırımdan inip yavaşça bana doğru yaklaştı. Ben de durarak onu bekledim.

“Sensin değil mi?” diye sordu bana.

Gözlerinden tanıdım onu.

“Haluk,” dedim kısaca. Kendi sesim bana yabancı geliyordu.

Öyle karşılıklı, bir şey söylemeden durduk. Konuşulacak bir şey kalmamış, dünyanın tüm konuları tükenmiş gibiydi.

“Bunu biz yaptık,” dedi incelen ve çatallaşan sesiyle. Bir kolunu zorlukla kaldırarak tüm etrafı göstermeye çalıştı.

Devam etmesini bekledim, ama başka bir şey söylemedi. Karşımda duran şekilsiz ve hasta vücudun sahibi, dönerek diğer tarafa doğru yürümeye devam etti sadece.

Onun peşinden gidip durdurmayı ve ne demek istediğini sormayı düşündüm, ama bu düşünceyi devam ettirecek kadar bile gücüm yoktu. Ben de yoluma devam ettim.

Muayenehanenin kapısı açıktı.

İçeride hiç kimse yoktu. Daha önceki gibi düzenliydi, sanki birkaç dakikalığına boş bırakılmış gibiydi. Biraz beklersem doktorun gelip gelmeyeceğini düşünerek bekleme odasındaki uzun koltuğa baktım. Buraya oturursam daha sonra ayağa kalkıp kalkamayacağımdan emin değildim.

Karşı dairenin kapısının gıcırdayarak açıldığını duydum. Olduğum yerde dönerek, daha önce birkaç defa gördüğüm, orada oturan yaşlı kadının kapıdan bana baktığını gördüm. Bana bakışlarındaki anlamı çözmeye çalıştım, onun şeklini kaybetmiş ve çökmüş yüzüne bakarak. İkimiz de birbirimize iğrenerek bakıyorduk.

Sesimi toparlamaya çalışarak, “Doktor nerede?” diye sordum.

“Perden var mı?” diye karşılık verdi.

“Artık yok,” dedim.

Beni aşağılayacak bir şey söylemeye başlayacakmış gibi yüzünü ekşitti bir an. Bu yüzünü ne kadar ekşitebilirse…

“Doktor yok,” dedi kısaca. Kapısını arkasından kapatarak merdivenden aşağı inmeye başladı.

“Nerede?” diye sordum tekrar. “Onu görmeliyim.”

“Ne bileyim nerede?” diye tersledi beni. Basamakları teker teker ve ağır ağır iniyordu. “Kaçıp gitmiştir bir yerlere herhalde. Eğer hastalanıp gebermediyse… On gündür gelen giden yok buraya.”

Söyleyecek bir şey bulamadan onun arkasından baktım.

Daha önce konuşan asker Funda’ya, “Ne yapıyorsun?” diye bağırıyor. “Bunlar sivil!”

Disiplinin kaybolmaya başladığını hissediyorum. Tereddüt edersek kaybederiz.

“Görünüşleri sizi aldatmasın!” diye bağırıyorum. Ses tonum en az söylediklerim kadar önemli ve bir an bile titrememeli. “Size söylediğim hastalığı taşıyor hepsi. Görmüyor musunuz? Birlik için, bütün insanlık için büyük bir tehlike bunların hepsi!”

Bana bakıyorlar, ama hiç kimse hareket etmiyor.

Devam ediyorum: “Teröriste benzemiyor olmaları, terörist olmadıkları anlamına gelmez. Hem sadece sivil bile olsalar, bu taşıdıkları tehlikeyi azaltmaz. Bizim bir görevimiz var ve bunu yerine getireceğiz!”

Diğer asker, “Bunlar sivil,” diye tekrarlıyor.

Gözlerimi hasta insanların üzerinde gezdiriyorum. Bizi seyretmeye devam ediyorlar. Bağırarak konuştuğum için çoğu bana bakmaya başlamış, ama çoğunun başını çevirecek dahi gücü yok.

Bunlar gerçekten sadece hasta siviller olabilir mi? Neden hastanede değiller? Diğer insanlar tarafından karantinaya mı alınmışlar? Yoksa bizim topluca halletmemiz için mi toplanarak buraya tıkılmışlar?

Ne farkeder?

Kalabalığın içinde görmediğim bir bebeğin inilti gibi ağlamasını duyuyorum.

Mangamın askerlerine tekrar baktığımda, bir kaçının ellerindeki makroları aşağıya indirdiklerini, bir – ikisinin de aceleyle yeniden ayarladığını görüyorum.

“Of, bu saçmalık!” diye bağırıyor Funda ve yakınındaki iki üç sivili birden yok ediyor silahının bir hareketiyle.

Acemice yeniden ayarlanmış bir makronun Funda’ya doğrultulduğunu ve ateş edildiğini fark ediyorum. Makroların diğer ayarları konusunda hiç birimiz uzman değiliz. Bunların en iyi yaptığı şey, yok etmek. Diğer fonksiyonlarını daha önce hiç kullanmadık; gerek kalmadı çünkü.

Funda’nın derisinin arada kalan birkaç siville birlikte yanmaya başladığını, bir şeylerin fokurdadığını görüyorum. Acıyla bağırıyor.

Ondan sonrası, Perde olmasa da bulanık. Herkes bağırıyor ve ateş ediyor. Üzerime sıçrayan kanlardan kaçamıyorum. Duman yüzünden görüşüm de kısıtlı.

Siviller hala hareket etmiyor. Bizi, belki de küçümseyerek, seyretmeye devam ediyorlar. Makroların ateşi altında yok olmalarını ya da cansız bedenlerinin devrilmelerini seyrediyorum.

Biz birbirimize ateş ediyoruz – bunu fark ediyorum, ama durduramıyorum.

Sol kolumun üst tarafındaki acıyı bastırmaya çalışarak, elimdeki makro ile mümkün olduğu kadar çok sivili yok etmeye çalışıyorum. Eğer bugün burada öleceksem, görevimi tamamlamam gerekiyor.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Ama gürültü, bağırışlar azalıyor ve tek haykıranın ben olduğumu fark ediyorum.

Salonda başka hareket eden kimse yok.

Yerde zorlukla hareket eden Haluk’u şans eseri görüyorum. Sağlam kolumla (tek kolumla) onu koltuğunun altından tutarak, zorlukla dışarı doğru sürüklüyorum.

Kendimi dışarı atıyorum.

Menekşe ve kan kokusu ciğerlerime doluyor.

Funda’yı görüyorum.

Perde iniyor…

Sırada: Son Perde


Orijinal görsel ~Wundenkuessen ‘e aittir.
Original artwork by ~Wundenkuessen

Okuduğunuz için teşekkürler

Fikirlerinizi paylaşmanız bizi çok sevindirir.
Yorum yazarak bizi daha iyi içerikler hazırlamak için destekleyebilirsiniz.

Düşüncelerini Paylaş



Konular
avatar

Badahan CANATAN

1971 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Tarsus'ta bitirdikten sonra İstanbul'a gelerek Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümü'nü bitirdi. İskoçya'daki University of Strathclyde'da MBA yaptı.

1994 yılından bu yana finans sektöründe çalışıyor.

2008 yılında ilk kez katıldığı Türkiye Bilişim Derneği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda finale kaldı.

İlk bilimkurgu romanı olan "Adsız İnsanlık", 2009 yılında basıldı. Adsız İnsanlık evreninde geçen yeni romanlar için çalışmaları devam ediyor.

Evli ve iki kız çocuk babası.

Okumayı çok seviyor.

2 Yorum

Yorum yazmak için tıklayın

Son Yazılarımız

44. Sayı Spotify’da

44. Sayı Spotify'da